Akademinin ihtişamı ve sefaleti üzerine
İşbu ahval ve şerâitte, dışarısı ve içerisi, aydınlık ve karanlık, ihtişam ve sefalet birbirine karışıyor. Bir yanda zindanı bile özgürleştiren irade, diğer yanda bilimi köleleştirirken sömürüyü de kanıksatan tahakküm duruyor. Yeisin karşısına ümitle çıkmak adına, yine de edebiyattan başka sığınak bilinmiyor. Bu noktada akla gelen ilk isim, James Joyce’un yazınsal anarşizminin vücut bulduğu Stephen Dedalus oluyor.
Leyla Burcu Dündar
Elçiye zeval olmaz. Vakt-i zamanında benzer bir “ihtişam ve sefalet” karşıtlığını, İspanyol filozof Ortega y Gasset çeviri edimi için kurmuştu. Gerçi o da ilhamını Fransız yazar Honoré de Balzac’ın bir eserinden almıştı ya neyse; uzun hikâye. Konuyu dağıtmadan Ortega’nın meşhur vecizesine geçelim: “Yo soy yo y mi circunstancia”. Bireyin varlığının salt kendisinden ibaret olmadığı ve çevresini de içerdiğini vurgulayan filozof, kurtuluşun da çevreden bağımsız gerçekleşemeyeceği görüşünü öne sürmüştü. Şüphesiz her akademisyenin, ideallerle örülü dünyasında kolaylıkla karşılık bulacak düşünceler bunlar.
Susan Sontag, sanatçı için “örnek bir çilekeş” yakıştırmasını yapmıştı. Belki akademisyen için de “gönüllü bir çilekeş” demek yanlış olmaz. Zira üniversitelerin de emek sömürüsü ve güvencesiz çalışma koşullarından azade olduğunu düşünmek mümkün değil ne yazık ki. Bilginin ve eğitimin metalaştığı günümüz koşullarında, hangimiz duymamıştır ki çalıştığımız üniversiteden “şirket”, verdiğimiz eğitimden “hizmet”, öğrencilerimizdense “müşteri” gibi bahsettiğini yetkili ağızların? Neo-liberal zamanlarda, üniversitelerin bilgi üretimi gibi evrensel işlevlerinden soyutlanıp alenen işgücü yetiştirmeye odaklı meslek okullarına evrildiği su götürmez bir gerçek. Hal böyleyken, homo academicus denen canlının bahtına da düşse düşse şunlar düşer: Bitmek tükenmek bilmeyen ders saatleri, üretim bandındaymışçasına sıkı bir mesai anlayışı, dönem boyunca hiç nefes almadan yapılması gereken bilimsel etkinlikler, vizyon-misyon-strateji gibi sihirli sözcüklerle ifade olunan anlaşılmaz görevler, ardı arkası kesilmeyen kalite ve öz değerlendirme raporları, soluğu ensenizde biten performans puanları, akademik danışmanlık adı altında ifa edilen rehberlik hizmetleri, ne hikmetse sayısı her geçen yıl katlanarak artan disiplin soruşturmaları, dönem biter bitmez başlayan yaz okulları ve hemen akabinde zorunlu olarak görev alınan tanıtım günleri... Rivayet odur ki, Oğuz Atay’ın bahsettiği disconnectus erectus canlısı dahi böyle zulüm görmemiştir. Hatırlatmaya hacet yoksa da diyelim: “Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.” Bittabi şikâyete de hakkımız yok; zira bilimsel üretime imkân sağlamak bir yana, bizzat onu baltalamak şeklinde tezahür eden bu yapının gönüllü hizmetkârlarıyız biz.
Neyse, son zamanların matrak deyişiyle, “lafı uzatıp zurna yapma”yalım. Konuyu toparlamak üzere, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun “Üniversite A.Ş.” üzerine yazdığı o zihin açıcı makaleden dem vurmak yeterli olacaktır. Yazarın, akademik ethos sorunsalına ilişkin çarpıcı saptamalarının özünde, “bilimcilik oynamak yerine bilim üretme” arayışının bulunduğu söylenebilir. Bu çalışma yayımlandığında takvimler 2003 yılını göstermektedir ve birçoğumuz için Türkiye’de üniversitelerin bilimsel uzlaşmadan ziyade ticari işletme modeliyle yönetildiği henüz aşikâr değildir. Üstelik o yıllarda daha emeklemekte olan iktidar, kimselere “mankurt” yaftasını yapıştırmamış ve akademik iklim bu denli yozlaşmamıştır. Bu çürümede siyaset kurumunun etkin rolünü vurgulamak gerekir; öyle ki partizanlaşmanın had safhaya vardığı, anti-entelektüalizmden beslenen bir ortamda liyakatin de esamesi okunmaz olmuştur. Üniversitelerin toplum için değil, sermaye için üretir hale geldiği günümüz piyasasında, kurumsal sorumluluk da haliyle halka ve bilime değil, dış paydaşlara ve siyasî erke karşı duyulmaktadır. Bu noktada, Edward W. Said’in “sürgün, marjinal, yabancı” olarak tanımladığı “entelektüel”in kim olduğunu anımsamak önem arz eder. İktidara hizmet etmeyi reddeden, her türlü aidiyet ile arasına mesafe koymayı başarabilen biridir bahsedilen. Baskı ve zulmün karşısında şaşmaz doğruluk standartlarıyla dikilebilen kişidir o. Yazarın deyişiyle, “nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır”. Günümüz Türkiye’sinde artık kanıksanmış bu tutumların karşısına, Said’in “iktidara hakikati söylemek” ile yükümlü addettiği entelektüel portresi konabilir. Böylelikle bilimsel özgürlüğe giden yolu açacak olan akademisyenin vasıfları da gün yüzüne çıkar.
Sadede gelelim. “Günler gelir” diyor yürekli bir şair, amma velâkin günler geçiyor da. Hatta günler günleri kovalıyor. Baharın ardı yaz dense de, bu sene bozkırda mevsimlerin ezberi bozulduğundan ve yağmurlar bir türlü durulmadığından veyahut zihnimizin zembereği “yarıyıl”larla kurulduğundan, onlar da art arda, ardı sıra, ardınca sıralandığından, binaenaleyh o zemberek de artık boşandığından, “bâki kalan bu kubbede” bir boş sükûn oluyor. Akademik takvimde yıllık iznini kullanacak küçük ama mesut bir aralık bulmuş vakıf üniversitesi çalışanları, mikro-kozmoslarını süratle boşaltıveriyor. Böylece bilimsel üretimin mantığıyla büsbütün çelişir hale gelmiş olan “öğretim fabrikası”, ikinci bir emre kadar terk ediliyor. Bitmek bilmeyen bir kriz ortamında, salt “maliyet” gözüyle bakılan akademisyenler, dönüşteyse norm kadro düzenlemeleriyle karşılanıyor. Emeğin prekarizasyonu kararnameler eliyle yapılır, bilimsel özgürlük ve kurumsal özerklik bir geçmiş zaman mitosuna dönüşürken, akademinin topyekûn biat ettiği gerçeğini yalanlamaya dövizler yetmiyor.
İşbu ahval ve şerâitte, dışarısı ve içerisi, aydınlık ve karanlık, ihtişam ve sefalet birbirine karışıyor. Bir yanda zindanı bile özgürleştiren irade, diğer yanda bilimi köleleştirirken sömürüyü de kanıksatan tahakküm duruyor. Yeisin karşısına ümitle çıkmak adına, yine de edebiyattan başka sığınak bilinmiyor. Bu noktada akla gelen ilk isim, James Joyce’un yazınsal anarşizminin vücut bulduğu Stephen Dedalus oluyor. Önce Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde karşımıza çıkan bu anti-kahraman, daha sonra modernist edebiyatın tartışmasız başyapıtlarından olan Ulysses’te varlığını pekiştirmiştir. İsmini, Yunan mitolojisindeki Daedalus’tan alan ve meşhur Latince deyişiyle hafızalara kazınan Dedalus, aslında yazarının siyasal, düşünsel, sanatsal tavrını dışa vurmuştur: Non serviam! “Hizmet etmeyeceğim” şeklinde çevrilebilecek bu ifadeye, Joyce’un amentüsü demek yanlış olmaz. Kahramanın başkaldırısının özü, inanmadığı hiçbir şeye hizmet etmeyecek bireyin kararlılığıdır. Ezcümle, biat etmeyen olsa olsa bir avuç Daedalus’tur; Malazgirtlilerin hükümranlığındaki bir akademik âlemde, balmumundan kanatlarla göğe yükselmeyi göze alan.