Tehlikeli sınıfların yükselen sesi

Görünürde farklı ülkelerdeki protestoların çıkış nedeni ve dile getirdikleri talepler de birbirinden farklı görünüyor. Bu çoklu kimliklerden ve çoklu taleplerden genel bir olgu çıkarmak zor görünse de hepsinin ortak noktası sosyal eşitsizliğin farklı biçimlerini hedef alıyor olması.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Dünya tarihi bir kere daha bir toplumsal hareketler dalgasıyla karşı karşıya. Şili’den Azerbaycan’a, Lübnan’dan Honduras’a dünyanın farklı bölgelerinde insanlar sokağa dökülüyor. Şili’de metro ücretlerine yapılan zamdan sonra farklı kitleler farklı gerekçelerle protesto eylemlerine katıldı, ülke geneline yayılan eylemler sonucu devlet “acil durum” ve “sokağa çıkma yasağı” ilan ederek durumu kontrol etmek için orduyu kullandı, ancak yine de ölümlerin önüne geçemedi. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de protestolar iki ayrı konuya yönelik tepkileri içeriyordu, bunlardan ilki yolsuzluk ve düşük maaşlara odaklanırken, ikincisi kadınlara yönelik şiddete karşı çıkıyordu. Lübnan’da WhatsApp uygulamasına getirilecek bir vergiyi de içeren ekonomik tedbirler ülkede son on yılın en büyük protestolarına yol açtı. Orta Amerika ülkesi Honduras’ta ise, IMF ile yapılan anlaşma uyarınca özelleştirme sürecinin eğitim ve sağlık alanını da kapsaması, önce öğretmenlerin ve sağlık çalışanlarının, sonra da daha geniş kitlelerin şiddetli protestolarına neden oldu. Diğer örneklerde olduğu gibi Honduras’ta da gösteriler devletin sert müdahalesi ve ordunun devreye girmesiyle karşılandı. Bunların dışında Hong Kong’da aylardır devam eden protestolar Çin merkezi yönetiminin Hong Kong’a yönelik ideolojik ve pratik müdahalelerine karşı çıkıyor.

FARKLI COĞRAFYALARDA EŞZAMANLI HAREKETLER

İlk bakışta farklı nedenlerle ortaya çıkmış gibi görünen ve birbirinden kopuk coğrafyalarda eşzamanlı olarak ortaya çıkan hareketleri ilişkilendirmek ve buradan bir anlam çıkarmak zor görünebilir. Oysa toplumsal hareketler tarihin başka dönemlerinde de bu tür dalgalar şeklinde yayılmış ve birbirinden bağımsız toplumları etkisi altına almıştır. Immanuel Wallerstein, Giovanni Arrighi ve Terence Hopkins ile birlikte yazdığı Sistem Karşıtı Hareketler kitabında 1848 dalgasında ortaya çıkan toplumsal hareketleri 1968 dalgasıyla karşılaştırır. Her iki dalgada da hareket bir ulusal bağlamdan çıkmasına rağmen eşzamanlı olarak başka ülkelere yayılır ve dünya sisteminde belirleyici olacak toplumsal dönüşümlerin öncüsü olur. Sistem karşıtı hareketlerin ulusal düzeydeki dışavurumları farklılıkları temsil etse de eşzamanlı olmaları ve bir dalga biçiminde ortaya çıkmaları sistemik baskılara karşı bir tepki olarak gelişmeleri ortaklaştıkları bir düzey olduğunu gösterir. Bu nedenle bu tür hareketleri izlerken yalnızca ulusal düzeye bağlı kalmamak ve küresel düzeydeki benzerlikleri de göz önüne almak gerekir. Bu analizden yola çıkarak bugünkü toplumsal patlamaların ve protesto dalgalarının coğrafi uzaklıklarına rağmen eşzamanlı olmalarının bir tesadüf olmadığını, tam tersine içinde bulunduğumuz tarihsel bağlamdaki sistemik krizin ekonominin ötesinde siyasi ve sosyal alandaki yansımalarının bir sonucu olduğunu söylemek mümkün.

Bugün neoliberalizmin sermaye birikim sürecini sürekli kılmaya yönelik sunduğu imkanların tüketildiği, buna karşılık küresel düzeyde sınıfsal ve sosyal eşitsizliğin derinleştiği bir tarihsel bağlam söz konusu. Devlet sınıfları uzlaştırma işlevini, talepleri müzakere etme becerisini ve son olarak tehlikeli sınıfları kontrol etme yetisini kaybetmiş durumda. Siyasi ve ekonomik alandaki kriz farklı derecelerde de olsa dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan halkların gündelik hayatına nüfuz ediyor. Kapitalist sistemin geleceği neoliberalizmin geçici olarak çare olduğu tıkanıklıkla daha büyük belirsizliğe giderken, devletin ve diğer kurumsal yapıların bu belirsizliği çözmeye yönelik reçetelerden yoksun olması kolektif tepkileri daha da keskinleştiriyor.

ÇOKLU KİMLİKLER, ÇOKLU TALEPLER

Görünürde farklı ülkelerdeki protestoların çıkış nedeni ve dile getirdikleri talepler de birbirinden farklı görünüyor. Bu çoklu kimliklerden ve çoklu taleplerden genel bir olgu çıkarmak zor görünse de hepsinin ortak noktası sosyal eşitsizliğin farklı biçimlerini hedef alıyor olması. En genel düzeyde eşitsizlik denince ekonomik kaynakların eşitsiz dağıtımından kaynaklanan sınıf eşitsizliği, yoksullar veya alt sınıflar düşünülebilir. Buradaki çeşitliliği daha iyi anlayabilmek için eşitsizliği ifade etmek için kullandığımız diğer terimlerin neye değindiğini düşünmek gerek. Örneğin dezavantajlı gruplar dediğimizde genel olarak ekonomik ilişkilere ve özellikle işgücü piyasasındaki fırsatlara ulaşmada güçlük çekenleri, örneğin ırk ve etnisite özellikleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanları, yasadışı göçmenleri ya da mültecileri düşünürüz. Kırılgan gruplar dediğimizde ise ekonomik kriz anında zarar görmesi, yoksulluğa düşmesi veya sistemin dışına itilmesi daha çok olası olan, özellikle kadın ve çocukları görürüz. Buna karşılık marjinaller olarak nitelenenler, daha çok siyasi yapının merkezine kıyasla çeperinde yer alanlar, siyasi katılım ve karar alma süreçlerine etki etme imkânı bulamayanlar, yani azınlıklar, vatandaş olmayanlar gibi dışlananları görürüz. Dolayısıyla bugün dünyanın farklı noktalarında sokaklarda çoklu kimlikleri ve bu kimliklerin farklı taleplerini görmemizin nedeni artan eşitsizliğin herkesi aynı biçimde etkilememesidir.

NEDEN BAZI TOPLUMLAR DAHA TEPKİLİ VE DİĞERLERİ DAHA SESSİZ?

Bütün bu protesto dalgalarına karşılık bazı toplumlarda protesto davranışının daha kısıtlı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sosyal eşitsizliğin çok boyutlu ve çok katmanlı seyrine rağmen neden bazı toplumlar diğerlerine kıyasla daha sessizdir? Bu durum her zaman kitlenin tepkisizliğiyle, umursamazlığıyla ya da durumu kabulüyle açıklanmaz. Bireyler kolektif eylemlere katılırken, örgütler bir protesto davranışını örgütlerken bir takım önkoşulların bulunup bulunmamasına göre hareket ederler. Öncelikle politik faktörler, yani geleneksel protesto seçeneklerinin, parlamenter sistem, demokratik katılım ve ifade özgürlüğünün olup olmaması kitlelerin mobilizasyonunda belirleyici olur. İkinci olarak kitlelerin protesto davranışına katılmasına imkan veren, kolektif eyleme yönelik pratik koşulların varlığı belirleyici olur. Baskıcı rejimler, polisin yüksek güç kullanımı, devlet şiddetinin yaygın kullanımı kolektif hareketleri baskılar, bir korku ikliminin varlığı ve ifade özgürlüğüne yönelik hukuki güvencelerin eksik olması bireylerin toplumsal hareketlere katılımını engeller. Böyle bir bağlamda eylemsizliği rıza olarak yorumlamak yanlış olur. Politik faktörler dışında bazı toplumsal koşullarda kolektif eylemlerin ve protesto davranışlarının ortaya çıkışını belirler. Bunlardan ilki önceden gelen bir kolektif eylem geleneğinin varlığıdır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinden söz ederken kolektif eylemler şaşırtıcı olmaz çünkü sokak siyaseti ve protesto davranışlarının etkinliği tarihsel olarak süreklilik gösterir. İşçi eylemleri dünyanın her yerinde böyle bir tarihsel mirasın ve kurumsal yapının varlığı sayesinde kolektif eyleme daha yatkındır. İkinci bir toplumsal koşul ise başarılı veya başarısız eylemlilik hallerinin sağladığı öğrenme sürecidir. Azerbaycan’da 2011 ve 2013 yıllarında yaşanan protestolar kitleler için bir öğrenme süreci başlatmış ve bugün yaşanan protestolara zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla, herhangi bir toplumda hareketlerin neden çıktığını ve neden çıkmadığını anlamak için siyasal sistemin sunduğu imkanlara, güç kullanımının yapısına ve sosyal yapıdaki dayanışma ya da çatışma unsurlarına bakmak gerekir.

EKONOMİK LİBERALİZM VE POLİTİK LİBERALİZM ÖNLENEMEZ ÇATIŞMASI

Liberalizm, revize edilmiş “neo” liberal haliyle dahi, insanlığa sürdürülebilir bir uygarlık hattı sunma imkanını kaybetmiş durumda. Piyasa artık ulus-devletin düzenleyici, uzlaştırıcı ve meşrulaştırıcı işlevlerine ihtiyaç duymadan kendi çarkını döndürmeye çalışıyor. Piyasadaki üretim-tüketim-birikim-yeniden yatırım döngüsü devletin liberal demokrasi aracılığıyla kitleleri örgütlediği ve kontrol ettiği toplumsal yapıdan bağımsız, kendine ait bir varoluş peşinde. Bu piyasa döngüsü yüzde 1'lik azınlıkla geri kalan yüzde 99 arasındaki uçurumun giderek daha da derinleşmesine yol açıyor. Bugün dünyanın dört bir yanında gözlemlenen protestolar bu döngünün uzun vadede sürdürülebilir olmadığının en önemli işareti. Kitleler için her bir hareket yeni bir öğrenme süreci anlamına geliyor ve bu sayede güçlerinin farkına varıyorlar. Bu nedenle buna benzer protestoların tüm popülist söylemlere, baskıcı devlet politikalarına ve orantısız güç kullanımına rağmen artarak devam edeceği öngörülebilir.

*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü