Kürt kalabilme
Şehirdeki sessizlik kaç gün sürecek kimse haberdar değil. Ancak herkes matemin farkında. Üstelik sahte olan her şey, bu sessiz samimiyetin keskinliğinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Şîno’nun yası için Diyarbekir’e vardığımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Şarkta tek bir özne vardır, O da sultandır. Sultandan sonra ister sadrazam olsun ister sıradan bir insan herkes kuldur, köledir… ve şarkta kulluk, ikbale giden yolun başlangıcıdır”ı Leylokê’nın renkli eyerinden üzengisine doğru sızıyordu. Leylokê, Şîno’nun Qendîlo’dan Mezrê’ye doğru kendini toprak yolun kenarlarına vura vura yol alan kısrağıydı. Mêrgê dediğimiz çayırdan salına salına evin önünden geçişleri güzeldi. Bir insanın sevdiğini beklemesi, ruhunu sevdiğiyle bütünleştirme gücünü barındırdığı için katlanılabilirdir. Leylokê ve Şîno’nun eve varma telaşı bir tutku gibi böyle bir hazdan işaretler taşıdığı için zihnimdeki canlılığını hâlâ koruyordu.
Şîno’nun yası “Kürt kalabilme”nin esrarını daha çok Mala Şînê Ya Gundê Mezrê/Yukarıharım Köyü Yas Evi’nin kadın tarafına bırakmıştı. Köyün yamacından ince bir çizgi gibi akarak Dicle’ye doğru uzanan Kaniya Feqiya (Talebe Çeşmesi), yası, ağıdı, anlatıyı da beraberinde taşıyordu. Uzun, rengarenk fistanlarının bir ucunu, bellerini saran kuşaklarına tutuveren ve saçlarının kına zamanları geçtiği için alınlarını buruşturan, elleri ve yüzleri dövmeli yaşlı kadınlar, hıçkırıklarında Şîno’nun bahtının karalığı eziyordu. Zihin dünyamda bu durumun bir aşırılık gibi gözükmeyişi ‘kalabilmek’le ilgiliydi. Kurmancî’de hâlâ peltek konuşmuyor oluşum, ritüellerine tutunarak karşı tepeden büyülü bir teleferikle şifacı çadırına ulaşmamı sağlıyordu.
Sonbahar gelmişti ve Diyarbekir’de de sessiz bir yas vardı. Şehrin yası, kendini tepkisizlik ve sessizlik olarak görünür kılıyordu. Duygular üzerinden kurulmaya çalışılan birlikteliğin ayakları, esen en hafif rüzgarla yerden kesiliyor ve beliren en küçük dalgada su altında kalıyordu. Dokunaklı sözler ederek bina edilmek istenen irade şuuru, heyecan ve coşkudan başka bir şey vermediği için bir süre sonra yerini kedere bırakıyordu. Gerçek denilen olgu, çıplaktı ve üstelik arsızdı. Kokusu ve rengi vardı. Kokusu ile tabelalar asıyor rengi ile şehrin bilboardlarını kaplıyordu. Sessizlik ve karanlık el ele tutuşunca, sokağa girememek, beldeye ve belediyeye girememek, yolun karşısına geçememek bazalttan daha keskin bir siyahla yüze çarpıyordu. Doğrunun ortada olmadığını ve irade beyanının her daim ‘şarktaki özne’nin tekeli ve boyunduruğunda olduğunu ses devreye girmeden de dilin diğer anlam katmanlarından anlamak mümkündü.
Neden Kurmancî yazıyorsuna cevabımı verme gücümü yitirmekten kaygılanıp melankoliye teslim olmak istemediğim zamanlarda, imdadıma yetişen Kürt kalabilme hazzını işte bu atmosferin yaşandığı böylesi zamanlarda yakalayabildim hep. Ünsal Oskay’ın 1920’li yıllarda yazılmış bir Kafka yazısından alıntıladığı “Tek bir imla yanlışı yapmadan Alman dilinin başyapıtlarını yazsak bile, bizi, günün birinde dillerinin hırsızı olmakla suçlayacaklardır”ı yüzü örtük bir ulakın heybesinden bana ulaşıyordu. Ulağa da dedim bu söyleyişin kendisinde bile eksik bir yer var diye.
Görünür olmaya başlayan Kürdün, sürdürülebilir görünürlük için çabaladığı bir zamanda, kartların karıldığı masada durma çabası her hissedildiğinde dört koldan mektep, medrese ve aşın bir ihsan olarak verildiği de ifade edilerek ‘haram olsun’ nidaları yükselir. Kürdün, Kürt kalabilme beyanını ortaya koyması ise bu haramlaştırma beyanlarını daha da keskinleştirir. Hayatı ve sözleri süslemeye gerek yok. Kürt olma ve Kürt kalma arzusu, her yerde ve her alanda sahtelikleri ortaya çıkarma etkisine sahiptir.
Yas sürüyor. Saçlar çekiliyor. Elbiseler aşınarak yırtılıyor. Saçlar ve sakallar uzayarak birbirine karışıyor. Şehirdeki sessizlik kaç gün sürecek kimse haberdar değil. Ancak herkes matemin farkında. Üstelik sahte olan her şey, bu sessiz samimiyetin keskinliğinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Şîno, Leylokê’nin sırtında Kurmancî yükselen bir ağıdın ritmiyle yas evinden çayıra doğru usul usul ilerliyor.