Bir halk diplomasisi örneği: TMMOB Enerji Konferansı
Enerji vesilesiyle ABD, Çin, Rusya, AB, Japonya, Hindistan, Ortadoğu ülkeleri, Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerin gidişatları da masaya yatırılmış oldu. Anlayan açısından diplomasi ve siyaset nedir noktasında iyi ve alternatif öğretici dersler vardı. Denilebilir ki, iktidarın dış ilişkiler masasından daha düzgün ve gerçekçi diplomasi alternatifleri dinledim bu sempozyumda.
Faik Bulut
TMMOB’un (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) Diyarbakır şubesi tarafından 5-7 Aralık 2019 tarihleri arasında düzenlenen 12'nci Enerji Sempozyumu, birkaç yıl önceki çatışmalar nedeniyle viraneye çevrilen Suriçi semtinde, siyah bazalt taşlarla örülmüş ve süslenmiş olarak günümüze kadar ulaşan 7 bin yıllık Kara Amid (Diyarbekir) şehrinin surlarının burnunun dibindeki bir otelde gerçekleşti. Teknik bilgileri, organizasyona büyük emeği geçen Prof. Arif Nacaroğlu’nun Evrensel gazetesindeki 11 Aralık tarihli yazısından almayı yeğledim:
“Sempozyuma yurtiçi ve yurtdışından katılan 41 konuşmacı, akademisyen, düşünür, yazar, teknik uzman, dünyada ve Türkiye’de Enerji Görünümü, Enerji Politikaları, Enerjide Dönüşüm, Enerjinin Toplumsal Maliyeti, Enerjide Demokratik Yönetim, Enerji ve Ekoloji başlıkları ile üç panel, üç özel oturum ve üç oturumda tartıştılar. Sempozyum tüm katılımcıların düşüncelerini açıklayabildiği, çözüm önerilerine katkı sağladığı forum ile sona erdi. Üç gün süren sempozyuma 600’den fazla izleyici katıldı… Sempozyumun ilk gününde Londra Enerji Kulübü Başkanı Mehmet Öğütçü, Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Gazi İpek ve Düzenleme Kurulu Başkanı olarak benim katılımımla gerçekleştirilen özel oturumda enerjinin, üretim yöntemlerinin, dünyadaki ve ülkemizdeki siyasi tercihlerin ve yanlış tüketim ve ihtiyaç tahminleriyle şişirilmiş tüketim rakamlarının ekonomiye ve ekolojiye yaptığı ve yapacağı tahribatlar ele alındı. Konuşmacılar ABD-Çin ekseninde muhtemel gelişecek enerji rekabet ve savaşlarının dünyaya etkilerinin yanı sıra, ülkemizde yapımı süren nükleer santrale de, Ilısu gibi Hasankeyf tarihini yok edecek olan hidrolik santrallere de, Aydın gibi incir ve zeytin ülkesini tehdit eden plansız jeotermal santrallerine de, yapılması planlanan kömür yakıtlı termik santrallere de ihtiyacımız olmadığını dile getirdi…
Enerji politikaları ve enerjide dönüşüm başlıklı panellerde konuşmacılar Doğu Akdeniz krizini, Rusya-Türkiye ilişkilerini, yurtdışı bağımlılığımızı artırarak ve çevre felaketine neden olacak nükleer santrali, kömürün enerji politikalarında yerini tartışarak tüm bu konularda belli kesimlere kâr amaçlı değil, insan odaklı politikaların geliştirilmesi, ülkemizin güneş santrali kurulmasında gelişmiş dünya ülkelerinin seviyesine ulaşması yönünde görüşlerini bildirdiler.
Kazanç amaçlı enerji politikalarının, bölgede yaşayan insanların düşünceleri sorulmadan alınan kirli siyasi kararların ortaya çıkardığı çevre felaketlerinin, orman tahribatlarının, artan kanser ve benzeri hastalıkların toplum sağlığını tehdit eden kirli sonuçlarının, özellikle madenlerde yaşanan iş cinayetlerinin tartışıldığı oturumda konuşmacılar, zengin ve gelişmiş Batı ülkelerinde orman varlığı artarken özellikle bizim gibi gelişmekte olan ve az gelişmiş yoksul ülkelerdeki orman varlıklarının her geçen gün ve hızla azaldığını ama orman ekolojik sisteminin çarpıtılmış tarifiyle bunu tam tersi yönünde istatistikler yayınlandığını, nükleer radyasyon bulunan bölgelerdeki kanser vakalarının hızla arttığının sayılarla belirlendiğinin, iş cinayetlerinin en önemli nedeninin çoğu zaman maliyete etkisi nedeniyle ihmal edilen küçücük önlemlerinin alınmamış olmasından kaynaklandığı yönünde görüşlerini belirten konuşmacılar, enerjide alınan kararların mutlaka halkla ve halkın çıkarları için halkın yanında yer alan teknokratların, bilim insanlarının ve doğrudan etkilenecek bölge insanlarının katkılarıyla ortak akılla alınması gerektiğinin altını çizdiler.”
Nacaroğlu’nun bu saptamaları meselenin siyasi, sosyal-ekonomik ve ağırlıklı biçimde teknik yönüyle ilgilidir. Oldukça da yararlıdır. Benim meramım ise daha başka: TMMOB Diyarbakır Şubesi, böyle bir organizasyonu düzenlemekle birkaç hedefi aynı anda gerçekleştirmiş oluverdi.
Şöyle ki;
Malum, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde hendek ve barikatlarla Eylül 2015’te başlayan, tarihi ilçenin 6 mahallesinin yıkılmasıyla son bulan bir dönem yaşandı. AKP iktidarı, “Hendek Savaşı” başlığı altında kamuoyunda yaratmak istediği algı operasyonunda hedefine ulaştı; bu şehir çatışmalarının, “Türkiye’yi bölme emeli taşıyan terör örgütünün sinsi planı, tezgâhı olduğunu” ileri sürerek ülkenin doğusunu, batısından ayırmayı başardı. 1980’lerden beri çeşitli isimler altında (“terörist eylemler, gerilla savaşı, düşük yoğunluklu savaş, terörün kökünü kazıma operasyonları, Kürt koridorunu önleme operasyonu çerçevesinde Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları, vs”) sürdürdüğü askeri harekâtlarına kamuoyunda meşruluk kazandırmasını bildi. Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere bilumum muhalif kesimlerin sesini kıstı, adeta elini kolunu bağladı. HDP’yi görülmedik bir tecrit-kuşatılmışlık çemberine alıverdi. Genel bağlamda söylersek Türk kamuoyunun demokrat, ilerici, sol, sosyal demokrat, liberal ve kimi muhafazakâr (Saadet Partisi gibi) çevrelerin yasal Kürt siyasi hareketiyle ittifaklarının önüne geçti. On yıllardan beri acının, kan ve gözyaşının toprağı haline gelmiş Kürt coğrafyasındaki insanlara sempati besleyen veya onlarla empati yapmaya çalışan tüm vicdani ve dayanışmacı girişimleri engellemeye gayret etti. Bölgede her türlü zulme maruz kalan halkın çığlıkları, sindirilmiş ve yandaş medya tarafından duymazlıktan gelindi; ardından iktidar erkenin aygıtları devreye girerek OHAL ve daha beteri şartlarda yaşayan Diyarbakır/Mardin/Nusaybin/Cizre insanının sesinin Ankara, Bursa, Eskişehir, İstanbul, Adana, Mersin, Antalya, Trabzon ve Samsun’a ulaşmasını engelledi. Araya görünmez duvarlar ördü ki, Berlin Duvarı’ndan beter! TMMOB merkezi ve Diyarbakır şubesinin bu etkinliği, işte bu tecridi ve ölüm sessizliğinin kırılmasında bir dönüm noktası sayılabilir. Sempozyumun ana başlığı, bu noktayı açıklamaktadır: "Enerji, Ekoloji ve Toplumsal Barış”
TMMOB; Kürt, Alevi, emek ve kadın meselesi gibi nice konuları da içerip çözebilecek yegâne gücün Türkiye’nin batısıyla doğusunun, kuzeyiyle güneyinin birlik içinde olmasından geçtiğini gösterdi. Bu birliğin biricik paydasının eşitlik, demokrasi ve özgürlük için mücadele olduğunu sempozyumdaki konuşmacıları aracılığıyla duyurmuş oldu. İlk adımını da kendisi attı. Diyarbakır şubesi, bölgenin ve Türkiye’nin meselelerini kendine dert edinen yönetime (TMMOB içinde yönetime talip olan gerek AKP-MHP gerekse farklı ulusalcı kesimlerin ittifakını esas alan yönetici adaylarına karşı alternatif sayılan) destek verdi. Demokrasi, hak ve özgürlükler için ortak zemin bulununca, Diyarbakır’daki bu sempozyum da bütün zorluklara rağmen gerçekleşmiş oldu. Böylece ünlü Kürt şair Cegerxwin’in Ortadoğu’da parçalanmış halde yaşayan Kürtler için on yıllar önce yazdığı şiirsel özdeyiş, TMMOB ile Diyarbakır özelinde yerini buldu: “bibin yek!/ ger hûn nebin yek,/ hûn ê herin yek bi yek!" (Birleşiniz. Eğer birleşmezseniz, birer birer yok ederler sizi). Nitekim etkinlik süresince herkes bir diğerinin dediklerine kulak kabartıyor; derdine derman olmaya çalışıyor veya sorununu, ötekine söylüyordu. Birkaç örneğine sempozyum aralarında rastladım. İki örnekle yetineyim: 1-) Çanakkale’den gelen bir konuk, Kazdağları’nda altın arama faaliyetine karşı çıkan çok sayıda kuruluş ile on binlerce insanın, Kanada şirketini caydırdığını sevinçle anlattı. Ancak kötü haberi de verdi: Aynı şirket protestocular aleyhinde yüklü miktarda (sanırım kişi başına 130 bin TL gibi) tazminat davası açmış. Savcılık da o davalar nedeniyle ifadelerini alıyor Çanakkale’dekilerin. Oradaki avukatlar, ifadeleri alınan protestocuların davalarına girmeye çekiniyorlar veya tereddütlüler. 2-) Hasankeyf’in sular altında kalmasına karşı sürdürülen tüm kampanyalara rağmen iktidar ve yandaş şirketler “durmak yok, yol devam” kabilinden inşaatı sürdürmekte; çevredeki bitki ve hayvan (flora ve fauna) dokusunu bozmaya, insanı doğal ortamından koparmaya devam ediyorlar. Buna ilişkin görsel sunumlar yapıldı; birkaç konuşma da oldu. Ancak Diyarbakır şubesinin, sempozyum ertesinde, isteyen konuklarını bizzat Hasankeyf’e götürüp rehber eşliğinde açıklamalar yapması da önemli bir çıkış oldu. Böylece Doğu’dakinin sesi Batı’ya veya Karadeniz’e, Çanakkale’dekinin sesi de Diyarbakır’a ulaşmış oldu.
En önemlisi şuydu: Açılış yapılırken Ezdîlerden oluşan bir müzik grubu, özgün kıyafetleriyle (genelde beyaz) resital sundu. Bu, çok inançlı bir toplumun sesinin gelen misafirlere duyurulmasıydı. MA isimli Çocuk Korosu ise, Kürtçe stran’lar (şarkılar) okudu. MA kelimesi, hayat mücadelesinde veya ölüm-kalım kavgasında ayakta kalan (Survivor) demektir. Yüzyılı geçkin bir zamandan beri Kürt yoktur; Kürtçe diye bir dil yoktur bahanesiyle bir halkı her yönüyle asimile etmeye çalışan gelmiş geçmiş iktidarların iddiasının tersine bir şey yaşandı. Bu çocuklar şarkılarıyla, türküleriyle şunu demeye getirdiler: Biz bir milletin, bir halkın evlatlarıyız. Ölmedik, yıkılmadık ayaktayız! İşte türkülerimiz ve şarkılarımız! Bu çocuklar kayyım getirilmeden önce Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin himayesinde çalışıyorlardı. Kayyım’ın atanmasıyla birlikte kapının önüne konulduklarında, bu işe gönül veren hocalarıyla çocuklar evde, sokakta, küçük ölçekli mekânlarda müziklerine devam ettiler. Şimdi kızlı-erkekli sayıları 500 kadar olmuş.
Ötesi de yaşandı bu arada: Farklı bir müzik grubunun ezgileri Botan yöresine ait evden gelin çıkarma halayı (govenda derxistina buqê) çekildi. Konuklar tarafından şaşılacak oranda beğenilen bu oyun, şöyle yorumlandı: Diyarbakırlı ev sahipleri, tecritten kurtulup Türkiye kamuoyuna doğru oyunlarla türkülerle açılmak arzusundalar. O halde aynı halaylarla demokrasi ve özgürlük mücadele meydanına doğru hep birlikte açılmak lazım. Kolonisizleştirme ve kolonileştirmenin (sömürgeleştirmenin) psikopatolojisi konusunda belki de 20'nci yüzyılın en belli başlı düşünürü sayılan Frantz Fanon’nun tespitine benzer bir mesaj vardı burada: Kimliksizleştirilip ezilen bir halk, bazen kimliğini oyunları, halayları ve şarkılarıyla simgesel tarzda mesajlaştırıp dışarıya ulaştırır.
Sempozyum sadece bunlardan ibaret değildi: Küresel gelişmeleri ve stratejik eğilimlerle yönelimleri hem Diyarbakır’daki seçkinlere hem de Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelmiş davetlilere aktaran kişi, Sempozyumun ilk konuşmacısı Mehmet Öğütçü oldu. Kimilerine göre bu konuşma, Batılı çokuluslu sermayenin pazarlanmasına yönelikti. Kimine göre ise, dünyada olup bitenleri küresel sistemin içinden gelen bir uzmandan dinlemek, karşı bir siyaset ve alternatif üretmek açısından faydalıydı ki, bu ikinci görüşe katıldığımı ifade etmeliyim. Bana imzalayıp armağan ettiği “Yeni Büyük Oyun: Neresindeyiz-Nereye Gidiyoruz?” başlıklı kitabına bakıldığında, görüşünün ayrıntılarının dikkat çekici olduğu görülecektir. Arif Nacaroğlu’nun, EMO Başkanı Gazi İpek ile Öğütçü arasındaki farklı bakışları ince ve nazik sorularla açığa vurması, aslında yönetim sanatının bir işareti olarak ilgimi çekti. Kısacası Öğütçü, Batı eksenli sermaye hareketlerinin faaliyetlerini anlatmasıyla bu sesi Diyarbakır şahsında bölge insanına duyururken, İpek ise Türkiye’deki alternatif hareketlerin sesinin Londra’ya ulaşması niyetiyle konuştu.
Aynı düzlemde devam edelim: Çıktığı yerden denize döküldüğü yere kadar Fırat nehri üzerinde kurulan 250 kadar irili ufaklı baraj olmasına şaşırdım. Bunu Ahmet Hoca dillendirdi. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın özel temsilcisi ve eski bakan Veysel Eroğlu’nun akarsular konusunda Irak hükümetine danışman olduğunu da söyledi. Eroğlu’nun İstanbul’daki sular konusunda Ekrem İmamoğlu ile son tartışmaları ve kendisinin geçmişteki kusurları konusunda yazılıp söylenenleri hatırlatmakla yetinelim. Ancak Fırat suyunun kimyasal özelliklerini, kendi flora ve faunasını (bitki ve hayvan sistemini) milyonlarca yıl içinde nasıl yarattığını; dolayısıyla sonradan ikame edilecek telafi niteliğindeki faaliyetlerin (sökülenin yerine ağaç dikmek veya bir tatlı su hayvanını dışarıdan getirmek gibi) tahrip edilen doğal ortam ile ekosistemin yerini tutmayacağını anlatırken de haklıydı Ahmet Göksoy. Mesela üremek için genetik kodlamayla on yıllar önce yumurtlamak üzere gittikleri Dersim yöresindeki ırmakların ana yataklarına GAP barajları yüzünden artık ulaşamayan bazı balık türleriyle ve Fırat’daki endemik kaplumbağanın nesli tükenmek üzeredir. Yahut meslektaşı Adanalı Mehmet’in hatırlatmasıyla, dünyadaki tatlı suların tuzlu sulara oranı yüzde 4 olmasına rağmen tatlı sularla beslenen (hatta içinde yaşayan) hayvan ve bitkilerin oranı yüzde 40’tır.
Alternatif enerji üretilmesine ve geniş anlamıyla alternatif ekosistemin kurulmasına ilişkin konuşmaların hemen tümü, aynı zamanda hem bir ekolojik toplum hem de iktidarların bütün kurumlarıyla kuruluşlarının yerini alabilecek farklı ölçeklerde “mikro iktidar”, “katılımcı yerel yönetimler”, “organik iktidarlar” ve halkla/toplumla organik aydınların katılımcı demokrasisini (denklik ve özgürlük temelinde) inşa etme çabaları” övgüye değerdi. Gelecekte umudun ve gayretin var olduğunu gösteriyordu ki, bu da insana dokunmakla yani evi, mahalleyi, köyü, semti, kasabayı ve yereli/bölgeye bilinçlendirmekle, seferber edip ayağa kaldırmakla ve uygulamada doğru olduğunu gösterip/kanıtlamakla mümkündür. Bu bağlamda Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar’ın yenilenebilir enerji hakkındaki iki ayrı konuşmasındaki fikir ve önerileri ilginçti. Bir kitabının adı da bunu gösteriyor: “Enerjide Çözüm: Enerjinin Etkin Kullanımı ve Topluluk Enerjisiyle Yüzde 100 Yenilenebilir Enerjiye Geçiş.” Doğrusu bu tür alternatif mikro iktidar önerilerinin topluma yararlı olmak isteyen siyasi partiler tarafından yakından izlenmesinde, alternatif düşünce üreten kişi ve kuruluşlardan yararlanılmasında yarar var. Niçin mi? CHP’ye eleştiri örneğinde somutlaştırabiliriz. Konuşmacılardan biri söyledi: “Kürt bölgelerindeki belediye başkalarının yerine siyasi-idari kayyımlar atandı. CHP, buna mümkün olduğunca ses çıkarmadı. Halbuki şu anda CHP’nin hemen bütün önemli belediyelerine, ekonomik kayyımlar atanmış vaziyette. İktidar; valileri, kaymakamları ve müfettişleri yahut yereldeki Milli Eğitim Müdürleri ve benzeri memur yöneticileri aracılığıyla CHP’li belediyelerin hemen bütün plan ve projelerini çeşitli yollardan engelliyor. CHP bunun farkında olsun olmasın, hala muhalefet olduğunun bilincinde değil veya biliyor da tırsıyor, susuyor. Oysa boyun eğdikçe daha fazla susarsın, gerçek muhalif olamazsın. Alternatif mikro iktidarlarla katılımcı demokrasi zeminleri yaratılmadığı sürece, CHP çareyi sağ oluşumlarda arar ki, bu da yaraya merhem olmaz.”
Enerji vesilesiyle ABD, Çin, Rusya, AB, Japonya, Hindistan, Ortadoğu ülkeleri, Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerin gidişatları da masaya yatırılmış oldu. Anlayan açısından diplomasi ve siyaset nedir noktasında iyi ve alternatif öğretici dersler vardı. Denilebilir ki, iktidarın dış ilişkiler masasından daha düzgün ve gerçekçi diplomasi alternatifleri dinledim bu sempozyumda.
Son söz: Oturumlara katılan çok sayıda akademisyen, aktivist, gazeteci, yazar, siyasetçi, düşünür, milletvekili, siyasi parti yöneticisinin dile getirdiği fikir ve öneriler şu noktalarda aydınlatıcı ve yol göstericiydi: Kamu/halk diplomasisi nasıl yapılır? AKP’nin toplumda yarattığı siyasi ve sosyo-ekonomik tahribata karşı alternatif mikro iktidarlar ve farklı yönetim modelleri nasıl yaratılabilir? Katılımcı temelde çözümler nedir; bu düzlemde Kürt, kadın, Alevi, emekçi ve hatta Türk sorunları nasıl çözülebilir? TMMOB Diyarbakır Şubesi de, kuru slogan atmaksızın, evladı olduğu Kürt halkının derdini, onca tecritten sonra dışarıya nasıl yansıtılabilir konusunu hem sempozyuma davet ettiği konuşmacılar, hem de müzik ve halk oyunları aracılığıyla göstermiş oldu. Bu ince halk diplomasisini, EMO Diyarbakır şubesi yöneticilerinden Mehmet Orak, Mehmet Ceylan veya Evindar Aydın’la sohbet ettiğinizde daha iyi anlayabiliyorsunuz.