Bienal: Ekolojik krize ‘seksi’ bir müdahale
Bienale katılan 56 sanatçıdan 37’sinin, işlerinin sergileneceği mekana dair soru sormamış olmasını, kamusal şeffaflıktan uzak bir nakil süreciyle bir şantiye sahasının ortasında konumlanan müzenin yakın tarihine ilgisiz kalmasını tuhaf buluyorum. Bu durum, doğa tahribatıyla kültürel yıkımı birbiriyle ilişki içerisinde okumak isteyen bir karma sergide iyice göze batıyor.
Dila Keleş
Geçen hafta çok önemli bir şey oldu: Tüm dünyada 4 milyon kişi, 23 Eylül’de New York’ta düzenlenecek olan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi öncesinde sokaklara çıktı ve zirveye katılacak devletleri iklim kriziyle mücadele konusunda somut eylem planları olup olmadığını, gelecek yıllarda ekoloji politikalarında hangi değişiklikleri yapmayı düşündüklerini açıklamaya zorlamak için iklim grevlerine katıldı.
163 ülkede gerçekleştirilen 5 bin 800 iklim grevine 73 sendika ve 820 sivil toplum kuruluşu destek verdi. 16 yaşındaki İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in 2018’de başlattığı İklim İçin Okul Boykotu hareketine (Fridays For Future) Türkiye’den katılan genç aktivistler Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda bir araya gelerek, “iklim adaleti” talep etti. Sendikaların, sivil toplum örgütlerinin ve sanatçıların da katıldığı eylemde hükümetlerin ve şirketlerin küresel ısınma ve doğa tahribatındaki sorumluluğuna işaret edildi, başta Kaz Dağları’nda olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında sürdürülen çevre mücadeleleri gündeme getirildi ve Türkiye’nin acilen Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması çağrısında bulunuldu. (Anlaşmayı onaylamayan son iki G20 ülkesi Rusya ve Türkiye.)
Son yılların en geniş katılımlı küresel eylemi sayesinde iklim krizi bugünlerde gazetelerde, radyolarda, internet yayınlarında ve timeline’larımızda daha çok yer bulan bir konu olsa da, bilim insanları, araştırmacılar, uluslararası kuruluşlar ve Türkiye’deki çevre örgütleri yıllardır çevre politikalarında değişiklik yapılmadığı sürece geri dönüşü olmayan bir felakete sürükleneceğimizden bahsediyor. Örneğin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Ekim 2018’de yayınladığı kapsamlı raporda, küresel ısınmanın sanayi öncesi seviyelerin 1.1°C üzerinde olduğunu ve dünya üzerindeki yaşamın devamlılığı açısından muhakkak bu sınırda tutulması gerektiğini açıkladı. Küresel ısınmanın 1.5°C’nin üzerine çıkmasını engellemek için ise öncelikle atmosferdeki karbondioksit benzeri sera gazlarının yoğunluğunu artıran kömür, doğalgaz ve petrol gibi fosil yakıtlar yakmaktan, hayvancılık, madencilik ve altyapı faaliyetleri için ağaç kesmekten ve nükleer enerji santralleri inşa etmek gibi hırslardan vazgeçmemiz gerekiyor.
Öte yandan 16'ncı İstanbul Bienali’nin de merkeze aldığı Antroposen çağı, insanlığın jeoloji ve ekolojideki merkezi rolünü vurgulamak üzere Nobel ödüllü kimyager Paul Crutzen tarafından terimin önerildiği 2000 yılından beri tartışılıyor. Antroposen dünyanın biyolojik, kimyasal ve jeolojik süreçlerinin insan, ancak elbette homo economicus yani kapitalist küresel kültürün şekillendirdiği “rasyonel iktisadi insan” tarafından belirlendiğini anlatan bir ifade. Zizek, bu ‘rasyonalite’ ile gelinen Antroposen çağının paradoksunu şöyle açıklıyor: “İnsanlık, tam da dünya üzerindeki yaşamın dengesini bütünüyle etkileyebileceği güce kavuştuğu zaman bir canlı türü olarak kendi sınırlarının farkına varmıştır.” (İlgilenenler Zizek’in Antroposen’e Hoşgeldiniz kitabına bakabilir.)
Başlangıcı Amerika kıtasının keşfine kadar götürülen Antroposen çağında sanayileşme, nüfus artışı, şehirleşme ve doğanın tahakküm altına alınması konusunda önemli dönüşümlerin yaşandığı dönemler şöyle sıralanıyor: Sanayi Devrimi, dünya savaşları, nükleer araştırmaların ve denemelerin yoğunlaştığı İkinci Dünyası Savaşı sonrası dönem ve 1980’lerden bugüne uzanan neoliberal küreselleşme dönemi. Böyle baktığımızda Antroposen yerine belki “Kapitalosen” demenin daha doğru olacağı bu çağın, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve çevre tahribatı açısından en karanlık dönemini ise son elli yıldır yaşıyoruz. WWF ve Londra Zooloji Topluluğu’nun yayınladığı araştırmaya göre son elli yılda küresel sıcaklık artışının üçte ikisi meydana geldi, tatlı su ekosisteminin yüzde 75’i yok oldu ve yıllık plastik üretimi elli yıl öncesine kıyasla 7 kat artarak 350 milyon tona ulaştı. Plastik ürünlerin doğada çözünmesi yüz yıllar aldığından şu an 7 milyon ton ağırlığındaki plastik atık yığını Pasifik Okyanusu’nun ortasında yüzüyor ve 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde bir “Yedinci Kıta” oluşturuyor. Peki, biz bu on yüz milyon milyar plastiği ne yaptık!
“Yedinci Kıta” başlığını taşıyan 16'ncı İstanbul Bienali işte bu soruyor. İnsanlığın sebep olduğu doğal ve kültürel atıklara odaklanan ve farklı disiplinleri bir araya getiren bienal, doğa-kültür ayrımının ortadan kalktığı, şehirlerin tek bir megapolde birleştiği, merkezsiz, insan üretimi bir dünyayı “antropoloji ve arkeolojinin araçlarıyla” ele alırken, “sanat ve ekoloji arasındaki ilişkiyi de tartışmaya açma” iddiası taşıyor. Ancak Bülent Eczacıbaşı’nın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Koç Holding sponsorluğunda düzenlediği bienalin önce kendi varlığını ve ekolojik tahribata ilişkin nasıl bir ‘sanatsal’ müdahalede bulunmak istediğini tartışmaya açması gerekiyor.
Bienalin ana mekanı olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binası, Karaköy rıhtımından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Fındıklı kampüsüne uzanan Galataport projesinin sınırları içinde kalıyor. Hatırlandığı üzere, iktidarın ‘mega’ projelerinden biri olarak tasarlanan ve Doğuş Holding ile Bilgili Holding ortaklığında inşa edilen Galataport için İstanbul Modern’in yanı sıra Karaköy İskelesi’nin tarihi ana yolcu salonu da yıkılmıştı. Bu nedenle bienal, içeride, bienalin küratörü Nicolas Bourriaud’nun ifadesiyle söylersek, “egemen ekonomiyle içinde yaşadığımız çevre arasında doğrudan bir bağ kuran Antroposen çağını” incelerken, pencerelerden dışarı baktığımızda da kültür varlıklarının yok edildiği muazzam bir şantiye manzarası sunuyor!
Ayrıca, 1937’de kurulan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin 2012’de Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi’nden çıkarılıp Karaköy’deki Antrepo 5’e taşınması, benzeri bir yer değiştirme hamlesinin sembolik anlamına ilişkin tartışma yaratmıştı. 2014’te düzenlenen “Müzemi İstiyorum” panelinde söz alan Ali Artun, Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunun “Osmanlı hanedanının haşmetini temsil eden Topkapı Sarayı koleksiyonunun tersi, hatta ona karşı bir anlayışla oluşturulduğunu, bu nedenle de uzun süreler kapalı tutulduğunu, bütçe ayrılmadığını ve aynı nedenle Veliaht Dairesi’nden çıkarılıp Antrepo 5’e sürüldüğünü düşündüğünü” söylemişti. MSGSÜ rektörü Handan İnci yakın zamanda Kültigin Kağan Akbulut’la yaptığı röportajda üniversiteye bağlı müzenin yeniden yapılanma sürecine ilişkin soruları üstünkörü cevaplarla geçiştirirken, çağdaş sanat koleksiyonu nedeniyle yerinden edildiği düşünülen İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin, bienal gibi merkezi bir çağdaş sanat etkinliğinin ana mekanı olarak neden ve nasıl seçildiği bilinmiyor.
Bienale katılan 56 sanatçıdan 37’sinin, işlerinin sergileneceği mekana dair soru sormamış olmasını, kamusal şeffaflıktan uzak bir nakil süreciyle bir şantiye sahasının ortasında konumlanan müzenin yakın tarihine ilgisiz kalmasını tuhaf buluyorum. Bu durum, doğa tahribatıyla kültürel yıkımı birbiriyle ilişki içerisinde okumak isteyen bir karma sergide iyice göze batıyor. Kentsel dönüşüm adı altında yoksulların yerinden edilmesi, kentsel topografyayı istila eden yapı faaliyetleri, kentin tarihsel kimliğini, kültür varlıklarını ve hafızasını yok eden dev projelerin hayata geçirilmesi Antroposen çağına özgü pratikler değil midir? Açılıştan bir gün sonra Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung gazetesinde yayınlanan Kolja Reichert imzalı yazı da bienale ve içinde yer alan işlere dair şunları söylüyor: “Şahit oldukları şiddet ve yıkıma ses çıkarmamanın suçluluğuyla dolular.”
Büyükada’da ve Pera Müzesi’nde sergilenen işleri görmediğim için onları bu yazının sınırları dışında tutuyorum, fakat bienalin ana mekanı olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki sergi üzerinden bienale yönelttiğim eleştiriler baki. Müzedeki işlere gelince; sanatçılar, bilim insanları ve mimarlardan oluşan Feral Atlas Kolektifi’nin ilk katta sergilenen işlerini gördüğümde heyecanlanıp, bienalin bu yıl ‘beklediğimden iyi’ olduğunu düşündüm. Kolektifin “İstila,” “İmparatorluk,” “Sermaye” ve “Hızlandırma” olarak tanımladığı süreçlere dair ürettiği işler, insan faaliyetlerinin hem doğada yarattığı hasara hem de finans mantığıyla şehrin ve taşranın metalaştırılmasına dikkat çekiyor. Eloise Hawser’ın İstanbul’da ürettiği Çöp Boşaltma Alanı adlı multimedya yerleştirmesi, Turiya Magadlela’nın ırkçılığa ve cinsiyet ayrımcılığına işaret etmek için külotlu çoraplarla ördüğü halılar, Marguerite Humeau’nun kadınların çıkardığı sesleri ve fısıltıları kaydettiği ses yerleştirmesi (tedirgin edici bu sesler kadınların bir büyü, ayin veya mistik bir ritüel yaptığını düşündürüyor) ve Özlem Altın’ın insan bedeni üzerinden “geçiş” anlarını vurguladığı Her An Bir Geçit (Jurema) adlı yerleştirmesi beğendiğim işlerden.
Buna karşılık, bienale Türkiye’den katılan bazı sanatçıların çalışmaları oldukça zayıf kalıyor. Örneğin Elmas Deniz, Şişli’den Taksim Meydanı’na uzanan bölgeyi gösteren üç boyutlu bir rölyef tasarlamış ve bu bölge üzerindeki eski nehir ve dere yataklarını işaretlemiş. Bu yazıyı okursa darılmasını istemem, ama kendisi bu formatın ne kadar ‘eskide’ kaldığını büyük ihtimal benden daha iyi biliyordur çünkü buna benzer işlerle aşağı yukarı on sene önce İstanbul’un morfolojik dönüşümünü inceleyen sergilerde karşılaşıyorduk (2010’da Bilgi Üniversitesi’nin Santral kampüsünde açılan “İstanbul 1910-2010 Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi” sonraki birçok işe ve sergiye esin kaynağı oldu). Eski yöntemlere, formlara dönmek bu dönüşün ‘bugün’ neden gerekli olduğuna dair ipuçlarını da barındırmalı.
Bir örnek daha vereyim. Ozan Atalan Monokrom adlı yerleştirmesinde, yeni havalimanı ve üçüncü köprü inşaatlarının Kuzey Ormanları’na verdiği zararı, bunun sonucunda da bölgeye özgü bir tür olan mandaların yaşam alanlarının yok edilmesini anlatıyor. Buna diyeceğim yok, peki odaya yerleştirilen ‘gerçek manda iskeleti’ne ne demeli? Bir türün yaşam alanını yok etmek gibi ‘vahşi’ bir saldırının sorumluluğunu üstlenmeye ve suçluluk duymaya davet ediliyorsak, bir hayvan iskeletini dökülmüş beton üzerine boynuzlarının dahi cilalanmış olduğu izlenimini yaratacak kadar ‘kusursuz’ yerleştirmeyi, işin amacına ters buluyorum.
Greta’nın öncülüğündeki İklim İçin Okul Boykotu hareketinin, ekolojik krizin başlıca sorumlusu olan şirketlere dur diyen ve devletlerden çevre politikalarında esaslı değişiklikler yapmalarını isteyen küresel bir gençlik hareketine dönüştüğünü görüyoruz. “Yedinci Kıta” başlığını alan 16'ncı İstanbul Bienali, bu konunun nihayet gündeme taşınması açısından “doğru zamanda,” doğru bir müdahale olabilirdi. Fakat bienalin ana mekanı olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki sergi, bienalin içinde yer aldığı mekana ve ele aldığı meselenin boyutlarına dair farkındalığını sorgulatıyor. Bienalin farkındalık düzeyini, 23 Eylül’deki BM İklim Zirvesi’nde, “Nükleer krizden korkmayan bir ülke ve toplum yaratmak istiyorum” diyen Japonya Çevre Bakanı Şinjiro Koizumi’nin konuştuğu konuyla ilgili farkındalık düzeyine benzetiyorum. Aynı konuşmada iklim kriziyle mücadelenin ‘seksi ve eğlenceli’ olması gerektiğini söyleyen Koizumi’nin terimleriyle ifade edersem, bienalin de ekoloji krizine ‘seksi’ bir müdahalede bulunduğunu söyleyebilirim. Bienal, 10 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.