Hayvancılıkta ithalat devri: Millileştirilen hayvanlar, süt veren 'öküzler'
Genetiği değiştirilen sadece yemler yahut hormonlar değil. Bizatihi hayvanların genetik özellikleri de değiştiriliyor. Bu, eskiden beri çitçilerin yaptığı ıslahtan farklı. İstenen özelliklere sahip hayvanların çiftleştirilmesiyle değil, doğrudan gen yapısına laboratuvarda yapılan müdahalelerle gerçekleşiyor.
Sezai Ozan Zeybek*
Hatırlayanlar çıkacaktır: Son yıllarda hızla artan gıda fiyatları karşısında Recep Tayyip Erdoğan vatandaşı stokçu ve karaborsacılara karşı göreve çağırmış, millî menfaatlere zarar veren bu kişileri ihbar etmelerini istemişti. Hükümete bağlı yayın organları da el birliği ile patates, et, soğan, patlıcan ve diğer tüm ürünlerdeki fiyat artışlarını birkaç fırsatçının işi olarak göstermeye uğraşmış, böylelikle tarım ve ekonomideki kronik ve karmaşık sorunlar, yine bir komplo mantığıyla vatanseverler-hainler hikâyesine dönüşmüştü. Stokçuların “inlerine girildiği,” alınan muazzam önlemler sayesinde paniğe kapılan karaborsacıların ellerindeki malı yeniden piyasa sürmeye başladıkları yazılmış, iş millî bir davaya dönmüştü.
Bu süreçte gıda fiyatlarını düşürmek için gerçekten de çeşitli önlemler alındı. Tanzim satış yerleri kuruldu, gıda üretimin arttırılması için destek sözleri verildi; fakat asıl önemlisi, yurt dışından “ucuz gıda”, bilhassa da et/canlı hayvan getirildi. Sayılar bu süreci çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Örneğin 2014’te ithal edilen hayvan sayısı 48 bin iken, bu sayı 2017’de 889 bine, 2018’de ise 1 milyon 461 bine çıktı.
Muhtemelen ilerde bu yılları ülkedeki hayvancılığın kırılma noktalarından biri olarak hatırlayacağız. Bu coğrafyada neyin nasıl üretildiğini on yıllar boyunca etkileyecek, hızlı, muhtemelen az düşünülmüş kararlar alındı. Bu süreçte hangi saiklerle hareket edildiğini, kararların neye göre verildiğini kestirmek kolay değil. Toplumun atardamarlarından birinin gıda fiyatları olduğunun gayet farkında olan bir hükümet var. O yüzden döviz yükseldi-düştü demeden “ne pahasına olursa olsun” bu yolun izlendiğini biliyoruz. Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerini aynen aktarıyorum: “Biz [et fiyatlarını] bir defa şöyle “rantable” seviyeye düşürmek için, gerekirse orada cari açığı bile düşünmeden ithala gider ve piyasayı biz balanse ederiz. Çünkü vatandaşımıza ucuz et, kıyması-kuşbaşısı, bunu yedirmekte kararlıyız ve zaman zaman da bunu yapıyoruz.” (AK Parti grup toplantısı, Ankara, 6 Kasım 2018). O sebeple Tayyip Erdoğan, bir dönem ziyaret ettiği hemen her ülkenin lideri ile canlı hayvan yahut et ithalatı için el sıkıştı.
Yukarıdaki görselle ilgili bir parantez açmak istiyorum. Bugün kesilmiş olarak gelen etlerin helâl olup olmadığı tartışılan bir konu. Örneğin Yeni Akit, bu etlerin İslamî usûllere göre kesilmemiş olabileceğine dair Müslümanları uyarıyor. O sebeple canlı hayvan ithalatını savunuyor. Ne de olsa canlı olarak gelen hayvanları Türkiye’de “millîleştirmek” mümkün. (Bu tuhaf tabir bana değil, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’ye ait.) Malûm, canlı hayvanların bir kısmı uzak ülkelerden, mesela Güney Amerika’dan getiriliyor. Haftalarca bir gemide, kapalı mekânlarda kalıyor. “Helâl kesim endüstrisi” sayesinde bu zulüm bertaraf edilmiş, Müslümanlığa hâlel gelmemiş gibi yapılabiliyor. (Gemilerdeki koşulları yüreğiniz elveriyorsa şuradan veya şuradan seyredebilirsiniz. İlk linkteki video tüm bu sürecin “helâl” etle bağlantısını da kuruyor.)
Oysa İslamî kaidelerle konuşacaksak etin sadece helâl olması değil, tayyip olması da gerekiyor. Yani güzel, iyi, temiz, adil… Kimi İslam âlimleri, şu an var olan kötü koşullar altında zulmedilen hayvanların son anda besmele çekildi diye yemeye münasip hâle gelmeyeceğini savunuyor. Hattâ tayyip kavramını, işçi haklarını kapsayacak şekilde genişletenler bile var. İşin ironisi, bugün kavramı isim olarak taşıyan biri bu zulme aracı oluyor. Zaten Türkiye gibi seçici Müslümanlığın yaşandığı ülkelerde bunlar elbette dert değil; kıyması-kuşbaşısı, bunu yemekte kararlıyız.
Geri dönelim: Anlaşılan o ki bu ithalat furyası planlı programlı bir şekilde, bu coğrafyanın geleceğini gözeterek değil; alelacele, rüzgâra kapılarak yapıldı. Yolda sık sık politika değiştirildi. Örneğin hayvana gerçekten bakmaya soyunan, ithal etmiş olsa bile çevreye intibak etmesi için iki nesil bekleyenlere önce büyük destekler vaat edildi. Fakat sonra Türkiye’ye öyle çok et-canlı hayvan girdi ki üreticilerin piyasadaki fiyatlarla rekabet etmesi neredeyse imkânsız hâle geldi. Bir de bunun üstüne dövizdeki artışlara bağlı olarak son iki senede yem fiyatları yüzde 120 arttı. Verimi yüksek diye dışarıdan gelen yeme bağımlı hayvan ırklarına geçilmesi, hayvancılıkla-ziraatın bağının kopmuş olması, ister istemez böyle kırılganlıklara yol açıyor. (Şu iki yazıda -1 ve 2- iklim ve hayvan endüstrisine dair daha uzun bir tartışma var, isteyenler bakabilir.)
Şu an hayvancılık sektöründe bir yandan trajikomik bir yandan her tür yolsuzluğa imkân tanıyan durumlar yaşanıyor. Örneğin devlete bağlı olan Et ve Süt Kurumu’nun (ESK) depolarında donmuş hâlde yaklaşık 49 bin ton kırmızı et birikmiş durumda. Bu etlerle tam olarak ne yapılacağı bilinmiyor. Yeni hayvan da kesilemiyor, koyacak yer kalmadı. (En büyük stokçuyu bulduk galiba). Bir süre bu etler, aracı şirketler üzerinden Migros, A101 gibi zincir marketlere satıldı. Türkiye Kırmızı Et Üreticileri Merkez Birliği Başkanı Bülent Tunç, dışarıdan 28 liraya alınan bu etlerin 8-10 şirkete 20 liraya satılmasını eleştirdi, bu şartlar altında yerli üreticinin rekabet edemeyeceğinin altını çizdi.
Hem yerli üreticilerin isyan noktasına gelmesinden hem de aracılı satıştan kötü kokular yükselmesinden ötürü, ESK bu defa etleri ihraç etmeye karar verdi. Tekrar yazıyorum: İthal edilen etlerin, bu yıl yeniden ihraç edilmesi düşünülüyor. Ağustos 2019’da ESK Müdürü Osman Uzun, fiyatları daha fazla düşürmemek için etleri iç piyasa vermek istemediklerini belirtti, sonra bu satışın gerçek sebebini ele veren şu ifadeleri kullandı. (Cümle düşüklüklerini düzeltmiyorum): “Bu etlerin son tüketim tarihi 4 ile 6 ay arasında olanlar var. Bir bölümü 7-8 ay sonra son tüketim tarihi dolacak. Biz askeri kurumlara ve bazı kamu kurumlarına et verirken ilk gelen ilk gider ilkesi ile hareket ediyoruz. … Bu nedenle son tüketim tarihine daha var. O zamana kadar bu eti satarız.”
Haberde, şu an görüşülmekte olan, ama bir yandan da etin kıymetinin azaldığını gösteren beş ülkenin adı geçiyor: Küba, İran, Venezuela, Suriye, Irak…
Avrupa’da en çok fındık üreten ülkenin Türkiye olmasına rağmen Almanya’dan, Polonya’dan fındık ithal edildiği düşünülürse, anlattığım bu duruma çok da şaşırmamak lâzım belki de. İklim değişikliği yokmuşçasına, alıyoruz-satıyoruz!
Bu noktada plansızlığın, sâfi bir beceriksizlik olmadığının altını çizmek istiyorum. Zira ithalatla ülke beslemek, kimi grupların kolay yoldan zenginleşmesi anlamına geliyor. Hayvan bakmak, yetiştirmek, ıslah; yani ince işçilik gerekmiyor. Onun yerine gümrükte, bakanlıkta, bankada insan bağlamak yetiyor. ESK 2018 Faaliyet Raporu’na göre, aracılara ve yurt dışındaki üreticilere yaklaşık 3 milyar lira para aktarılırken, yerli üreticiden alınan malın değeri 1 milyar 400 milyon lira. Bu esnada ESK’nin net zararı 500 milyon liraya yakın (2018). Tekrar olacak ama: Bu zarar sadece vergilerimizin verimsiz kullanılması anlamına gelmiyor, aynı zamanda yerli üreticinin piyasadan çıkmasına sebep oluyor. Diğer bir deyişle, vergilerimizle yerli üreticilerin eli zayıflatılıyor.
An itibariyle doğrudan et/hayvan ithal etme lisansı olan 29 şirket var. Ancak ithalatı doğrudan kendisi yapmayan, Et ve Süt Kurumu aracılığı ile getiren ve ülke içinde dağıtan şirketler de bulunuyor. Bu şekilde çalışan bayi ve distribütörlerin sayısı da 100 civarında. Şirket isimlerinde geçen kavramlar yapılan işe dair bir fikir veriyor: Medikal, genomed, füzyon genetik, ecza deposu, bioclean…
Peki bu şirketler tam olarak ne tür hayvanlar ithal ediyor ve bu hayvanlar nelerle besleniyor? Daha doğrusu sofralarımıza ne giriyor? Bu iki soru kendi başlarına birer kitap konusu aslında; ama yine de buzdağının ucuna bakalım.
Bahsi geçen 29 şirketin kendi sayfaları üzerinden uluslararası ortakları ve sattıkları ürünlere ulaşmak mümkün. İlk göze çarpanlar, yüksek teknoloji ve sektördeki Almanya-ABD hakimiyeti. Ürün çeşitliliği de muazzam. Süt verimi için, buzağı için, yorgun gözükenler, damızlık hayvanlar yahut besiye alınanlar için ayrı ayrı bir sürü yem yahut kimyasal var. Bunların çoğu gen teknolojileri ile, yani genetiği değiştirilmiş organizmalarla (GDO) imal edilmiş. Malûm, Türkiye’de GDO’lu hayvan yemleri 2010 yılından beri ithal edilebiliyor. Hattâ an itibariyle GDO’suz yem bulmak neredeyse mümkün değil.
Bu şu demek: Erzurum’un uzak bir yerindeki hayvancılık bile, bugün Almanya’daki, Amerika’daki laboratuvarlara, büyük biyo-teknoloji şirketlerine, bankalara bağımlı hâle gelmiş durumda. Dolayısıyla karşımızda paranın nerede birikeceğini belirleyen, ince ince tasarlanmış üretim süreçleri var. İthalat bu sürecin bir ayağı. Gelen her varlık, belli bir ürün setini (kredi-hormon-yem-teçhizat…) kullanmayı zorunlu kılıyor.
Ancak genetiği değiştirilen sadece yemler yahut hormonlar değil. Bizatihi hayvanların genetik özellikleri de değiştiriliyor. Bu, eskiden beri çitçilerin yaptığı ıslahtan farklı. İstenen özelliklere sahip hayvanların çiftleştirilmesiyle değil, doğrudan gen yapısına laboratuvarda yapılan müdahalelerle gerçekleşiyor. Türkiye’ye hayvan tedarik eden şirketler arasında bunu yapanlar var. Mesela bir tanesi Synthego. Gen yapısının değiştirilmesiyle hayvanlarda boynuz çıkması engelleniyor, belirli hastalıklara karşı direnç arttırılıyor yahut erkeksi özellikler gösteren dişi hayvanlar üretiliyor. Sonuncusu ilginç. Sebep, erkek hayvanların yemi kasa dönüştürme randımanının daha yüksek olması. Yani hayvandan hem süt alınıyor hem de et randımanı artıyor.
Tüm bu olan bitenleri henüz tam olarak “sindirebilmiş” değiliz. Ekonomiyi, siyaseti, sağlığı, iklim değişikliği sürecinde bu coğrafyanın geleceğini köklü şekilde değiştiren kararlar alındı. Fakat bu çok boyutlu mesele, “enflasyonla mücadele”ye indirgendi, oldubittiye getirildi. Bu esnada kimileri büyük paralar kazandı, kimileri ise büyük borçların altına girmek zorunda kaldı.
Onlar pişirdi, biz de afiyetle yiyoruz.
Doç. Dr. Transregionale Forum Studien/Alice Salomon Üniversitesi, Berlin