Mesele açlık değil açgözlülük
Asıl meselemiz açlık değil, daha fazla verim/ürün sloganı ile ürettikleri kimyasallarla gezegene, sağlığımıza ve gıda güvenliğine zarar veren şirketlerin açgözlülüğü. Öyle ki dünyadaki pestisit piyasasının yüzde 75’ine, ticari tohum piyasasının yüzde 63’üne çok uluslu altı şirket hükmediyor.
Oya Ayman*
Bugün Dünya Gıda Günü, ne mutluyuz ne de gururlu! Çünkü market raflarında ve pazar tezgâhlarında ”gıda” adı verilen yiyeceklerin bizi beslemek şöyle dursun yaşamımızı tehdit ettiği, yüz milyonlarca insanın açlık çektiği, buna karşın yüz milyonlarca insanın da obezite sorunuyla boğuştuğu garip zamanlarda yaşıyoruz.
BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bu yıl Gıda Günü için belirlediği tema "sıfır açlık". Yani, sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmeyi herkes için ulaşılabilir kılmak. Bu hedef, 70 yıl önce pestisitler ve sentetik gübreleri ”Yeşil Devrim” olarak sunanlar tarafından da benimsenmişti. Ancak verimlilik adına mucize gibi gösterilen ve çoğu, savaş artığı bombalardan devşirilen tarım kimyasalları ile hibrit tohumlar açlığı önlemek bir yana, tarım topraklarına, suya ve biyoçeşitliliğe verdiği zararlar nedeniyle gıda güvenliğini tehdit ediyor, dolayısıyla açlık ve yetersiz beslenmeye neden oluyor.
Günümüzde dünyada yaklaşık bin, Türkiye’de ise 340 civarında pestisit etken maddesi kullanılıyor. Bu etken maddeler çok farklı markalarda piyasaya sürülen yüzlerce pestisitin içeriğinde bulunuyor.
Böcek, ot ve mantarlardan kurtulmak için kullanılan ve pestisit adı verilen bu zehirler, sadece ”zararlı” olarak nitelenen organizmaları etkilemekle kalmıyor, çevreyi de zehirliyor. Öyle ki, tarlalara ve bahçelere atılan zehrin sadece yüzde 2’si hedef organizmaya gidiyor. Geri kalan yüzde 98’i toprağa, suya, havaya karışıyor ve hedef olmayan canlı türlerine zarar veriyor. Ortamdaki yararlı, mikroorganizmaları, böcekleri, solucanları, kuşları ve arıları da öldüren bu zehirler canlılığı ve çeşitliliği yok ederek toprağın fakirleşmesine, suların kirlenmesine, hatta salınan gazlar nedeniyle iklim değişikliğine yol açıyor.
Üstelik zararlı olarak etiketlenen canlılar, pestisitlere zamanla bağışıklık kazandığı için pek çok çiftçi zehrin dozunu giderek artırıyor. Uludağ Üniversitesi’nden Elif Erbek, Ahmet Özyörük ve Ümit Arslan’ın yaptığı bir araştırmaya göre, endüstriyel tarımda bir armuda 18 kez, bir elmaya 11 kez, bir şeftaliye ise 10 kez pestisit, yani zehir uygulanıyor.
Dünyada kullanılan pestisit miktarı yılda 3,5 milyon ton. Türkiye’de ise gıda üretimi için yılda 60 bin ton civarında pestisit kullanılıyor ve bunun maddi karşılığı 600 milyon dolar.
Sonuç; giderek fakirleşen tarım toprakları, kirlenen su, iklim değişikliğinin yol açtığı kuraklık ve seller, giderek azalan biyoçeşitlilik... Çiftçiler kirlenen ve giderek çölleşen alanlarda gıda yetiştirmekte zorlanırken, zehirsiz gıdaya erişim de güçleşiyor.
Örneğin Dr. Bülent Şık’ın yürütücülüğünü yaptığı, Antalya’nın semt pazarlarında satılan çeşitli gıda örneklerindeki pestisit kalıntılarını belirlemek için hazırladığı bir çalışmanın sonuçları, sağlıklı gıdaya erişim sorunu hakkında fikir veriyor. 2013-2014 yılları arasında toplam 400 gıdadan alınan örneklerin analiz sonuçlarına göre, pazardaki her beş gıdadan biri yasal limitleri aşan oranda pestist kalıntısı içeriyordu.
Pestisitler sağlığımızı da bozuyor. Zehri uygulayan çiftçiler başta olmak üzere her yıl binlerce insan pestisitler yüzünden hayatını kaybediyor ya da kronik hastalıklara yakalanıyor. Pestisitler insanlarda kısırlık, üreme sağlığı bozukluları, hormonal sistemde ve sinir sisteminde bozulmalar ve kanser gibi sorunlara yol açıyor. Buna karşın Dünya Sağlık Örgütü tarafından “tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen çok sayıda pestisit gıda üretiminde kullanılmaya devam ediyor.
Evet, pestisitler kısa vadede verimi yükseltti ama FAO’nun da her fırsatta tekrarladığı gibi, dünyadaki açlığın nedeni gıda üretiminin miktarı değil, gıdaya erişimin önündeki engeller. Savaşlar, çatışmalar, iklim değişiklikleri ve göçlerle birlikte artan yoksulluk açlığın giderek tırmanmasına neden oluyor. Türkiye de gıdaya erişimin giderek zorlaştığı ülkeler arasında.
Özellikle küçük çiftçiler tarımda artan maliyetler karşısında yoksullaşıyor. Piyasa tohumlarına, traktörüne koyacağı mazota, bitkilerine ve toprağına verdiği pestisitlere ve sentetik gübrelere bağımlılığı artan çiftçiler gıda güvenliği yerine, ister istemez dev şirketlerin başı çektiği gıda egemenliğinin aktörü oluyor. Ya da çareyi topraklarını terk edip kente göç etmekte buluyor. Son 10 yılda yüz çiftçiden 38’i topraklarını terk etti. Tüketici çoğunluğa katılan bu insanlar, yiyeceğe ödediği bedelin dörtte üçünün aracı ve perakendeciler arasında bölüşüldüğü, yiyecek fiyatlarındaki artışın ücret artışından daha fazla olduğu bir sistemin parçası olmuş durumda.
Türkiye’de her yüz kişiden 85’i kentlerde, sofralarına gelen gıdanın nerede, nasıl, kimler tarafından yetiştirildiğinden bihaber, market raflarına ve pazar tezgâhlarına bağımlı yaşıyor. Kentleşme, yapılaşma, sanayileşme ve üretimin terk edilmesi gibi sorunlar ise tarım alanlarının 15 yılda yüzde 12 daralmasına yol açtı.
Bütün bu tabloya rağmen, tarım zehirlerini ve GDO teknolojilerini burnumuza dayayan çok uluslu dev şirketlerin savunduğunun aksine hem dünyada hem de Türkiye’de herkese yetecek kadar yiyecek üretiliyor. Rakamlar ortada: Dünyada 7,5 milyar insan var. Her dokuz kişiden biri gıdaya erişemediği için aç, ama üretilen 4 milyar ton yiyeceğin 1,3 milyar tonu daha sofraya gelmeden çöpe gidiyor, 2 milyar insan fazla kilolu, 650 milyon da obez var. Türkiye’de ise nüfus 80 milyon. 16 milyon insan açlık çekiyor, üretilen gıdanın yüzde 30’u sofralara gelene kadar heba oluyor, her üç yetişkinden biri obez ya da fazla kilolu.
Yukarıdaki verilere, pestisit kalıntısı içeren ve bu pestistlere zor şartlara dayanıklı yerel tohumlardan daha çok ihtiyaç duyan hibrit tohumlarla yetiştirilen yiyeceklerin besin değerinin düşük olduğunu; karbonhidratlı gıdalar ve fast food gibi kolay erişilebilir, ucuz yiyecekler nedeniyle yanlış beslenme ve obezite riskinin artmasını da eklersek, açlığın bir diğer yüzü olan yetersiz beslenme sorununun gerçek vahameti ortaya çıkıyor.
Bu noktada şu sorular gündeme geliyor: Dünyada milyonlar açlık çekerken diğer milyonlar yeterli mi besleniyor? Bizi beslemekten çok hasta eden pestisit kalıntılı yiyeceklere gerçek ”gıda” diyebilir miyiz? Savaşlar ve iklim değişikliklerinin tehdidi altında, zehirsiz gıda herkes için nasıl erişilebilir hale getirilebilir?
Tam da burada yumurta tavuk ikilemi karşımıza çıkıyor: Açlığa çare olacak diye önerilen endüstriyel gıda üretiminde kullanılan kimyasallar açlık, hastalık, yoksulluk, çevre kirliliği ve iklim değişikliğinin nedenleri arasında yer alırken, açlık da sosyal çatışmalara, savaşlara neden oluyor.
Aslında sorun, çözümü içinde barındırıyor. Kimyasallardan adım adım kurtulmak ve doğa dostu tarım uygulamalarını yaygınlaştırmak. Çünkü doğa dostu yöntemler biyolojik çeşitliliği gözetiyor, toprağı onarıp besin açısından zenginleştiriyor, çiftlik dışı girdilerin kullanımını azaltıyor, hatta emek yoğun olmasıyla işsizlik sorununa da çözüm sunuyor.
Bugün pek çok ziraatçı ve çiftçinin savunduğu "Bu nüfusu pestisitler olmadan besleyemezsiniz" sözlerini artık doğru bilinen yanlışlar listesine alabiliriz. Endüstri mühendisi iki araştırmacı Dr. Yonca Demir ile Dr. Bulut Arslan’ın yaptığı araştırmaya göre Türkiye nüfusunu besleyebilecek gıdayı yetiştirmek için pestisite ihtiyaç yok. Her bölgenin nüfus, ekilebilir alan ve ekolojik tarımda elde edilen ortalama verileri hesaba katılarak yapılan çalışmanın sonuçları, her bireyin günlük ihtiyacı olan kalori, protein, yağ ve karbonhidratı da alarak sağlıklı beslenebileceğini kanıtlıyor. Bunun için Türkiye’deki ekilebilir alanların yüzde 63’ünü kullanmak yeterli.
Yani asıl meselemiz açlık değil, daha fazla verim/ürün sloganı ile ürettikleri kimyasallarla gezegene, sağlığımıza ve gıda güvenliğine zarar veren şirketlerin açgözlülüğü. Öyle ki dünyadaki pestisit piyasasının yüzde 75’ine, ticari tohum piyasasının yüzde 63’üne çok uluslu altı şirket hükmediyor.
Zorluklar devam etse de, bilim insanları, çiftçiler ve gıda güvenliği için çalışan grupların ortak çabaları sayesinde ilham verici başarı hikâyeleri ortaya çıkıyor. Örneğin İsveç bu çabalar sayesinde pestisit kullanımını yüzde 50 oranında azaltmayı başardı. Endonezya ise "entegre zararlı yönetimi" uygulaması ile altı yıl içinde pestisit kullanımını yüzde 62 oranında azalttı ve aynı dönemde ürün verimliliğinde yüzde 10 artış sağladı.
Türkiye’de de çok sayıda çiftçi pestisit kullanmadan gıda yetiştiriyor ve bundan geçimini sağlıyor. Doğa dostu yöntemlerden biri olan organik sertifikalı tarımda çiftçi sayısı son 10 yılda 15 binden yaklaşık 80 bine yükseldi. Gün geçtikçe daha fazla tüketici gıdasının nereden geldiğini, kimler tarafından nasıl yetiştirildiğini sorguluyor ve gerçek gıdaya ulaşmak için topluluklar, kooperatifler oluşturuyor, çiftçilerle işbirliği yapıyor, doğa dostu üretimleri destekliyor.
Ancak pestisitlerden kurutularak, yerini Türkiye genelinde doğa dostu uygulamaların alması için gıda ve tarım politikalarında bu yönde değişikliklere gidilmesi gerekiyor.
Bu ihtiyaçtan hareketle gıda güvenliği, biyoçeşitlilik, iklim değişikliği, tüketici hakları ve sağlık alanında çalışan örgütlerin de aralarında yer aldığı 90 sivil toplum kuruluşu, zehirsiz üretim ve zehirsiz sofraları mümkün kılmak üzere harekete geçti. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin Avrupa Pestisit Eylem Ağı ile birlikte yürüttüğü, Zehirsiz Sofralar projesi kapsamında kurulan Sivil Toplum Ağı’nda bir araya gelen kuruluşlar, Dünya Sağlık Örgütü tarafından ”son derece tehlikeli”, ”yüksek derecede tehlikeli” ve ”muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırılan pestisitlerde bulunan 14 etken maddenin Türkiye’de yasaklanması için önümüzdeki ay bir kampanya başlatıyor.
AB tarafından Sivil Toplum Diyaloğu V Programı kapsamında finanse edilen proje, pestisitlerin olumsuz etkileri ve alternatif doğa dostu tarım yöntemleri hakkında üretici ve tüketicilerde farkındalık yaratmayı da amaçlıyor.
Sağlıklı gıda herkesin hakkı. Ama talep etmek tek başına yeterli değil. Bunun için taşın altına elimizi sokmamız ve katılımcı olmamız gerek. Taşın altında ne mi var? Gerçek gıdayı yetiştiren çiftçiler, onları destekleyen kuruluş ve topluluklar, politikacılardan ve yerel yönetimlerden gerçek gıda için gerekli düzenlemelerin yapılmasını talep edenler, tarım zehirlerine alternatif doğa dostu uygulamaları geliştiren akademisyenler, bu uygulamalarla ilgili eğitim veren uzmanlar, biyolojik çeşitliliğin korunması için çalışanlar, adil ticaret ve tüketici hakları için çabalayanlar...
*Gazeteci-yazar, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Koordinasyon Kurulu Üyesi