Kasabalılığı nereden biliyorsun?
Taşra bir sıkışmışlık halidir, bir arada kalmışlıktır, yalnızca köy ve kent arasında değil, gelin ile kaynana arasında, hükümet ile muhtarlık arasında, iki kardeş arasında, baba oğul arasında… Bu sıkışmanın, taşrada binlerce varyasyonu vardır. Ama tüm bu sosyal bağlamların, dünya tarihinin, Türkiye’ye biçtiği ‘kader’ ile yakından ilgisi vardır.
Osman Özarslan
Profesör Ali Dursun Ulusoy’un, kasabalılık hakkında yazdıklarını şaşırarak okudum. Şaşırmamın sebebi, dert edindiği şeylere katılmamam değil, bilakis söylediklerinin hepsi olgusal olarak doğrudur, beni şaşırtan şey, bir profesörün, son derece tarihsiz, sınıfsız, apolitik nazarlarla taşraya bakmasının sonucunda, son derece talihsiz sonuçlara ulaşılmış bir yazı kaleme almış olmasıdır. Profesör Ali Dursun Ulusoy’u bu talihsizliğe sürükleyen temel saik, muhayyel bir burjuva kültürü ve varsayılmış bir cumhuriyet asr-ı saadetinin perspektifinden, güncel siyasi hayata ve onun öznelerine bakmasıdır zannımca. Böyle olunca, yazarın, Türkiye’nin kentlerini, varlıklarını, siyasetini, istila etmekle suçladığı mekan ve özneler yani kasaba(lılar); onları ortaya çıkaran sosyal, iktisadi koşullar gözardı edilerek analiz edilmiş, bu büyük eksikliğin yeri de, kasabaya bir öz atfederek doldurulmaya çalışılmış, böylelikle yazarın kasaba(lılar) ile kurmuş olduğu ilişki, son derece hegemonik, üsttenci ve yer yer de oryantalist motifler içermiştir.
TÜRKİYE TAŞRASININ TARİHİ
Prof. Ali Dursun Ulusoy, kasabalılığı “köylülükle kentilik arasında sıkışmışlığın artık yaşam tarzı haline gelmiş deforme kurnazlık hali” olarak tanımlıyor. Ben bir takım ihtiyat ve muhalefet şerhleri ile bu tanımı kabul etmekle beraber, bunu taşralılık olarak adlandırmayı daha doğru buluyorum ve bundan sonra da böyle kullanacağım.
Taşranın bu tanımına ilişkin benim koymuş olduğum muhalefet şerhinin özü, bu tanımın tarihsiz ve evrensel bir ‘taşra özü’ ihtiva ediyor oluşudur. Yazara göre bu öz, taşra kurnazlığından tevarüs eder, belirli bir kuluçkalanma evresinden sonra (genellikle üniversite mezuniyetinin ardından), taşralı mesleğini edinip para kazanmaya başlayınca içindeki canavar ortaya çıkar.
Yani, mesele bu olmasa da insan sormadan edemiyor, örneğin yedi göbek burjuva olan Rockefeller Ailesi'nin fertleri piyasaya girince, naif mi davranıyorlar? Ama, mesele bu değil, taşralılığın ve kurnazlığının bir tarihi var ve bu tarihin de dünyanın ve Türkiye’nin içinden geçtiği 200 yıllık dönüşümle yakından bir ilgisi var. Şimdi bu tarihe bakalım:
Taşra bir sıkışmışlık halidir, bir arada kalmışlıktır, yalnızca köy ve kent arasında değil, gelin ile kaynana arasında, hükümet ile muhtarlık arasında, iki kardeş arasında, baba oğul arasında… Bu sıkışmanın, taşrada binlerce varyasyonu vardır. Ama tüm bu sosyal bağlamların, dünya tarihinin, Türkiye’ye biçtiği ‘kader’ ile yakından ilgisi vardır. Arada kalmışlık hissiyatı üzerinden devam edersek, Türkiye’nin arada kalmayı bir siyasi-askeri pozisyon olarak kabul etmesi, ya da kendine yedirmesi diyelim, 1853-56 yılları arasında süren Osmanlı-Rus Savaşı esnasındadır. Marx’ın Doğu Sorunu başlığında toplanan çalışmalarının büyük bir kısmı bu savaşla ilgilidir ve Marx, Batılı devletlerin ‘Rus despotizmine karşı, Osmanlı mülayimliğini bir tampon olarak desteklediklerini’ analiz eder ve Batı'nın bu tavrını destekler.
Şimdinin muktedirlerinin, tampon diye dillerinden düşürmedikleri hikaye o zamanlarda başlar, Osmanlı önce Rusya’ya, sonra İngiltere’ye, sonra Almanya’ya, sonra Sovyetler’e karşı tamponluk hizmeti sunar… Hayat bilgisi kitaplarında, Asya ile Avrupa arasında köprüyüz diye hikaye edilen mesel, hariciyede tampon hizmeti olarak Türkiye’nin elindeki tek jeopolitik koz olarak yıllarca çok sattı ve hâlâ da satmaya devam ediyor.
Dışarı kelimesi, etimolojik olarak 'taşra'nın (Taşgaru) bozulmuş halidir. Yani taşra dediğimiz şey, dışarıdır. Taşralı da, dışarıda kalan kişidir. Bu tampon hikayesinden bakınca, Türkiye, dünyanın, özellikle de Avrupa’nın taşralarından birisidir. Erken cumhuriyet düşünce dünyasında bir patolojiye dönüştüğü biçimiyle, Türkiye ne Doğuludur ne Batılıdır, ne seküler ne dindardır, ne merkezdir ne çevredir…
TAŞRANIN SINIFLARI
Cumhuriyeti kuran kadro bu meseleye, jakobence müdahale etmeye çalışmış, bildiğimiz reformları yapmıştır. Yarım yamalak bir Cumhuriyet kültürü oluşsa da, ne Osmanlı da, ne Türkiye’de 20'nci yüzyıl boyunca, Cumhuriyetin arzuladığı şekliyle ve kapitalist normlara uyan ne bir burjuva sınıfı ne de bir burjuva kültürü oluşmuştur. Şimdilerde işler biraz daha karışık ama 1970’lerin 1980’lerin 1990’ların burjuvalarını hatırlayalım, TÜSİAD, MESS, Koç, Sabancı, Toprak…. Bir elleri Ermeni yağmasında, bir elleri kurtlu peynir tenekesinde, arkalarında aşiret, paçalarından cehalet akan, ömürlerinde bir şey icat etmemiş, bir şey üretmemiş, ithal ikameciliği, montaj sanayisini endüstri diye yıllarca millete yutturmuş; üstelik de monte ettikleri şeyin kalitesini düşürmeden piyasaya çıkarmayan (Kıvılcımlı’nın diliyle söylersek) tefeci-bezirgan takımı.
Bu cumhuriyet dediğimiz mefkure, ne seküler bir hukuk ve siyaset kurmak için İslam'ın siyasallaşması ile doğru düzgün mücadele etmiş ne de bu burjuva dediğimiz hacı ağalar, doğru düzgün bir burjuva kültürü oluşturmaya çalışmışlar… Gelenle ağam, gidenle paşam…
Generali, siyasetçisi, akademisyeni, bürokratıyla, taşralılığı faşizmin, İslamcılığı da Türklük betonunun harcı olarak gören bu güruh, köylüleri taşrada tutarken, kente gelenlere de, Tandoğan’ın yaptığı gibi meydanlarda görünmeyi yasaklarken, halkı sahillere indirmeyip vatandaşın plajda keyfinin kaçırılmamasını kendisine vazife bilmiş…
Ne var ki, taşra, 1960’lardan sonra ‘sanayileşme’ dalgasıyla, 1985’ten sonra iç-savaş nedeniyle, 1990’lardan sonra da neo-liberal politikaların tarımı öldürmesinden dolayı çakma kentlere taşındı…
Evet, ister merkez çevre diyelim, ister taşra kent diyelim, ister avam-havas diyelim, ister monşerler-hacıyağlılar diyelim, neresinden bakarsak bakalım, merkezin dışında kalmış, taşralı/kasabalı AKP tarzı muhafazakarlık Türkiye’nin bütün alanlarına, işgal kuvvetleri gibi saldırıyor. Ama burada gerilimin merkezi, taşralılık kentilik değildir, Türkiye, hem coğrafi, hem iktisadi, hem sosyolojik, hem kültürel, hem de tarihsel olarak taşradır ve taşralıdır. Sakıp Sabancı, boş ceplerini gösterip “aha vallah param yox” diye meddahlık yapalı birkaç on yıl oldu, Turgut Özal, Erdal İnönü’ye “sen küçük Turgut’la oyna” dediğinde 1980’lerdeydik, 16 Ağustos depreminde cesetler kepçelerle kürünüp çöplüklere döküleli çok olmadı, ‘milletçe bizim en büyük marifetlerimizden birisi, tostun son lokması ile ayranın son fırtını birbirine fiti fit getirmemizdir’ diyenler, ‘kardeşim bizim milletimizin en büyük marifeti her şeyin hilesini icat etmektir’ diye övünenleri salonlara, üstelik üniversitelerde salonlara doldurup iletişim uzmanı olarak konferanslar vermeye devam ediyorlar hâlâ.
AMA NASIL?
Hulasa, muhayyel bir burjuva kültürüne ağıt yakmaya, bu kültürü yağmalayanlara da beddua etmeye de gerek yok, Türkiye’nin böyle bir yapısı hiçbir zaman olmadı…
Ama yazarın, burjuva kültürünü muhayyel bir boş gösteren olarak kurduğu ve taşrayı da bir günah keçisi olarak inşa ettiği yazısında sorduğu şu soru önemli: ‘Nasıl oluyor da, zeki, temiz yüzlü, iyi niyetli kasabalı çocuklar bu hale dönüşüyor?’
Aslında, burada büyük bir düzenek (dispozitif) var, ve merkezinde de, Sakallı Celal’in “bu kadar cehalet ancak maarif ile mümkün”dür dediği eğitim sistemi duruyor. Çocuklar anaokulundan itibaren, okul yönetiminin bin bir türlü numarasına maruz kalıyor, arkadaş gruplarında da rekabetçiliğin Türk ve taşralı biçimlerini içselleştiriyorlar, üniversiteye geldiklerinde, hak, hukuk, adalet gibi idealleri olanlar, kendilerine numune olması gereken hocaların, üniversiteyi nasıl bir sirke dönüştürdüğüne şaşırarak şahit oluyorlar. Taciz ve karşılığında not/statü takası, çetecilik ve karşılığında not/statü takası… Ek ders, akademik performans, atıflar, makaleler, hakemlikler… Profesörlerin, akademisyenleri ve öğrencileri, hamamda bayılan kadın taklidi yapan hayvanlar gibi terbiye ettikleri bir panayır…
Öğrenciler, anaokulundan başlayıp üniversitenin kapısından çıktıklarında, Anadolu irfanı denilen, taşranın bütün ilimlerini, yani kendi çıkarları için eğilip bükülmeyi ve her şeyi eğip bükmeyi, gerektiğinde üzerine basmayı gerektiğinde üzerinden atlamayı, ne zaman kimin ayaklarının altında izmarit olacaklarını, ne zaman kimin sigarasını, ne zaman kimin canını yakacaklarını, ve bu tüm madrabazlıkları nasıl meşrulaştıracaklarını, mükemmelen talim etmiş oluyorlar…
Böylelikle, merkezin taşrasında başlayan hikaye, taşranın merkezine doğru yani çakma burjuvaların yaşadığı çakma kentlere doğru, helezonik bir şekilde yeniden, yeniden ve yeniden yayılıyor… Sonsuza gidiyor…