Transatlantik bir müttefik olarak Kürtler
Şiddetin, soykırımların ve sömürgenin çarklarında olgunlaşan Kürtler, uluslararası toplum için yüzyıla yakın bir süredir dünya ile bağ kuran rakiplerinden daha makbul ve güvenilir bir müttefik oldu. Bütün bu olanların Kürtlerin statüsüzlüğüne rağmen gelişmesi ise klasik anti-terörizm doktrininde ezberleri bozdu. Zira Kürtler dünya için milis bir güç olmanın ötesinde bir anlam taşıyordu.
Mürsel Ekici*
11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey ve güney kulelerine yapılan saldırı, başta ABD olmak üzere birçok devletin terörizmle mücadele şeklinden para politikalarına, insan hakları yaklaşımından insanların seyahat ve tatil alışkanlıklarına kadar politik ve gündelik hayatın pek çok alanında kültür değişikliği yarattı.
Terör eylemlerinin daha proaktif tedbirler gerektirdiği tartışması kuvvet kullanma yöntemlerinin şeklini ve koşullarını da değiştirdi. Terörizmin vardığı psikolojik eşik ve etkileri, terörizmle mücadelede etkin kullanılan kuvvetin meşruiyetini tartışma dışına itti. Bireysel hak ve özgürlüklerin güvenlik tehdidi karşısında sınırlandırılabilirliği olağanlaşırken, anti-terörizm kendine özgü bir hukuk politikası ve dolayısıyla ceza siyaseti üretti. Terörizm, ideolojik köklerden sıyrıldı ve bir politik söylem olmaktan çıkarak soğuk savaş literatürünü ters yüz eden farklı konseptiyle çok uluslu ve kanlı yeraltı şiddet hareketine dönüştü. Dini motivasyona sahip terör eylemlerinin dozunun artması ve bu prototipteki terör gruplarının Amerika’dan Asya’ya uzanan geniş bir alana yayılması Doğu ve Batı şeklinde ayırt edilen devletleri yeni bir “kolektif savunma” prensibi arayışına itti. Bu sebeple Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) dahi de facto nitelikte coğrafi sınırlarının genişlemesiyle sonuçlanan yeni uluslararası güvenlik ortaklıkları oluştu. Bu ortaklık ilişkileri manzumesinde anti-terörist ittifakın genç ve dinamik gücü Kürtlerin eski “Doğu ve Batı Bloku” içerisindeki yerini ve bugünün arka planını anlamamız, gelişmeleri az da olsa “küresel terör(izm)le mücadele kuramıyla” okumamızla mümkün.
Uzun yıllar idari bağlamda İran ve Osmanlı arasında taksim edilen Kürtler, 19'uncu yüzyılın sonlarında lokal düzeyde ve dağınık bir şekilde bağımsızlık mücadelesi vermeye başladıkları andan itibaren ayrılıkçılık ve Batı destekli olmakla suçlanmış, ancak Kürtler isyan ettikleri otoritelerden ayrılamadıkları gibi, Batı'dan dişe dokunur bir destek de alamamışlardır.
Irak ve Suriye’de terörizmle mücadelede önemli kazanımların belirleyici gücü olan Kürtler, terörle mücadelenin ortak uluslararası savunma planı içerisinde önemli bir askeri ve siyasi müttefik olarak yerini aldı. Elbette Irak ve Suriye’deki Kürtlerin terörizmle mücadele ederken aynı zamanda kendi kaderlerine kattıkları bu dinamik etki İran ve Türkiye’deki Kürtlerden bağımsız değil. Fakat beklenildiği gibi birbirlerine bağımlı da değil.
20'nci yüzyılın başlarında ulusal ve dini motivasyona sahip isyanlarıyla anılan Kürtler devam eden dönemlerde farklı idareler altında olmakla beraber bazen bağımsızlık yanlısı “kopuş örgütleriyle”, bazen entelektüel kadro hareketleriyle ortaya çıkmış, bazen de Batı karşıtı sol siyasi hareketlere angaje olarak ve genellikle de şiddetin gölgesinde varlığını sürdürmüşlerdir.
Kürtler, resmi bir statüden yoksunlukları nedeniyle uluslararası toplumla hukuk zemininde bir araya gelip dünya ile bağ kurmaktan ziyade politik söylem itibariyle insani ve modern-demokratik değerlerle uyumlu bir dil kullanarak bugüne kadar olgunlaşan bu değerlerin de koruyuculuğunu üstlendi. Devletlerin ve terörizmin şiddetiyle karşı karşıya kalan Kürtler, bu koruyucu görevlerinin yanı sıra kendi kaderlerinin tayini için de benzersiz mücadeleler verdi. Bu mücadeleler uzun yıllar terörizmle yan yana konularak görmezden gelinmesine rağmen, uluslararası toplum ulusal kurtuluş mücadelesi veren Kürtlere karşı kuvvet kullanma yasağını farklı içerik ve şekillerde de olsa tartıştı. Fakat bu durum çoğunlukla tartışma düzeyinde kaldı. Bu çelişki, uluslararası toplumun ulusal kurtuluş hareketlerine bakışındaki bulanıklığın tezahürüdür ve etik bir sorgulamanın ötesinde, uluslararası hukukun kuvvet kullanmaya ilişkin kurallarını da ilgilendirmektedir. Ancak Kürtlerin halihazırdaki politik ve hukuki durumu da bilfiil uluslararası hukukun ilkeleri etrafında okunmalıdır.
11 Eylül 2001 terörist saldırıları yukarıda kısaca değinilen etkileri ile beraber uzun bir aradan sonra ABD’nin Afganistan’a müdahalesiyle sonuçlanan transatlantik anti-terörist askeri hamleyi ortaya çıkardı. Afganistan müdahalesinin ardından ise ABD ve Koalisyon Güçleri’nin Irak’a müdahalesi yine benzer “değerlerin” korunması saikiyle gerçekleşti. Zincirleme devam eden anti-terörizm harekatlarının geniş bir coğrafi alana yayılmasına neden olan 11 Eylül 2001 saldırıları, sahada Batı ile Kürtleri meşru ve aleni olarak yakınlaştırıp anlaşmalara zorlayan sonuçları itibariyle de aynı zamanda uluslararası ilişkilerin gramerini değiştirdi.
Kürtlerin ulusal kurtuluş serüvenlerinin ilk yıllarından itibaren “Kürt Siyasi Künyesi” Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (S.S.C.B.-Sovyetler Birliği) gölgesinde okundu. İsrail’in kurulması, Sovyetler Birliği’nin Mahabad Kurdistan Cumhuriyeti’ne karşı ikircikli tutumu ve devam eden yıllarda Irak’taki Kürtlerin statü kazanımlarını ortadan kaldıran Cezayir Antlaşması’nın ardından İran ve Irak eksenli Kürt ulusal kurtuluş hareketleri için bu gölge görece Batı'ya dönse de, Türkiye’deki Kürt siyasi hareketleri Sovyetler Birliği’nin gölgesinden kurtulamadı. Komünizmi berhava eden Yeşil Kuşak Projesi’nin tedavülde olduğu yıllarda bile Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi Kürtlerin sorunlarını ısrarla Sovyetik metoda göre, üniter/totaliter rejim reçeteleri ile çözmekle meşgul oldu. Bu metodoloji sorunu derdest iken sahada da Irak ve İran Kürtlerinin Sovyetleri Birliği’nin (dağılmasının arından da mirasçısı Rusya’nın) gölgesinden uzaklaştığı bir dönem başladı. Haliyle “Doğu ve Batı” etkisi, Kürtlerin iç ve dış moral ve siyasal dinamiklerini de şekillendirdi. Bu noktadan itibaren Kürtler içeride ve dışarıda yoğun bir terörizm dalgası ile karşı karşıya kaldı. Kürtlere karşı doğrudan yönelen terörizm ve “terörizmin ahlaki desteği” 2003 yılında Irak Kürtlerinin yüzyıla yakın bir süredir çiğnenen onurlarını kurtarmak için Kürtler açısından dış politikaya dair yepyeni bir paradigmayı üretme imkanı yarattı; Kürtlerin ebedi dostlukları olmadığı gibi, ebedi düşmanlıkları da olmayacaktı.
1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush uçak gemisi Abraham Lincoln’de Irak harekatının askeri aşamasının sona erdiğini resmen ilan ettiği bir konuşma yapmış ve Saddam Hüseyin hükümetinin devrilmesini “Teröre karşı 11 Eylül 2001’de başlayan ve halen devam eden savaşta bir zafer” olduğunu belirtmişti. Konuşmasında Kürtlere samimi bir teşekkür ederek, “Kürtlerin kendileri ve Batı dünyası için onurlu müttefikler” olduğunun da altını çizmişti. Kürtlerin baskıcı ve zalim bir diktatöre karşı ortaya koydukları kendi ulusal kurtuluş mücadelelerinin Batı'ya en azından güvenlik parametreleri bağlamında katkısı da böylelikle gözler önüne serilmiş oldu. Aynı zamanda “Kürt Meselesinin” 21'inci yüzyıla taşınması ivme kazandı.
Koalisyon Güçlerinin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak’taki iç güvenliğin çökme noktasına gelmesi ve 2011 yılında Suriye’de başlayan iç savaş nedeniyle BAAS rejiminin askeri anlamda zayıflaması, Selefi kökenli DEAŞ (Irak Şam İslam Devleti) adlı terör örgütünün ortaya çıkmasına ve eylemlerini Kürt bölgelerine taşımasına neden oldu. Bu örgüt için Kürtlerin hedef haline getirilmesinin nedeni Kürtlerin doğal düşman kabul edilmelerinden kaynaklanıyordu. Zira DEAŞ’a göre Kürtler Batı'nın politik söylemine yakın ve Batı'yla organik ilişki kurarak, savaşlarının asli tarafı olan Batı'nın yerel temsilcileri pozisyonda bulunmaktaydı. 3 Ağustos 2014’te bu kanlı terör örgütünün Şengal’de Kürtlere uyguladığı barbarlık, Batı'nın terörizmle mücadelede Kürtlere olan desteğini neden canlı tutması gerektiği sorusunu uluslararası toplumun birincil gündemi haline getirdi. Suriye’de de BAAS rejiminin yıllarca baskıladığı Kürtler, rejimin geri çekilmesiyle kanlı DEAŞ örgütüyle savaşmak zorunda kaldı. Tam da bu noktadan itibaren uzun yıllar Doğu ve Batı arasında politik hatlarını kalınca çizen Kürtler, ulusal kurtuluş mücadelesi ekseninde ve ortak düşman karşısında birbirlerini korumak zorunda olduklarını ve ortak bir politik söylemin zorunluluğunu hayata geçirdi. Türkiye ve Suriye’deki Kürt siyasi aklı, İran ve Irak’taki Kürt siyasi aklına -bilhassa diplomasiyle uyumlu dil kullanma noktasında- yakınlaşarak aslında siyasi tarihleri boyunca ilk defa Batı'ya sol jargonu aşarak siyaseten ve ilkesel olarak yakınlaşmış oldu. Hatta terör örgütü DEAŞ’ın Irak’ın Musul vilayetini işgali ile ele geçirdiği ağır silahlarla Suriye’deki Kürt kenti Kobani’yi abluka altına almasının ardından Kürtler, tarihlerinde örneği görülmeyen bir görüntüyü belleklere işledi. ABD desteği ve Türkiye’nin de iktidar ve bağlı tüm kurumlarının rızasıyla Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ulusal askeri gücünü oluşturan Peşmergeler, Kobani’deki Kürt silahlı güçlerine destek vererek önemli bir ortak mücadele örneğini uluslararası topluma gösterdi. Bu ortaklaşma, aynı zamanda ve bir bütün olarak Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin de yakın dönemde sembolü haline geldi. Sonuçları itibariyle terörizmi alaşağı etmekle sonuçlanan Kürt İttifakı terörizme karşı ve Kürtlerin lehine küresel bir propagandanın oluşmasının da önünü açtı. İran ve Irak Kürtleri entelektüel ve siyasal düzeyde Batı ile ilişki kurmuşlardı elbet ama artık Kürtler Batı için bölünmüş bir güç olmaktan da çıktı. Kürtler diplomatik ilişkilerin kurulduğu, askeri lojistik desteğinin sağlandığı ve en önemlisi sahada da, masada da küresel terörizmle mücadelede sembol ve sahadaki tutumuyla da önemli bir siyasal ve askeri müttefik olarak gündem belirleyen bir güç haline geldi.
Şiddetin, soykırımların ve sömürgenin çarklarında olgunlaşan Kürtler, uluslararası toplum için yüzyıla yakın bir süredir dünya ile bağ kuran rakiplerinden daha makbul ve güvenilir bir müttefik oldu. Bütün bu olanların Kürtlerin statüsüzlüğüne rağmen gelişmesi ise klasik anti-terörizm doktrininde ezberleri bozdu. Zira Kürtler dünya için milis bir güç olmanın ötesinde bir anlam taşıyordu. Bunun en önemli göstergesi de Kürtler sadece savaşmıyor, aynı zamanda kendi petrol rezervlerini kontrol edebiliyor, devlet başkanlıkları düzeyinde meşru ve aleni bir muhatap olarak görülüyordu. Tüm bu manzarada Kürtler ulusal kurtuluş mücadelelerini sürdürürken kendi yararlarını gözettikleri gibi, küresel terörizmle mücadeleye de kattıkları transatlantik cerrahi gücüyle anti-terörizmdeki devlet ittifakları doktrininin de yerleşik ilkelerini değiştirdi.
*Diyarbakır Barosu-Avukat, L.L.M.