Tarihin yeni kavşağı
İnsanlık ve doğa “barbarlık içinde yok oluş” eşiğine hiç bugünkü kadar yaklaşmadı, bu tehlike hiç bu kadar büyük, kapsamlı ve yakın olmamıştı. Dolayısıyla, kapitalizmin bu seferki yapısal krizinin şiddeti ve ağırlığı yanında insanlığı ve doğayı nasıl yıkıma uğrattığını çözümleme ve teşhir çerçevesini aşmayan bir düşünsel-pratik faaliyet bugün artık yetersizdir.
H. Selim Açan
Kapitalizmin yapısal krizini ötelemek amacıyla 1970’lerin sonunda sarıldığı neoliberal birikim modelinin tıkandığı gerçeği, gün geçtikçe daha geniş kesimler tarafından görülüyor.
Eskisi artık işe yaramıyor ama yerine yenisi de konulabilmiş değil. Bu nedenle genel bir ‘kaos’ hali yaşanıyor. Öngörülebilir olmaktan çıkmış, hemen her alanda ‘aşırılıklarla’ karakterize olan bir tarihsel evredeyiz. Ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkilerden uluslararası ilişkilere kadar nereye baksak ‘bildiğimiz’ ölçü, anlayış ve kalıplara sığmayan ‘olağanüstü’ hal ve sonuçlar çıkıyor karşımıza.
Bu temel gerçeği gözden kaçırdığımız sürece, geçmiş deneyim ve ezberlerimizden hareketle “olamaz” dediğimiz gelişmeler her seferinde “şok” etkisi yaratıyor üzerimizde. Ardı ardına inen yumruk misali bazen peş peşe gelen bu şoklar “körleştirici bir telaş” içinde kuru yaprak misali savruluşlara yol açıyor.
Fiilen iradesizleşme anlamına gelen bu sürüklenme halinden kurtulabilmek için ilkesel esaslara dayalı sağlam bir çıpaya sahip olmak şart. Bunun siyaset dilindeki karşılığı stratejik-programatik bir perspektife sahip olmak.
Bu zorunluluğun kabullenildiği noktada karşımıza bu kez başka bazı çatallanmalar çıkıyor.
Bunlardan biri, kapitalizmin artık iç ve dış sınırlarına dayandığı, kendi iktisadi yasalarının işleyişi önünde bile engel haline geldiği, dolayısıyla kendini yeniden üretebilir, bu anlamda sürdürülebilir olmaktan çıktığı vurgusuyla yetinen bir tür kendiliğindencilik.
Dünyada da Türkiye’de de değişik versiyonları var bu yaklaşımın. Tipik örnekler olarak dünyadan Wallerstein’ın, Türkiye’den ise Fikret Hoca'nın (Başkaya) yaklaşımlarını örnek verebiliriz. Her ikisi de düşünceyi kışkırtan, ufkumuzu genişletecek açılımlar içermekle birlikte sonuç olarak sözünü ettiğimiz türden bir ‘kendiliğindenlik teorisi’ sınırları içinde kalmaktadır.
Wallerstein’a göre, her sistem gibi kapitalizmin de bir ömrü vardır ve 500 yıllık bir egemenliğin ardından o da artık tarihsel-sistemsel sınırlarına dayanmıştır. Ona göre, “Günümüz dünyasında soru hükümetlerin kapitalist sistemi nasıl ıslah edeceği ve sonsuz sermaye birikimini etkin bir şekilde devam ettirme kabiliyetini yenilemesini (nasıl) sağlayacağı değildir. Bunu yapmanın hiçbir yolu yok. Bu yüzden artık soru bu sistemin yerine neyin geçeceğidir.”(I. Wallerstein, Yapısal Kriz ya da Kapitalistler Kapitalizmi Niçin Artık Kazançlı Bulmayabilirler?, abç)
Fikret Başkaya’da –Wallerstein ve başkalarıyla örtüşecek şekilde- “kapitalizmin iç ve dış sınırına dayandığı, yolun sonuna geldiği” görüşündedir. Konuya ilişkin kaleme aldığı yazı ve röportajlarında yıllardır bu vurguyu öne çıkarmaktadır. Onun görüşüne göre, “Eğer bir ekonomik/sosyal/politik sistem her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyorsa, yaptığından daha çoğunu yıkıyorsa duvara dayanmış demektir”. Bu bağlamda kapitalizm açısından “Genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış (bulunmaktadır)... Artık geri dönüşü olmayan eşik aşılmış (tır)”. (Alıntılar F. Başkaya’nın 2017 Ekim’inde A. Külsoy’la yaptığı ve Gazete Duvar’da yayınlanan söyleşisiyle geçenlerde -29 Ekim 2019- Yeni Yaşam’da yayınlanan makalesindendir).
Hareket noktaları ve dayandıkları argümanlar farklılık gösterse de bu vurgu temelinde dile getirilen görüşlerin bütünüyle yanlış oldukları söylenemez. “Asalaklaşmış, çürüyen, can çekişen kapitalizm” aşamasına yani emperyalizm aşamasına geçişle birlikte insanlığın tarihsel ilerleyişi bakımından ömrünü dolduran bir sistem olarak kapitalizm bugün gerçekten de ağırlaşmış yeni bir yapısal kriz içindedir. Dolayısıyla bu gerçeğin altını çizip onun nedenlerine dair ezberlenmiş kalıp ve sloganların ötesine geçen her çözümleme teorik açıdan ilerici bir karaktere sahiptir.
Lakin vurgunun yalnızca -ya da büyük ölçüde- sistemin neden ve nasıl tıkandığıyla sınırlı kalması ‘kendi kendine çöküş’ beklentilerini güçlendirme riskini de içinde taşıyor. Dolayısıyla bu eşikte takılıp kalındığı sürece siyaseten –gerici demesek bile- rehaveti körükleyen ince bir “kendiliğindenlik teorisi” boyutuna da sahiptir bu kategoriye giren yaklaşımlar.
Gerçi bunların hiçbiri “kollarımızı kavuşturup bekleyelim” önerisinde bulunmuyorlar. Her biri tarihin seyrine kendine göre bir ‘müdahale’ önerisine sahip. Fakat bu, Fikret Başkaya’da –determinist bir tarih anlayışının yansıması izlenimini de yaratan- genel ve soyut bir sosyalizm çağrısından öteye fazla geçmezken; Wallerstein’da geleceğin kimler tarafından nasıl şekillendirileceğine dair ‘belirsizlik/kestirilemezlik’ vurgusu eşliğinde ‘mevcut tarihsel seçenekler içinden ahlaki bir seçim yaparak oraya ulaşmak için en iyi siyasal taktikleri izlemek” öğüdü ile sınırlı kalıyor.
Sermayenin kendisini yeniden üretim koşullarında ciddi bir tıkanıklığın (kriz) ortaya çıkmasına bağlı olarak kendiliğinden gerçekleşecek bir ‘çöküş’ beklentisine kapılmak bugüne özgü bir durum değil aslında. Hem Marksist hareketin tarihinde hem de Türkiye sol hareketinin tarihinde çok karşılaşılmıştır bu yanılsamayla.
TDH’den örnekler üzerinde durmaya değmez. Çünkü teorik düzey olarak çok geri –zaten aslolarak o gerilikten kaynaklanan- fazlasıyla mekanik ve indirgemeci bir yüzeyselliğin yansımalarıdır.
Buna karşın, sermayenin gerçekleşme koşullarındaki genel tıkanma ile kapitalizmin çöküşü arasında mekanik/doğrusal bir bağ kurmanın Marksist hareketin tarihindeki en ünlü örneği olarak Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi kitabında teorileştirdiği yaklaşımı verebiliriz. Entelektüel düzey bakımından çarpıcı açılımlar içeren o çalışmasında Luxemburg, sermayenin sermaye olarak kendisini üretebilmesinin temel koşulunu oluşturan artı değeri büyütüp sürdürebilmek için kapitalizmin kapitalist olmayan alanlara doğru genişlemek zorunda olduğunu fakat bunun da doğal (fiziki) bir sınırının bulunduğunu, tüm dünya kapitalistleştiğinde kapitalizmin sistem olarak yaşama şansının kalmayacağını ileri sürer.
Bütün kendiliğindenci “çöküş” beklentileri gibi Luxemburg da, bütün çürümüş ve yıkıcı yanlarına karşın kapitalizmin yaratıcı-dinamik yönleri ile alttan/dıştan gelen güçlü bir baskı olmadığı sürece burjuvazinin bir biçimde üstesinden gelemeyeceği bir krizin olamayacağını gözden kaçırmıştır. Ki bu ikincisi, en ağır kriz koşullarında bile tayin edici noktayı oluşturur. Nitekim iki büyük dünya savaşı ve faşizmin tarih sahnesine çıkışı da içinde olmak üzere insanlığın daha önce tanık olmadığı büyük felaketler pahasına da olsa hayat bugüne kadar bu kendiliğindenci öngörü ve beklentileri boşa çıkaracak şekilde akmıştır. Aynı hatayı bugün bir kez daha tekrarlamamak gerekiyor.
Kapitalizmin geleceksizliği yanında insanlığa ve doğaya verebileceği zararlara dikkat çekmek için komünistler tam bir asır önce “Ya barbarlık içinde yok oluş ya sosyalizm” sloganını formüle etmişlerdi. İnsanlık ve doğa “barbarlık içinde yok oluş” eşiğine hiç bugünkü kadar yaklaşmadı, bu tehlike hiç bu kadar büyük, kapsamlı ve yakın olmamıştı. Dolayısıyla, kapitalizmin bu seferki yapısal krizinin şiddeti ve ağırlığı yanında insanlığı ve doğayı nasıl yıkıma uğrattığını çözümleme ve teşhir çerçevesini aşmayan bir düşünsel-pratik faaliyet bugün artık yetersizdir. Bugün bu tehlikenin ancak insanlığa farklı bir gelecek vadeden çekim gücü yüksek somut bir program ekseninde mücadele ile aşılabileceğini merkeze koyan bir stratejik yaklaşımla hareket etmek zorunluluğu vardır. Başka bir anlatımla, kapitalizm karşıtı eylem ve dinamiklere programatik bir perspektif kazandırma sorumluluğu, günümüzde radikal bir kapitalizm eleştirisinin ‘olmazsa olmaz’ı haline gelmiş durumdadır.