Sınıftan (ve sosyalizmden) kaçış: Nereye kadar?
Sınıf gerçeğinden kaçış çabası nafile bir çaba. Toplumsal ve tarihsel gerçeklere takla attırmak pahasına da olsa istediğimiz kadar uzak durmaya çalışalım o eninde sonunda bir biçimde karşımıza dikiliyor.
H. Selim Açan
Kapitalist sistem karşıtı mücadelenin klasik ölçü ve biçimlerde olmasa da ‘program’ olarak adlandırılmayı az-çok hak edecek bir gelecek perspektifi, en azından bunun nüvesini oluşturacak uzun vadeli talepler temelinde örgütlenmesinin önemi bugün daha geniş kabul görüyor.
İçlerinde Gezi’nin de bulunduğu 2010-2013 aralığında patlak veren kitle isyanları sırasında belirli bir program ve örgütlülükten yoksunluk yüceltiliyor hatta o isyanların kitleselliği ve gücü bu iki konudaki ‘şekilsizliğe’ bağlanıyordu. Fakat bizzat o dalgaların serencamı, başlangıçta eyleme ve politikaya en uzak kesimleri dahi hareketin içine çeken bir avantaj olarak iş gören bu yoklukların süreç ilerledikçe nasıl birer handikapa dönüştüğünü gösterdi. Harekete ‘dayanıklılık’ kazandıracak programatik bir ortaklık yokluğu, başlangıçta yakalanan ivmenin korunup sürdürülememesinin tayin edici nedenlerinden biri haline geldi. ‘Programsızlığa övgü’nün yerini liberalleri dahi işin içine çekecek şekilde ‘Nasıl bir program’ arayışlarının alması da o deneyimlerin ardından hızlandı zaten.
Bu noktada söylemeden geçmek haksızlık olur: “İyi-kötü bir programdan yoksun bir hareketin soluğunun çok geçmeden tıkanacağı” yönündeki uyarıları nedeniyle (de) “dinozorluk” suçlamasına hedef olan Marksistlerin dediğine gelindi.
“Program şart mıdır” sorusu bugün artık mazide kalmış, bizzat yaşanılan pratikler tarafından aşılmış bir tartışmadır. Sistem karşıtı ciddiye alınabilir bir muhalefetin nasıl örgütlenebileceği konusunda dikkate değer arayışlar bugün “nasıl bir program/hangi program” sorusu ekseninde yaşanmaktadır.
Bu noktada bu kez dünden kalma başka kimi korku ve tereddütler kendini gösteriyor. Bunların başında da sınıf temelli yaklaşımdan ve sosyalizmden uzak durmak geliyor. Kapitalist özel mülkiyet düzenine dokunmaktan uzak durmayı da bunlara eklemeliyiz.
Birbirlerinden kopuk düşünülemeyecek olan bu konulardaki önyargı, tereddüt ve düşmanlıkların temelinde ise her şeyden önce 20'nci yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerinin malûm sonu var. Bu çöküşün arkasından “tarihin sonu”nu ilân edecek kadar kendinden geçen neoliberalizmin estirdiği gerici ideolojik fırtınadan şu ya da bu biçim ve yoğunlukta etkilenmeyi de tabii göz ardı edemeyiz.
İlk büyük tarihsel hamlenin başarısızlığı “sosyalizmden kaçış-onun imkansızlığı” teorilerine güç kazandırdı. Buna bir de kapitalist üretimin örgütlenme tarzındaki değişikliklere paralel olarak işçi sınıfının yapısı ve hareket/mücadele olanaklarındaki değişmeler eklenince Marksizmin bu sınıfa biçtiği misyonun –kapitalizmi yıkma, sosyalizmi inşa- imkansızlığı teorileri eklendi. Bu giderek sınıf temelli her türlü yaklaşımı kategorik olarak baştan reddedip sırtını dönme, dahası aşağılayıp lanetleme aşırılığına vardı. Kısacası sosyalizmden, proletaryadan, genel olarak sınıf bakış açısından kaçış birbirini doğurup besleyen süreçler olarak iç içe gelişip “moda” haline geldi.
Kapitalizmin bütünlüklü ve tutarlı alternatifi olarak sosyalizmi gören ve sosyalizmi inşa yeteneğine sahip tek sınıf olarak proletaryayı merkeze koyan Marksist sınıf bakış açısını hayata geçirme iddiasındaki tarihsel pratiklerin yanlışlarından kaynaklanan tereddütleri bütünüyle yanlış görüp gericilikle damgalamak elbette doğru olmaz. Bu konulardaki geçmiş pratikleri nesnel bir yaklaşımla irdeleyip boşluk ve yanlışlarından ders çıkarma amacıyla hareket edildiği sürece haklı yönleri olan anlaşılır bir tereddüttür bu.
Lakin o pratiklerin içerdiği yanlışların eleştirisi yanında olumlu yönlerini de görüp sahiplenen yeni bir sentez yaratma (devrimci bir “soğurma”) işlemine vesile olmak yerine kemikleşmiş bir ön varsayım çerçevesi olarak sosyalizme (ve proletaryaya) baştan mesafe koyup uzak durma gerekçesi haline geldiği ölçüde farklı türden bir tutuculuğa dönüşüyor, düpedüz gerici bir mahiyet/karakter kazanıyor bu korku ve yabancılaşma.
İşin ilginci, genel olarak sınıf temelli yaklaşımdan, özellikle de proletaryadan (ve tabii ki sosyalizmden) uzak durmayı esas alarak üretilen “kapitalizme alternatif” strateji ve program önerilerinin ne ölçüde geçerli, dahası “alternatif” karakterde oldukları da su götürür.
Örneğin Wallerstein’ın hipotezine göre “Kapitalizm doğrudan kapitalistlerin kendi hüsranıyla son bulacak(tır)”. Çünkü “(son 30-40 yıldır) küresel piyasaları aşırı dolduran ve işletmeciliğin toplumsal ve ekolojik maliyetleri tarafından her yönden sıkıştırılan dünya kapitalistlerinin alışıldık yatırım kararlarını vermeyi imkansız görmeleri mümkün(dür)”.
“Marksizmi sadeleştirerek her şeyden önce bir kriz teorisine” indirgediğini baştan belirten Randall Collins’in ‘umut bağladığı’ toplumsal fail ise teknolojideki gelişmelerin işsizliğe/geleceksizliğe ittiği orta sınıflardır. Onun temel tezine göre (“orta sınıfın teknolojik işsizliği”) “İşsizlik oranı çalışabilir nüfusun yüzde 50’sine ya da yüzde 70’ine ulaştığında kapitalist sistem –gerek tüketim azlığı gerekse siyasal çalkantılar yüzünden- öyle bir baskı altında kalır ki artık ayakta duramaz” (R.Collins, Orta Sınıf İşlerinin Sonu, Kapitalizmin Geleceği Var mı? içinde, sf. 71). Collins, bu temel tez doğrultusunda bir adım daha atar ve “2040 yılında yüzde 50 yapısal işsizlik oranına ulaşmamız, çok uzun olmayan bir süre sonra da bu oranın yüzde 70’e çıkması pekâlâ mümkün” öngörüsünde bulunur. Ve sonunda kesin müjdeyi verir: “Orta sınıfın teknolojik işsizliği kapitalizmi şu anda egemen olduğu yerlerde 21'inci yüzyıl sona ermeden çökertecek” (agy, sf.83).
Genel olarak sınıf temelli yaklaşımdan özelde proletaryadan kaçışın farklı biçimleri olarak bir zamanlar “21'inci yüzyıl sosyalizmi” olarak yere göğe sığdırılamayan Latin Amerika deneyimleri ya da ‘kimlik siyaseti’ eksenli teori ve pratiklerin koşullar değişince yaşadıkları tıkanma da gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Keza “Sınıf özcü yaklaşımlardan uzak durulmasını sağlamayı” misyon olarak benimseyen “radikal demokrasi” teorisyenlerinden Chantal Mouffe bile işlerin umdukları gibi gitmediğini görmenin basıncıyla bu kez ‘herkese mavi boncuk dağıtmayı’ esas alan büsbütün şekilsizleşme stratejisi olarak “sol popülizm” önerisiyle ortaya çıkıyor.
Çeşitlilik gösteren bu “teorilerin” sahipleri, işçi sınıfının yapısı ve mücadele olanakları konusunda neoliberal dönemde yaşanan değişimlerden ‘eskiye kıyasla’ aleyhte sayılabilecek bütün farklılıkların altını şehvetle çizerken, üretimin dünya çapında toplumsallaşmasına, dünün ‘köylü’ toplumlarının dahi günümüz kapitalizminin ucuz emek deposu ‘büyük fabrika ve KOBİ’lere’ dönüşmesine, bu anlamda hem tek tek ülkeler ölçeğinde hem de dünya çapında büyüyüp genişleyen bir proletarya gerçeğine, bunun beraberinde getirdiği avantaj ve potansiyellere gözlerini kapatıyorlar.
Uzun sözün kısası, sınıf gerçeğinden kaçış çabası nafile bir çaba. Toplumsal ve tarihsel gerçeklere takla attırmak pahasına da olsa istediğimiz kadar uzak durmaya çalışalım o eninde sonunda bir biçimde karşımıza dikiliyor. Özellikle de konumuz kapitalizmin aşılması, onu kalıcı bir biçimde tarihin çöplüğüne gönderecek köklü bir alternatif arayışı ise sadece sınıf gerçeğinden değil, neoliberal dönemde hem tek tek ülkeler bazında hem de dünya ölçeğinde çoğalıp genişleyen, nesnel konum itibarıyla ona yakınlaşan kesimlerle birlikte toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturur hale gelen proletaryadan uzak durmak olanaklı değildir. (*)
Burada sorun keyfi bir tercih sorunu ya da proletaryaya duyulan özel bir aşk meselesi falan değildir. Bu sınıfın kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanan bir nesnelliğin baz alınmasıdır.
O nedenle bir taraftan kapitalizme (köklü) alternatif arayışı içinde olmakla proletaryadan kaçış birbiriyle bağdaşmaz. Bu kaçışta ısrar sadece yaman bir çelişki olmakla kalmaz, kapitalizme alternatif önerilerimizi de baştan sakatlar, düşünsel tatmin sağlayan fanteziler olmanın ötesine geçtiği durumlarda bile onları sistemden köklü bir kopuş sağlamayacak sınırlı ve geçici bir ‘ıslahat planı/düzeltilmiş kapitalizm’ çerçevesinde kalmaya mahkum eder.
(*) ‘Sınıflar arasındaki mücadeleyi’ esas alıp bu bağlamda proletaryayı merkeze koyan yaklaşımların geçmişte bu gerekçeyle pratikte yaptıkları büyük hatalardan, vahim ihmal ve kayıtsızlıklarından ders alınması gereği açık ve ortada. Ne var ki bu özeleştirel yaklaşım zorunluluğu ayrı bir şey bu tarihsel yanlışlardan hareketle sınıf gerçeğini ve kapitalizme karşı mücadelede sınıf mücadelesinin esas alınması zorunluluğunu toptan inkar tamamen başka bir şeydir.
Bu konuda en azından ufuk açıcı verimli bir tartışma zemini sunan farklı bir yaklaşım olarak David Harvey’in yaklaşımını örnek verebiliriz. Günümüzün dikkate değer Marksist düşünürlerinden biri olan Harvey, Türkçeye yeni kazandırılan “Yeni Emperyalizm” kitabında konuya “hem... hem de...” şeklinde diyalektik bir tarzda yaklaşır.
“Proletaryayı tarihsel değişimin anahtar faili” olarak görüp sınıf ilişkilerini ve sınıf mücadelesini merkeze koyan mücadelelerin 20'nci yüzyılın büyük bir kısmında özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde önemli meyveler verdiğinin altını çizer önce. Bu kazanımlara dair bazı örnekler verdikten sonra “Ulus-devlette yaşandığı haliyle genişletilmiş yeniden üretim çerçevesinde oldukça tek amaçlı proletarya örgütlenmesi olmasaydı bunlar meydana gelmezdi. Bu başarının önemini teslim etmek bence çok mühim” der. (D. Harvey, Yeni Emperyalizm, sf.150)
Fakat aynı Harvey, “Bu tek amaçlılık üretken olmuş olsa da bedeli sayısız dışlamaydı” diye devam eder. Yaşama alanı siyasetini esas alan kentsel toplumsal dinamiklerle feminizm ve çevrecilik gibi toplumsal hareketleri bu dışlamaya örnek verir. Bu ihmal ve boşluklardan hareketle, “Marksizm ve komünizm ilhamlı solun çoğunun diğer her şeyi unutarak proleter mücadelelere bu tek amaçlı odaklılığını ölümcül bir hata” olarak niteler. Bu hata sonucu solun kendini güçsüzleştirmekle kalmayıp “analitik ve programa dayalı yetilerini de sakatladığını” söyler.
Harvey’in bu görüşleri de bütünüyle paylaşılmayabilinir. Ama özellikle proletarya ve proletarya hareketi dışındaki farklı dinamiklere kayıtsızlık eleştirisine katılmamak mümkün değildir. Zaten Harvey’in çözümlemesinde neyi nasıl tanımladığından çok konuya yaklaşım yöntemi önemlidir. Ne tek yanlı toptan bir lanetleme ne de aynı tek yanlılıkla yüceltip kutsama vardır bu yaklaşımda.