Bir zamanlar ODTÜ’de: Kampüs ve ötesinde trafiğin halleri
Bir yaya olarak kent içinde sık gördüğüm özensizlik ve kural tanımamazlıkla başa çıkmak zor. Dışarıda trafik akışının içinde kendini “farklı” gören o hızlı sürücülerin pratiği “müdahale edilemez” düşüncesi ve çaresizlik duygusu yaratıyor. Yani bu kişilerin fark yaratma veya bunu icra etme derdi ötekini yaralamasına veya yaşam hakkına kast etmesine mi sebep olmalı?
Aylin Demir*
Hayatın başka türlü bir ritmi vardı ODTÜ’de. Yavaştı. Kampüsün her zerresine sinmiş bir mesafe ve özen. Sırada beklerken, yolda yürürken veya karşıdan karşıya geçerken.
Yaya önceliği en görünür farktı. Hız sınırını biraz olsun aşanlar ceza alırdı mesela. Bir süre önce okulun yönetiminden çıktı bu kontrol süreci. Zamanla bir araç yoğunluğu da baş gösterdi ki kampüste. Gündelik ritm böylelikle epey bir değişti.
Sadece kampüs değil dışarının durumu da benzer bu hallere. Sakin bir hayata rastlamak kampüsün arka mahallesi 100.Yıl’da dahi mümkündü. Beş altı yıl önce mahallede jet hızıyla giden çeşitli dağıtım araçlarına rastlamaya başladım. Şaşırmak mümkündü o vakitler. Sadece onlar değil tabii zamanla her türlü araç dahil oldu bu hallere…
Bu olup biten çoğunlukla dışarıdaydı yakın zamana kadar. Bir süre sonra bu hız ve düzensizlik içeriye sirayet etti.
Kampüsün hızlı sürücüleri kimdi? Belki dışarıdan gelenler veya kampüs taşıt pulu taşıyanlar. İlk grup kural tanımazlığı üzerinden hep belirgin gelirdi bana. Buradan olmayan, hızlı, kurallara uymayan tavrıyla kendisini belli ederdi. Görünürdü. Bu hız kampüsün sürücülerine de tesir etti. Kampüsten olanlar içinde yavaş giden, yayalara saygı gösteren ve kurallara uyan nice insan çıkar halen. Belki bu yüzden içeriden olanın kuralları ihlal etmesini anlamak daha zor geliyor.
Karşıdan karşıya geçmek için oluşan bekleme sürelerinde düşünüyorum bu iki grup arasında bir “ayrım” yapmak konusunda artık zorlanıyorum. Ta ki yol veren yine bir kampüs mensubu çıkıncaya dek.
Yayaları yok saymak veya hızla yol almak her yerde o kadar olağan ki bir ihlal durumunda failler nasıl bir savunmaya sahip olması gerektiğini, dahası bir an önce karşı saldırıya geçmesi gerektiğini de pekiyi bellemiş durumda.
Şiddet sadece sürücünün kurallara riayet etmemesi ve trafikteki bir karşılaşma anı üzerinden değil diğer şiddet biçimlerinin de eklemlenmesiyle tezahür ediyor. Örneğin, kampüste akademik taşıt pulu taşıyan bir “saldırgan sürücü,” hem yayaya çarpıp hem de araçtan indikten sonra bu duruma sebebiyet veren pratiklerine devam ediyor… Bıkmadan. Mahkemede kadına karşı şiddete eklemleniyor mesela o saldırganın tutumu. Kampüsün sürücüsü savunmasında “o anda orada ne işi vardı” aklıyla eril dili yeniden üretirken, kampüs dışında karşılaşılan bir sürücü “sen kimsin tipe bak” laflarıyla yeni bir şiddet sarmalı yaratıyor…
Öyle ki bir söz söyleme alanı kalmasın mağduriyet yaşayan veya aşırı hıza itiraz edene. Bu sürücü pratiklerinin şiddet saçan erkeklik hallerine eklemlenmesi de manidar.
Bir yaya olarak kent içinde sık gördüğüm özensizlik ve kural tanımamazlıkla başa çıkmak zor. Dışarıda trafik akışının içinde kendini “farklı” gören o hızlı sürücülerin pratiği “müdahale edilemez” düşüncesi ve çaresizlik duygusu yaratıyor. Yani bu kişilerin fark yaratma veya bunu icra etme derdi ötekini yaralamasına veya yaşam hakkına kast etmesine mi sebep olmalı?
Dışarısı böyleyken kampüsün ritmi değişmiş olsa da yaya önceliği ve yavaş bir alana dair beklentilerimiz devam ediyor(du) zannederim. Zira geçtiğimiz yıl kampüste bir arkadaşımızın hayatını kaybettiği “kaza” sonrası bir süre idrak edememe hali yaşamıştık. O süreçte, kimin yanından geçsem trajik bir hikâyenin ayrıntıları çalınıp durmuştu kulağıma. Yas ve kırılmışlık hali bir kış günü taleplerimizi iletmek üzere gerçekleştirdiğimiz yürüyüşte üzerimizdeydi. Uzunca bir süre de kampüste benzer ihmaller gerçekleştiren sürücülerin ifşa edilmesi bu kederi gündemimizde tuttu.
Her “kaza”nın kendine özgü şartları olabilir ama sürücülerin araç kullanma pratiğinden bağımsız değil yaşananlar. Bir çözüm Nebi Sümer’in de bir yazısında belirttiği üzere hız sınırının düşürülmesiydi belki...
Belki eskiden olduğu kadar dışarıdan farklı bir yer değil kampüs? Belki önceden de o kadar fark yoktu? Dışarı ve içeri hep birbiriyle bir ilişki içindeydi. Sonuçta sürücüler araç kullanma pratiğini her yere taşıyor. Acaba içeriyi ve dışarıyı bir diyalog içinde düşünmek bu özensiz, yayayı yok sayan ve aşırı hızlı hallere olası müdahaleler için imkan yaratabilir mi? O eski yavaş günlerin geri gelmesi mümkün değil ama daha sakin bir ritme kavuşabilir miyiz yeniden?
Ankaralıların bu soruların bir kısmına birlikte cevap aradığı oldu.
Yerel seçimler sürecinde sorduğumuz “Nasıl bir Ankara İstiyoruz” sorusuna karşılık dileğimdi “Yavaş bir Ankara.” Seçim öncesi forumlarda kent merkezine gelen özel araçların sayıca kısıtlanması, bunun yerine toplu taşımanın özendirilmesi ve kapasitesinin arttırılması gibi sayısız öneri paylaşılmıştı.
Sonuç, sürücülerin hızlı ve özensiz hallerine maruz kalmak kent içindeki gündelik yaşam ritmini çekilmez kılıyor. Kimi zaman yaya olmanın kırılganlığına sıklıkla maruz kalmak kimi zaman bir toplu taşıma aracının içinde oradan oraya savrulmak yorucu deneyimler. Büyükşehir Belediyesi otobüslerin hızına ilişkin düzenleme yapılacağını söylemişti. Devamında bir Ulaşım Çalıştayı düzenlendi. Burada değindiğim kimi konular gündeme gelmiş takip edebildiğim kadarıyla.
Bunları takiben söyleyeyim, en azından toplu taşıma kullananların nefes alabileceği bir koridor açıldı. Bu düzenlemeler veya çözüm arayışları, bahsettiğim sorunlara hemen sirayet edecek bir etki yaratacak gibi görünmüyor. Yine de alan açan bir “kesinti” yarattığı veya imkan arayışına yönelttiği kanısındayım.
*ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi