Biliyorum ayıracak bu son mektup ikimizi
Mektubun gerçek olduğu artık kesinleştikten sonra iktidar yayınlarından birinde şöyle bir başlık vardı: Erdoğan mektubu çöpe attı. İyi ama neden? Neden kamuoyuna açıklayıp, ‘bakın bu deli bana ve benim şahsımda bu devlete terbiyesizce, izansız şeyler yazmış. Ben de bütün halkımız adına hak ettiği yanıtı vereceğim’ demek yerine kaldırıp çöpe atmış?
Ulaş Altuner*
Dünyanın sarı dayısı Donald Trump’ın dillere destan laubaliliğine attığı tweet’lerden ve koca koca ülkelerin kerli ferli başkanlarına yaptığı el şakalarından falan aşinayız. İnsan yine de bu işlere bakan bir kadro olduğunu bildiği için bir devlet başkanının bir diğerine yazdığı mektubun devlet üslubunun ve diplomatik teamüllerin dışına çıkamayacağını varsayıyor. Yanılmışız. Dayı o işleri de kendi meşrebince yapıyormuş meğer. ‘Böyle yazmayalım’ diyenlere kulak asmamış belli ki. Mektubun muhatabı açısından bakılınca en azından bu kısım pek yadırganmamıştır diye düşünüyorum. İnsanın danışmanlarını dinlemesi için bir neden var mı?
Mektupta şu ifadelere yer veriyor Trump:
“Gelin iyi bir anlaşma yapalım. Binlerce insanın katlinden sorumlu olmak istemezsiniz; ben de Türkiye ekonomisini mahveden kişi olmak istemem ki bunu yaparım. Rahip Brunson olayında bunun bir örneğini sunmuştum… Eğer bunu insani ve doğru yoldan yaparsanız tarih sizi iyi yazar. İyi şeyler olmazsa tarih sizi affetmez. Sert adam olmayın. Aptal olmayın!” diyor ve “Sonra arayacağım” diye bitiriyor. Öptüm kib falan da yazabilirmiş aslında.
Söz konusu mektubun üslubu, içeriği, bunun itibar yönünden nasıl bir hasara yol açtığı gibi konuşulacak bir sürü şey var ama asıl dikkatimi çeken bu mektubun bir şekilde sumen altı edilmiş olması. Bundan sadece 10 gün önce birisi bu metni ortaya çıkarıp “ABD Başkanı, bizim başkana böyle bir mektup yazsa ne olur” sorusunu ortaya sorsa nasıl yanıt verirdik? 10 yaşında çocuklar bile “reis çıkar ağzının payını verir” derdi. Öyle olmadı. Neden böyle bir mektup hiç yazılmamış, adresine hiç ulaşmamış gibi davranıldı. Deliyle deli olunmak mı istenmedi? Bence o kadar basit değil.
Yakın Türkiye tarihinin en büyük belası, siyasetin her cenahında ve her kademesinde yüksek dozda uygulanan popülizm ve bunun toplumun geneli nezdinde bulduğu anlamlı karşılık. Siyaset, asla sorgulanamayacağını bildiği hassasiyetlere; hamasete, dini inançlara, geleneklere, Orta Çağ'dan bu tarafa sökülüp atılamamış hasletlere ve artık ne anlama geldiğini bile unuttuğumuz ‘milli değerlere’ abandı ha abandı. İlginç olan, Türkiye’nin önemli bir kesiminin bu kamçı sırtında her şakladığında kamçıyı savuranla aynı hizaya girivermesi, dönem ve koşulları ne olursa olsun her seferinde iktidarın maksadının bu sayede hasıl olmasıydı. Hiç sekmedi. Bir kez olsun yanıltmadı.
Son yıllarda icat edilen ‘büyük resim’ o kadar büyük ki içine her şeyi sığdırabiliyoruz. Doğrudan ya da dolaylı şekilde iktidarı yıpratacak, itibarsızlaştıracak her nevi gelişmeyi dahil edebiliyoruz. Üst akıl, büyük oyun, büyük resim… Adı ne olursa olsun bu masalların artık dinleyici bulmadığı bir noktaya gelindiğindeyse o kamçı yine çıkıyor ortaya. Normal koşullarda bile gözlerimizi kısa kısa zar zor seçebildiğimiz iktidar – muhalefet ayrımı ortadan kalkıyor. Aynılar aynı yere diziliyor.
“Propagandayla zehirlenmedikleri sürece kitleler asla savaş düşkünü değildir” diyor Albert Einstein. Doğrudur. Ne var ki tarih, her dönemde ve her coğrafyada oluk oluk akıtılan bu zehre karşı kitlelerin direncinin çok düşük olduğunu ve bir kez bünyeye girdi mi temizlemenin mümkün olmadığını bize zor yoldan öğretti. Açıkçası bizde öyle mebzul miktarda zehre de pek gerek olmuyor. Irmağının akışına ölünen ülkemizde bu zehrin tırnak içi kadar kullanımı bile benim diyen iktidar karşıtını birden bire mehter ile hislenecek duygu durumuna getirmeye yetiyor. Muhalifler mehter marşı ile hislenirken, iktidar yanlıları da Gündoğdu Marşı ile coşuyor. Kafalar her zaman olduğu gibi çok karışık.
Mevzu bahis fetih-fütuhat olduğunda geri kalan her şey teferruat oluyor. Bir de bakıyorsunuz ki uzun yıllar sonra ilk kez iktidarın boynuna bir diş geçirmeyi başarmış muhalefet partileri kraldan daha kralcı beyanlarla ‘biz daha bile milliyetçiyiz’ demeye çalışıyorlar. Şarkıcısından profesörüne, futbolcusundan senaristine herkes o milli duygu kartını açıp ‘ben de varım’ deme gereksinimi duyuyor. Bunu yapmayanlarınsa neden yapmadığı sorgulanıyor. “Sen niye paylaşım yapmadın” diye soruluyor ünlülere. Destekleyen bir paylaşım yapmamışsan desteklemeyenlerle aynı duvar dibinde kurşuna diziliyorsun.
Çünkü yine bizim siyasetin icadı olan bir ‘partiler üstü, siyaset üstü’ meselesi var. ‘Siyasi görüşümüz ne olursa olsun bu konuda birlikte hareket etmeliyiz’ iradesi yani. İyi de ne münasebet! Demokrasi dediğimiz şeytan icadının doğasında böyle bir şey yok. Her şey ve herkes tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Yani öyle olması gerekir.
Mesela şunları söylemek istesem… “Ekonomi yerle yeksan olmuş, işsizlik almış yürümüşken, orduyu sınır ötesine göndermenin, düşman üstüne düşman edinmenin, ölümün, cenazenin, tabut başı konuşmalarının ne alemi var; yok mu bu işin diplomasisi, siyaseti, anlaşma zemini…” Söyleyebilmeliyim. Yanlış anlaşılmasın, söylemedim, asla da söylemem ama istesem söyleyebilmeliyim. Ben, ‘bilmem söylesem mi söylemesem mi’ diye mırıldanırken bir de bakıyorum ki benim bunları söyleyebilme ve bir şeylere karşı olma hakkımı savunmasını beklediğim ana muhalefet partisi lideri bayrağı kapıp çoktan sınır ötesine geçmiş bile. Ordu arkasından bağırıyor: Kemal Ağabey yavaş, Kerkük’ü bugün almıyoruz!
Şunu kabul edelim. Bunu siyaseten falan yapmıyorlar. Seviyorlar böyle şeyleri. Güç gösterisine bayılıyorlar ve şovun dışında kalmak istemiyorlar. Birden bire etrafta milyonlarca Feyzioğlu beliriyor. Siyaset üstü bir cihat bayrağıyla rap rap diye sefere gidiyorlar. Neden peki? Kemal Kılıçdaroğlu, Yenikapı’da birlik beraberlik fotoğrafı verdikten sonra da ‘terör destekçisi’ ilan edilmedi mi? Şehit cenazesinde linç edilmedi mi? Her karşı beyanatından sonra trollerce taşa tutulmadı mı? Birinin bu partiler üstü bir yerde birlik beraberlik mesajı verme ısrarını açıklamasını çok isterim. Bundan nasıl bir siyasi getiri beklendiğini bilmek hakkımız.
Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazdığı ‘samimi’ mektup faş olunca, acaba bizim bilmediğimiz, halı altına süpürülmüş ne mektuplar, ne telefon konuşmaları, ne bire bir görüşmeler var diye meraka düştük. Donald Bey hepsinin kopyasını alıp kongre üyelerine sebil dağıtmadığı için onlardan haberimiz bile olmamıştır.
Bu milletin alamet-i farikası olan birkaç özelliğinden biridir. Kabadayılığı severler. Hele bir de önde, kavganın içinde, cephede falan değillerse aman Allah mangalda kül mül kalmaz. Gel gelelim kavgayı görünce birden kibarlaşırlar. Canları kendilerinin bile bilmediği kadar tatlıdır. Bilimsel bir veri değil, bir sokak çocuğunun gözlemi olarak alın bunu.
Mektupla birlikte bunu bir kez daha görmüş olduk. 9 Ekim’den bu mektubun ortaya çıkışına kadar olan süreçte bir ‘Ey Trump’ bile denmemiş. Klavye başında harekât yöneten troller de gündemi o tarafa çekmemek için kurdeşen döküyorlar. Çünkü, Türklerin Türklere bin yıldır söylediği yalama olmuş yiğitlik yalanının aksine, kabadayılığın ceremesini çekmek değil kaymağını yemek istiyorlar.
Mektubun gerçek olduğu artık kesinleştikten sonra iktidar yayınlarından birinde şöyle bir başlık vardı: Erdoğan mektubu çöpe attı. İyi ama neden? Neden kamuoyuna açıklayıp, ‘bakın bu deli bana ve benim şahsımda bu devlete terbiyesizce, izansız şeyler yazmış. Ben de bütün halkımız adına hak ettiği yanıtı vereceğim’ demek yerine kaldırıp çöpe atmış? Acaba, hazır Kemal Bey bile hızını alamayıp Irak sınırına kadar koşmuşken ve seçimde karşımızda duracak güçlü bloku çat diye orta yerinden kırmışken, hiç suyu bulandırmayalım, fetih devam etsin, gözler yaşarsın, milli-manevi duygular gürül gürül aksın diye düşünülmüş olabilir mi? Sadece soruyorum.
Henüz üzerinden bir gün bile geçmiş değil ama mektup konusu gereken alakaya mazhar olmuş gibi görünmüyor. Trump mektuptaki tehditlerini hayata geçirmeye yeltenirse ne olur mesela, bunu düşünen biri oldu mu? Sıcağına anlaşılmamış olabilir. Her ne kadar işi Trump’ın zevzekliğine bağlayan yorumlar çoğunlukta olsa da bana Türkiye ve ABD ilişkileri mektuptan önce ve mektuptan sonra diye iki dönemde ele alınacakmış gibi geliyor. Hele şu bizim ‘partiler üstü harekat’ şu ya da bu şekilde nihayete ersin de çıkar kokusu.
*İletişim Uzmanı