Edebi temsil ile fiili durum arasında: Bir cumhuriyet daha
2017 yılı Aralık ayının son günü. Düzce’deki AKP il kongresi sonrasında salondan çıkarken kendi partisinden bir işçi ile Cumhurbaşkanı arasında, o dönem gündemde olan taşeron düzenlemesiyle ilgili bir diyalog geçer. Gerçi bu, tam da bir diyalog değildir aslında, bir karşılıklı olma durumunu içermez; daha ziyade, efendiden bir istek, rica mahiyeti taşır. “KİT'lere kadro, şeker fabrikalarına kadro cumhurbaşkanım" diye seslenen kişiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın cevabı oldukça anlamlıdır...
Fırat Gül
“Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.”(1)
Edebiyat, bir çağrışımlar silsilesi yaratarak kendimizi, diğer insanları, doğayı anlamamıza ya da bunlara dair sezgilerimizi arttırmamıza vesile olabilir. Mevcut politik gündemi, medyanın haber sağanağı içerisinde takip etmek kadar edebiyatın bıraktığı izlerin peşinden giderek de okumak pekâlâ mümkündür. Bu yazının yapmaya çalıştığı şey, edebiyat aracılığıyla güncel politika üzerine düşünmek, romandaki bir karşılaşma anından yola çıkarak olan biten politik durumu anlamaya çalışmaktır.
(I)
Thomas Mann’ın genç yaşında kaleme aldığı “Buddenbrooklar – Bir Ailenin Çöküşü” adlı romanı, 19'uncu yüzyıl Almanya’sında aristokrat bir ailenin kuşaktan kuşağa çözülüşünü, bir zümrenin ise somut olarak ölümünü anlatır. Büyük bir edebi güce sahip kitap, bir yandan bu zengin ailenin yıllar geçtikçe yaşadığı değişimi, sahip oldukları her şeyi yitirmelerini, aileyi temsil eden erkeklerin savruluşlarını ve nihayetinde hazin sonlarını anlatırken diğer yandan Almanya ve Avrupa’ya dair tarihsel bir arka planı gözler önüne serer. Eskinin sınıfları yerini yeni sınıflara bırakırken, aristokrat büyük ailelerin alışkanlıkları yeni değerler karşısında dağılmakta, rejimlerle birlikte ülkelerin sınırları da değişmektedir. Avrupa’daki politik, toplumsal değişimlerin fırtınalı olduğu dönemde geçen roman, Buddenbrooks ailesinin çözülüşünün trajik biçimine odaklanırken yer yer de kentin sokaklarına ve liman işçilerine, hizmetçilere, uşaklara yer verir.
1848 yılı Ekim ayının ilk günü. Aristokrat bir aile olmaları hasebiyle, sıklıkla tekrarlandığı gibi, Buddenbrooklar yine bir masanın etrafında toplanırlar. Ancak bu seferki ritüelde aile üyelerinin suratı asık ve endişelidir. Nedeni sonradan anlaşılır: Şimdiye kadar aileye olan sadakatinde herhangi bir gedik olmayan aşçı Trina, yemek konusunda kendisini uyaran Bayan Konsül’e ilk defa karşı gelmiş, ellerini kalçalarına dayayıp şu itirazda bulunmuştur: “Biraz daha bekleyin, Bayan Konsül, bu böyle devam etmeyecek, çünkü bu düzen değişecek. O zaman ipekli elbiseler giyip kanepeye sizin yerinize ben oturacağım ve siz bana hizmet edeceksiniz…” (2). Sınıflar arasındaki yerleşik nizamın bozulma ihtimalini ve alt sınıfların arzusunu açığa vurur bu an. Elbette, her karşı çıkış cezasız kalmaz, aşçı kızın işine son verilir. Bu, büyük fırtınanın önceden verilmiş bir işaretidir.
Buddenbrooklar evlerinin içerisinde oturadursunlar, sokakta sesler yükselir, etrafta bir hareketlilik görülür ve bir ayaklanma başlar. Halk hareketleri, isyanlar, sokak çatışmaları bir anda boy vermeye başlamış, yeni bir anayasa, eşitlik talebi, genel seçim hakkı ile sınıf ayrımına dayalı seçim hakkı konuları politik hareketliliğin temel sebeplerinden bazılarını oluşturmuştur (3). Ailenin reisi Konsül Buddenbrook yaşananlar üzerine meclise geçer, vekiller, yani kentin zengin ailelerin temsilcileri toplanırlar. Sokaktakilerin öfkesi ile meclisteki vekillerin korkuları romanda ustalıkla aktarılırken, bölümün sonlarına doğru Konsül Buddenbrook zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan kölelerin arasına çıkmaya ve duruma müdahale etmeye karar verir. Konsül, düzeni bozdukları gerekçesiyle, kalabalığın arasında kendinden emin bir biçimde duran genç işçi Corl Smolt’u uyarır. Smolt “Evet, Bay Konsül, siz de biliyorsunuz! Bütün bunlar herkese eşit seçim hakkı tanınması için…” diye yanıt verir. Berlin ve Paris’teki ihtilalleri hatırlatan Smolt, isyan etmekten başka şansları kalmadığını da ekler. Konsül ise, tam olarak ne istediklerini öfkeyle sorarken, “Cumhuriyet istiyoruz biz…” yanıtını alır. Konsül, daha ne istediklerini bile bilmediklerini, Cumhuriyet isteğinin zaten yerine geldiğini yanıtlarken Smolt’un cevabı gerçekten çok sarsıcıdır: “Evet, Bay Konsül, ama ben bir tane daha istiyorum.”
(II)
2017 yılı Aralık ayının son günü. Düzce’deki AKP il kongresi sonrasında salondan çıkarken kendi partisinden bir işçi ile Cumhurbaşkanı arasında, o dönem gündemde olan taşeron düzenlemesiyle ilgili bir diyalog geçer. Gerçi bu, tam da bir diyalog değildir aslında, bir karşılıklı olma durumunu içermez; daha ziyade, efendiden bir istek, rica mahiyeti taşır. “KİT'lere kadro, şeker fabrikalarına kadro cumhurbaşkanım" diye seslenen kişiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın cevabı oldukça anlamlıdır: "Ne kadrosu yahu, çalışıyorsunuz işte". Yani, sana verilen kâfi, daha fazlasını istemeye ne hacet. Tam da Konsül’ün yanıtında olduğu gibi, verilenin farkında bile değilsin, çalışıyorsun işte, daha güvenceli çalışma koşulları senin neyine mesajı verilir. Haberde, işçinin buna verdiği bir yanıt yoktur. Buddenbrook romanındaki genç işçinin, hâlihazırda verildiği söylenen şeyi bir kez daha ve kendisi için isteme cüretinde bulunması Düzce’deki kongre salonunda tekrarlanmaz. Çünkü karşılaşmanın yeri sokak değildir. Oysa Buddenbrooklar romanında Konsül ile işçi sokakta karşı karşıya gelirler. Depo işçisi olan Smolt sokakta yalnız değildir, meclisin duvarlarına dayanmış onlarca kişi vardır, sadece o sokakta da değil, ayrıca başka kentlerde, misal Paris’te, Berlin’de de işçiler isyandadır. Günümüz Türkiye’sinde ise sokaklar abluka altındadır. Bu bakımdan Reisicumhur’la konuşan işçi aslında yalnızdır, eşit düzeyde bir karşılaşma mekânına sahip değildir; bunun yerine muktedirin peşinden gitme, sesini duyurma çabası söz konusudur. Ona dolaylı da olsa yaklaşacağı yer bir partinin kongresidir.
Bir ihtimal partili olduğunu varsayabileceğimiz işçinin cevapsızlığından devam edecek olursak, bu iki karşılaşma üzerine birkaç şey söyleyebiliriz. İlkin, Konsülün Cumhuriyeti ile Smolt’un talep ettiği Cumhuriyet aynı şeye tekabül etmemektedir. Konsül’ün lütfettiği Cumhuriyet, işçinin, hizmetçinin, liman çalışanlarının hayatını iyileştiren bir niteliğe sahip değildir. Tam da şeker fabrikalarına kadro isteyen işçinin, Cumhurun başından ricasının altında yatan zorluğu anımsatır: Çalışıyor olmanın kendisi, taşeronla, yani güvencesiz çalışıyor olmakla bir ve aynı şey değildir. Evet, çalışıyor olmak, işsizliğin bu kadar yaygın olduğu bir zamanda ayrıcalık gibidir, razı olunması beklenir. Fakat insanlar, koşullarının iyileşmesini ve günümüz kapitalizminin en belirgin özelliği olan güvencesizlik duygusunun bertaraf edilmesini istemektedirler. Kölelik ortada apaçık durmakta, çalışanların geleceği, kaygı ve korkuyla bezeli bir belirsizlikle örtülmektedir. Temsili bir Cumhuriyet, altyapı problemini ortadan kaldırmadığı gibi, dört yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmak da sınıflar arasındaki uçurumu kapatmaya yetmez. Romandaki ve gerçek hayattaki işçilerin talebi, çalışma koşulları ile politika arasındaki zorunlu ilişkiyi bir kez daha hatırlatır.
Karşılaşamaya dair ikinci husus, cumhurun başı ile işçi arasındaki eşitsiz ilişkinin varlığıdır. Söz söyleme ve eylem özgürlüğü elinden alınmış işçi bir hesap sorma ortamını değil, hayranlıkla karışık, minnet duygusuyla örülü bir istek belirtme anını kovalar. Ancak bu kişi, Cumhurun başının, tam da kendisi seçtiği için, ona hizmet etmesi ya da kulak vermesi gereken kişi olduğunu unutmuştur. Hâlbuki Buddenbrooklar romanındaki işçi, vekillerin bulunduğu meclisin camlarını titretir, vekili önünde eğilmez, ondan bir kez daha talepte bulunduğunu bildirir. Siyasalın alanı tek bir mekândan ibaret değildir, hâlâ bir agoraya sahiptir. Buna karşılık, gerçek durumda Cumhurbaşkanı, Konsül Buddenbrook’ın yanılgısını paylaşır, Düzce’deki işçinin talebinin ardında yatan gerçekliği görmez ya da görmek istemez. Çünkü temsil ettiğini iddia ettiği şey, yani halkın temsilcisi olmak ile fiili olarak icra ettiği şey aynı kapıya çıkmaz. Onun konumu daha çok MÖ 49’da gücü eline geçirince “artık sadece adı cumhuriyet olan yönetim şeklinde” tüm yetkileri kendinde toplayan Ceasar’ınkini hatırlatır (4). Tüm gücü elinde bulundurarak “milletin iradesinin temsilcisi” olma iddiası diğer taraftan insanları siyasal alanın dışında bırakmaktır. Partiyle iç içe geçmiş siyasal alana dâhil olmak için Düzce’deki işçinin yaptığı da budur: Meramını iletmek için mümkün olan ne varsa ona başvurmak.
(III)
İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönem, içerisinde milyonlarca talebi, arzuyu barındıran yurttaşın söz söyleme imkânının zayıflatıldığı, konuşmanın, diyaloğun araçlarının yok edildiği, bir şiddet ve tahakküm aracı olarak devletin politik yaşamda tek belirleyici olduğu bir uğrağa denk gelmektedir. Kanun hükmünde kararnamelerden ne çıkacağı kaygıyla beklenilen bir politik bir atmosferde Meclisin önemsizleştirilmesi tesadüf değildir. Artık, politik kararı veren, yurttaşların temsilcileri değil, bir grup insanın arzu ve çıkarlarıdır. Oysa her türlü eksiğine rağmen halkın Meclisi, sözün dolaşıma özgürce sokulabildiği politik bir mekândır. Christian Ruby, politeia’da siyasal erkin çember biçiminde ortada, herkese eşit mesafede olduğunu ve bu bakımdan kimseye ait olmadığını ifade ederken, aynı zamanda yurttaşın, sözü kesilmeden konuşma hakkını belirten bir asayı elinde tuttuğunu hatırlatır (5). Yurttaş hiçbir baskı altında kalmaksızın, politik yaşama dair sözünü söyler, ne düşündüğünü ifade etme imkânını kullanır ve böylece politik yaşama katılırdı. Bugün yurttaşın elinden alınan şey bu asanın temsil ettiği ifade özgürlüğüdür.
İçinde yer aldıkları tarihsel düzlemler ne kadar farklı olursa olsun, romandaki işçi Smolt ile Cumhurbaşkanına ulaşmaya çalışan işçinin politik tutumları, söz söyleme ve talep etme arzularını açığa vurur. Bu tutum, ister sokakta ister bir kongrede olsun, biçimleri farklı olsa da söz söylemenin, politikanın vazgeçilmez koşulu olduğunu bir kez daha yankılar. Bunun da ne düzeyde gerçekleşip gerçekleşmediği hangi mekânlarda bir araya gelebildiğimize veya gelemediğimize bakarak anlaşılabilinir. Ev içlerinin ve sosyal medyanın bu kadar ehemmiyetli hale gelmesi, aslında bunların dışında kalan gerçek kamusal alanlardaki tahribatın neticesidir. Yine de toplumsal itiraz alışkanlığının yitirilmesi siyasal olana dönük ilginin kaybolduğunu göstermez. Arendt’in altını çizdiği gibi itaat ile rızayı birbirinden ayırmak gerekir (6). Rıza ürettiği düşünülen bu siyasal aygıt, aslında, itaat koşullarındaki sessizlikte varlığını koruyabilmektedir. Sessizlik, teskin edici olduğu kadar ürkütücüdür de.
(1) Italo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı?, Çev. Kemal Atakay, Yapı Kredi Yay., s.13.
(2) Thomas Mann, Buddenbrooklar, Çev, Kasım Eğit, Yadigar Eğit, Can Yayınları, s.159.
(3) A.g.e. s.159.
(4) Nadi Günal, “Roma Hukukunun Temel Kriterleri, Kavram ve Kurumları”, Doğubatı, Sayı 49, s.18.
(5) Christian Ruby, Siyaset Felsefesine Giriş, Çev. Aziz Ufuk. Kılıç, İletişim Yayınları, s.29.
(6) Hannah Arendt, Sorumluluk ve Yargı, Çev. Müge Serin, Say Yayınları, s.46.