Kürt meselesinde savaş ve barışı izah edememek

Güvenlik ve şiddet odaklı siyasetin Kürt meselesinde çözüm olamayacağı tecrübe ile sabittir. Hamaset ile yapılan siyaset, bir kireçlenme hali yaratmış olsa da toplumun cesur olması ve değişimi ‘kazan-kazan’ siyaseti etrafında büyütmesine ihtiyaç var.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Nuri Özdemir*

Savaş bir yıl, nefret yüz yıl sürer’ İranlı Yönetmen Resul Bangin

Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt güçlerine yönelik askeri müdahalesi ve belediyelere ikinci kez kayyımların atanması, Kürt meselesinde yeni değerlendirmeleri zorunlu kılıyor. Defalarca tekrarlanan ve tüm uyarılara rağmen devam eden tehlikelerin kıyısında yaşıyoruz. Bu tehlikelerin en önemlisi Suriye ve Rojava’daki savaşın hayatımızın bir parçası haline gelmesidir. Yeni siyasal durumu anlamaya çalışırken, Carl Schmitt’in ‘Siyasal Kavramı’ adlı kitabı önemli bir referans oldu. Nazi dünyasının avukatlığını yapan Carl Schmitt için solcular: ‘bir faşistten ne öğrenilebilir ki’ deyip uzun süre hiç okumamışlardı.

TOPLUMLAR SAVAŞA KADEME KADEME SÜRÜKLENİR

Schmitt’in savaş ile ilgili tanımı dikkat çekicidir. Ona göre savaş ‘örgütlü siyasal birimler arasındaki silahlı mücadeledir.’ Schmitt, düşmanlığın ötekinin varoluşsal olumsuzlanması olduğunu ve savaşın da düşmanlıktan doğduğunu ifade eder. Dolayısıyla savaş, düşmanlığın en uç noktada somutlaşmış halidir.

Genel kanıya göre Avrupa halkları 1914 yazında sersem bir halde savaşın içine düşmüştür. Schmitt ise bunu kabul etmez, ona göre Avrupa halkları bu savaşa kademe kademe sürüklenmiştir. Askeri muharebe ile ekonomik savaş birbirini körüklemiş ve bu durum savaşı topyekun hale getirmiştir. Carl Schmitt'in, 1914’te başlayan savaşın oluş biçimine dikkat çekerek tarihin sadece geçmişten ibaret olmadığını söylemesi, çağımızın dost-düşman ve savaş-barış ilişkisi açısından dikkate alınması gereken bir olgudur.

Schmitt, siyasetin yapılabilirliğini, dost ve düşman ayırımına bağlar. Schmitt’e göre ‘Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ve ekonomik açıdan rakip olması gerekmiyor.’ Önemli olan düşmanın ‘öteki’ ve ‘yabancı’ olmasıdır. Siyasi tarih boyunca iç ve dış politikada dostu düşmandan ayıramamanın bir yeteneksizlik olduğunu, bu yeteneksizliğin de siyasal sorunun bir semptomu haline geldiğini iddia eder. Ona göre siyasette dostluk ve düşmanlık, muğlak bırakılmaması gereken olgulardır.

SİYASAL SORUNUN SEMPTOMU: DOST-DÜŞMAN MUĞLAKLIĞI

Scmitt’in bahsettiği dost-düşman muğlaklığı, Kürt meselesinin en çarpıcı yanlarından birisidir. Her iki halkın dostunu ve düşmanını doğru tanımlayamaması, sorunun derinleşmesinin temel kaynaklarından birisidir. Dost ve düşman ilişkilerini genelden özele indirgeyip Türk ve Kürt ilişkileri bakımından ele alırsak AKP öncesi iktidarların, bu ilişkiyi sistematik bir şekilde muğlak bıraktığını söyleyebiliriz. Kürtleri ne dost ne de düşman olarak tanımamak, sorunu bulanık bir zeminde sulandırıp çözümsüz bırakmanın önemli bir tekniğiydi.

AKP ise çözüm sürecinin bitmesi ile birlikte dost-düşman ilişkisini Kürtler üzerinden değil, siyasal partiler üzerinden yeniden yapılandırmaya çalışarak Schmitt’in deyimi ile bu yeteneksizliği aşmaya çalışıyor. Bu anlamda Smith’in dost-düşman metaforunun, AKP eliyle Kürt meselesine uyarlanarak güncelleştirildiğini söyleyebiliriz. Suriye sahasında selefiler dost, rejim siyasi rakip, Kürtler düşman ilan edilmiş. Hükümet, daha önce PKK'yi muhatap alırken şimdi de dört yıl önce eş başkanını başkentinde ağırladığı PYD'i terörist ilan ediyor.

Türkiye siyasetinde ise MHP ve diğer milliyetçi kesimleri ‘dost’luk kategorisinde değerlendirip bu bloku canlı tutarak motive ediyor. CHP ve İyi Parti’yi ‘siyasi rakip’ olarak görüyor ve bu duygu ile Türkiye’deki siyasetin normalliğini ispatlamaya çalışıyor. HDP’yi de ‘düşman’ ilan edip zor zamanların can simidi olabilecek muhatap olarak kurguluyor. HDP’li siyasetçiler bu düşmanlık pratiklerine sürekli maruz kaldıklarından, tutuklanan arkadaşları ve eş başkanları için ‘siyasi rehine’ terimini kullanırlar.

Özetle AKP hükümeti, dost-düşman muğlaklığını, PYD ve HDP’yi düşmanlaştırarak çözmeye çalışsa da iç ve dış kamuoyu bu gerilimi, siyasi partiler arasındaki düşmanlık şeklinde değil, Türklerin ve Kürtlerin arasındaki düşmanlık olarak okuyor.

KÜRTLER DOST MU DÜŞMAN MI?

Muhtemelen bu satırları okuyan Kürtler ‘Bu soruyu sormaya ne gerek var! Bizi zaten düşman olarak görüyorlar’ diyecekler. Türkler ise resmi ideolojinin sosyolojik yapıştırıcısı olan ‘Biz kardeşiz, et ve tırnak gibiyiz’ söylemine başvuracaklar. Son gelişmelerle birlikte bu oyunun artık böyle oynanamayacağını herkes görüyor. Dost olmayı (ya da Kürtler ile kom (topluluk) olmayı) beceremeyen toplumlar başka toplumlar tarafından yutulurlar. Bu kural ilk toplumlardan beri geçerlidir. Kürtlerin ve Türklerin dost-düşman ilişkisinin yarattığı muğlaklık artık küresel hegemonyanın (avcıların) gündeminde.

Kürt meselesinde halkların genel eğiliminin, düşmanlıktan değil dostluktan yana olduğunu hem tarihten hem de yakın dönemde çözüm sürecine verilen destekten biliyoruz. Ancak yerli ve milli siyaset her zaman olduğu gibi halkın gerisinde duruyor. İktidar, halkların dostluk kurma arzusu yerine, bütün varlığını, Kürtleri siyasetsiz ve statüsüz bırakma hedefine indirgemiş. Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırarak ömrünü uzatmayı düşünen bu siyasetsizlik hali, ulusal kimlikler üzerinden her iki halkın düşmanlığını kışkırtıyor.

Siyaseti kan davasına indirgeyen iktidarın, muhalefeti de baskılayarak yanında tutmaya zorlaması ve muhalefetin HDP’yi dışlayarak her defasında istikrarlı bir şekilde iktidara eşlik etmesi, ülkeyi Kürt meselesi gibi devasa bir sorun karşısında çözümsüzlüğe itmektedir. Çözümsüzlük politikası, her iki halkın sessizce boyun eğdiği bir işkenceye dönüşmüş durumda.

Dostluk ve düşmanlık ilişkisini netleştirecek olan olgu, bir paradoks gibi görünse de yine siyaset kurumunun ortak iradesiyle çözülecek bir şeydir. Ancak bunun ön koşulu, siyasetin düşmanlıktan ve kan davasından çıkarılıp toplumsal sorunları çözmeyi dert eden bir mekanizmaya dönüştürülmesi ve Kürt meselesinde Türk siyasetinin paradigmal değişime gitmesi ile mümkün olabilir. Bu işin, derisini yüzdürmeye cesareti olmayan Nesimi olmaya heveslenmiş siyasetçilerle çözülemeyeceği aşikar.

KÜRTLER BARIŞI, TÜRKLER SAVAŞI İZAH EDEMİYOR

Yukarıda yazarken benim de izah etmekte zorlandığım Kürtlerin ve Türklerin savaş ve barış, dostluk ve düşmanlık ilişkisinin kendisi, genel olarak bir izahat sorununa dönüşmüş durumda. Siyaset kurumu, topluma yaşanılan durumu anlatamıyor.

Mesela AKP, yaman çelişkilerle dolu siyasetini topluma izah edemiyor. Yakın zaman önce Kürtlerle barış ve müzakere sürecini yürütmüşken, şimdi de varlığını onların yokluğuna bağlaması samimiyetsizliğini ortaya koyuyor. Hükümetin bu çelişkili ve her şeyi kendi bekası için araçsallaştıran karakteri, kayyımların ikinci kez belediyelere atanması ve Suriye’deki Kürt güçlerine yapılan askeri müdahale ile ayyuka çıktı.

Kürt halkının gözünün içine bakıp askeri operasyonların zoruyla, sınırın diğer tarafındaki Kürtlerin yaşam alanlarını boşaltıp yerlerine başka bir etnik nüfusu taşıma politikası, hiçbir Kürt'ün onay vereceği ya da anlayışla karşılayabileceği bir durum değildir. Dolayısıyla her dönem olduğu gibi şimdi de kavramlar ve sözcükler üzerinde bir denetim ve kontrol rejimi kurularak söylemsel bir ekonomi devreye konuldu. ‘Savaş değil operasyon yapıyoruz’, ‘Kürtlerle değil, teröristlerle mücadele ediyoruz’, gibi tekrar eden, yanı sıra sürekli haklılığını ispatlamak zorunda kalan bir izahat mesaisi durumu kurtarmaya yetmedi.

Hükümet mevcut siyasetsizlik halini muhalefete de dayatıyor. Hükümetin şiddet odaklı siyaseti, barış talebinin savunulmasını kadükleştiriyor. Bu nedenle Kürt siyasal hareketi de barış talebini Kürt halkına izah etmekte zorlanıyor. Çünkü Kürtlerin büyük bir çoğunluğu, yaşadıkları coğrafyada devletin ve hükümetlerin yıllarca sürdürdüğü şiddet ve güvenlik politikalarına karşı her defasında "demokrasi, barış ve kardeşlik" stratejisi ile karşı koyan politikanın anlamsız hale geldiğini düşünüyor. Bu stratejiye olan inanç her geçen gün daha da kan kaybediyor. Bölgede yıllarca ısrarla barış talep eden kitlelerin sesi neredeyse çıkmıyor.

Özetle belediyelere kayyım ataması ve Suriye sahasında uzun süreden beri Kürtlerin düşmanlaştırılıp Sünni muhalefetin desteklenmesi ile devam eden bu siyasetsizlik halinin içeride Türk ve Kürtlerin ortak hafızasına büyük bir darbe vurduğu çok açıktır.

MUHALEFET KURDUĞU TUZAĞI ANLATAMIYOR

Daha önce de Kürt’ün dövülmesini seyreden ana muhalefet partisi, Kürtlerle bir türlü samimi bir ilişki geliştiremediği gibi sorunların çözümü için bedel ödemeyi göze almadan sadece işin rantını yemeye çalışan bir görüntü vermekten de kurtulamıyor. Ülkenin hayati meselelerinde, önce iktidarın politikalarını onaylamak sonra da hata ve eksikliklerini bekleyerek buradan gelecek faydayı hesaplamak ‘siyasi’ değil ‘ahlaki’ bir sorundur. Özellikle CHP’nin bu tutumu, Türkleri ve Kürtleri içeride ve dışarıda kışkırtanların ekmeğine de yağ sürmüştür.

Türklük sözleşmesine olan sadakatinden dolayı kayyımlara sessiz kalıp tezkereye onay veren CHP, bu pasifliğiyle Kürt hareketinin yerel seçimlerde yaptığı demokratik fedakarlığın da altında kaldı. Kürt halkının CHP’ye oy vermesinin nedeni, İmamoğlu’na kazandırma-AKP’lilere kaybettirme stratejisini aşan bir öneme sahipti. Onun için CHP, Kürt meselesinde iyi bir aktör olmadığın bir kez daha ispatlamış ve kötü bir sınav vermiştir.

CHP’ye tarihsel alerjisi olan milliyetçi-muhafazakar Kürt çevrelerinin ‘biz size söylemiştik’ sesleri, bu pasifliğin sonrasında daha gür çıkacaktır. AKP’nin şiddet politikalarındaki ısrarı ve CHP’nin bu politikaya alternatif olamaması, HDP’nin üçüncü yol stratejisini zenginleştirip sıkı bir şekilde sarılmasını da zorunlu kılıyor.

KADERİMİZİ KİMLER BELİRLEYECEK?

ABD, Koalisyon ve Rusya, Suriye halkları üzerinden oyun oynamaya devam etmekteler. Türklerin ve Kürtlerin arasında ustaca üretilen çelişki, birçok hegemonik aktörün iştahını kabartmaktadır. Küresel hegemonya, Türklere ve Kürtlere açık bir şekilde "İkiniz de bize bağımlısınız, istediğimiz savaşı ve istediğimiz barışı yapmak zorundasınız" dedi. Özellikle Türklerin ve Kürtlerin düşmanlığını kışkırtarak kendileriyle alay eden, aşağılayan ve iradelerini ayaklar altına alan ABD liderinin politikası, Kürt meselesinde çözümsüzlüğün cezalandırılmasını içeren bir göndermeydi. Ayrıca Türkiye’nin başkentinde Türkiye’ye karşı aldığı yaptırım kararlarının alınma biçimi ise tarihe damgasını vuracak bir olaydı ama çaktırmadık.

Bir Kürt şairinin dediği gibi "varolmaktan dolayı unutulan Kürtlerin" şimdiki zamanlarda egemenler tarafından sürekli hatırlanması ve modernitenin teçhizatlarıyla donatılması Kürtlerin direnişi ile ilgilidir. Ancak tarihsel olarak modernitenin bugüne kadar müdahale edip de çözüme kavuşturduğu herhangi bir sorun yoktur. Çünkü modern uygarlık büyük bir bencillik koalisyonudur.

Böyle zamanlarda iç dinamiklerin doğru ilişki kurmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Kürt halkının bölge halkları ile ortak yaşama paradigması bu anlamda kucaklayıcı ve rasyonel bir formüldür. Bu paradigmaya esasen, Kürtlerin emperyalizmin oyunlarına bugüne kadar gelmedikleri gibi bundan sonra da gelmeyecekleri iddiası da mevcuttur. Fakat bu fedakarlığın sadece Kürt halkından beklenmesi gerçekçi değildir. Nihai olarak Kürt halkı da son kertede, dünyadaki diğer bütün halklar gibi varlığını korumak için ulusal, kültürel ve stratejik çıkarlarını öncelemek zorunda kalacaktır. Kürt halkının, Kürt siyasetinden açık bir şekilde talep ettiği şey de budur.

Bu doğrultuda belki de en önemli şey, Suriye sahasında hâlâ devam eden dokuz yıllık savaştan iyi öğrenmek ve hızlıca dersler çıkarmaktır. BM kararlarını ihlal ederek, etnik, kültürel ve demografik değişime neden olabilecek tehlikeli maceraların Türkiye’ye bir katkısı olamaz. Şiddeti estetize ederek fethedilecek bir yer olmadığı gibi def edilecek bir düşman da yoktur.

Bu anlamda Suriye'deki barışın, Türkiye’nin iç barışına katkısı olacağı için Suriye sorununu Suriye'nin iç dinamiklerine bırakmanın zamanı gelmiştir. Kürtler, Suriye devleti ile yapılacak müzakereler sonucunda kaderini oradaki halklarla birlikte belirleme hakkına sahiptir. Türkiye, samimi ise ve Kürtlerle bir derdinin olmadığını iddia ediyorsa Sünni muhalefet için gösterdiği çabanın onda birini Kürt halkı için de göstermelidir. Kürtlerle sorun çözülebilirse en güvenli bölge şu anda Türkiye tarafından riskli ilan edilen Kürtlerin yaşadığı bölge olacaktır.

Schmitt’e yeniden dönersek, yetersiz siyasetin pratiklerinden kaynağını alan düşmanlığın kademe kademe büyüyerek topyekun savaşları doğurması korkunç bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu yönüyle Kürt ve Türklerin ilişkisi kritik bir evrededir. Dostluğun düşmanlıktan, barışın savaştan daha değerli olduğunu bilmek için binlerce insanın yaşamını yitirmesine, yüz binlerce insanın yerinden yurdundan olmasına gerek yoktur.

Güvenlik ve şiddet odaklı siyasetin Kürt meselesinde çözüm olamayacağı tecrübe ile sabittir. Hamaset ile yapılan siyaset, bir kireçlenme hali yaratmış olsa da toplumun cesur olması ve değişimi ‘kazan-kazan’ siyaseti etrafında büyütmesine ihtiyaç var.

Bu kötü gidişatın değişeceğine olan inanç, belki de her şeyden daha kıymetlidir. İbn-i Haldun "Coğrafya kaderdir " der. Napolyon ise ‘Siyaset kaderdir’ deyip kaderimizi kendi elimizle değiştirebileceğimizi hatırlatır. Savaş ile değil siyaset ile kaos ile değil anlam ile işe el atmaktan başka yol yok. Cansu Çamlıbel'in analizi ile bitirelim: "Girmekte olduğumuz yeni dönem, bu duruma sıradan savaş zayiatı muamelesi yapılamayacağını hızlıca kanıtlayacaktır."

*İhraç Kürt Öğretmen