Sivil zayiat
Masum sivillerin bombardıman ile katledilmesinin tabii ki sosyolojik sonuçlardan daha vahim ve trajik bir yönü var. Ama en kötüsü bu euphemismin, masum sivillerin ölümünden dolayı hiç kimsenin sorumlu tutulmamasını makul gibi göstermesindeki algısal etkisidir. Bu terimle oluşan algı manipülasyonunun her türlü empatiyi yok eden yıkıcı etkisidir.
Josef Hasek Kılçıksız
Devletin öncelikler sıralaması, dışarıdan bakıldığında derin çelişkiler barındırıyormuş izlenimi veriyor. Ama aslında öyle değil. Çünkü hükümet dışarıda ve içeride yürüttüğü siyasal İslâmcı paradigmaya uygun hareket etmektedir.
Eldeki konfordan ödün vermeden vites büyütmek özellikle dış siyasette pek mümkün görünmüyor. Fakat sahadaki protagonistlerin hamaseti Türkiye'yi Libya’da savaşa daha fazla dâhil olma konusunda ikinci kez düşünmeye zorluyor. Çünkü Hafter’e karşı savaş, sıfır toplamlı bir oyun değil. Siyasal İslâmcılar, Sirte kentine iyice yerleşmiş hâlde ve kent etrafındaki 300 kilometrelik sahil şeridinin neredeyse hepsini kontrol ediyor.
İslamî stratejilerin ideolojik içerikleri boşaltılarak yerine kazan-kazan politikası ile yürütülen ekonomik içerikler doldurulmuş görünüyor. Mesela hükümet dört milyonluk Suriyeli mülteci yükünü, içeride onlara vatandaşlık vererek oy potansiyeline devşirmeyi düşünürken, dışarıda ise onları serbest dolaşım ve para karşılığında ticari bir metaya dönüştürüyor.
İnsanların trajik yazgılarını şantaja dönüştürmek hem uhrevî olarak hem de dünyevi ahlâk açısından sıkıntılı bir tutuma işaret ediyor.
Türkiye’deki Suriyeliler olgusunun neden-sonuç diyalektiğinde bir sebep değil netice olduğu unutulmuş görünüyor. Suriyeliler yürütülen İhvancı politikaların "collateral damage" denilen sivil zayiattır. Onlar "Davudî" dış politikaların ikincil zararıdır.
Bu collateral damage ifadesini, askeri bombardımanlar sırasında katledilen binlerce masum sivili tanımlayan terim olarak duyuyoruz. Bu euphemistik kavramın semantik kapsamı içine, rastgele ve kontrolsüz yapılan katliamlar ve sivillerin ölümü falan giriyor. Bu örtmece birçok sivil zayiatı masum ve önemsizmiş gibi göstermektedir. Ben bu kavramın kapsam alanını nekrolojik olandan sosyolojik olana doğru genişleterek, sivillerin ölümünden, insanların yerlerinden yurtlarından edilmesine, ülkelerindeki altyapının tahrip edilmesine, kendi ülkesinde parya olmaya, etnik, dinî ve siyasi sebeplerle ayrımcılığa maruz kalmaya doğru genişletmek isterim.
Masum sivillerin bombardıman ile katledilmesinin tabii ki yukarıda sözü edilen sosyolojik sonuçlardan daha vahim ve trajik bir yönü var. Ama en kötüsü bu euphemismin, masum sivillerin ölümünden dolayı hiç kimsenin sorumlu tutulmamasını makul gibi göstermesindeki algısal etkisidir. Bu terimle oluşan algı manipülasyonunun her türlü empatiyi yok eden yıkıcı etkisidir. Terimi ortaya çıkaran ve sistemli bir şekilde kullanılmasını sağlayan insanlar, acaba kendi eşleri veya çocuklarının ölümleri söz konusu olduğunda onların vefatlarını da aynı terimle ifade ederler miydi? Milliyetçi cinnetin etkisinde olan toplumlarda bu soruya verilecek yanıt ’evet’tir. Burada sorgulanması gereken şey milliyetçiliğin kendisinden çok sırtını yasladığı çarpık metafiziktir.
Ölümü dışsallaştıran ve ölenleri de kırılan cam veya ağaç dalı seviyesine indirgeyen tüm euphemizmlerin sırtını yasladığı sosyolojik atmosfer şiddetten besleniyor.
Tek tanrılı dinlerin anlatılarında dikkati çeken cezalandırma yöntemi kolektiftir. O anlatıda mesela Lut kavminin helak edilmesi munzam zarardır. İbret olsun diye helâk edilmiş topluluklarda kullanılan tanrısal ceza yöntemleri (rüzgar, yakıcı ateş, deprem veya su gibi) insanın denetim gücünü aşan ve collateral damage’daki zayiatı olağan gösteren yöntemlerdi. Tanrısal gazap "kurunun yanında yaş”ın yanmasını ibretliğin etkisini daha da vurucu kılmak için olağan saymaktadır.
Hükümet kendi mağdurlarına dinci saiklerle yaklaşıyor. Bir yandan içeride ekonomik ve toplumsal anlamda yeni Gazze’ler yaratılırken öte yandan dışarıdaki Gazze’ye yardım ediliyor. Bir yandan boş olan TOKİ evlerini Suriyelilere vermeyi düşünürken, öte yandan ötekileştirdiklerini yurtiçinde sürgüne zorluyor. Bir yandan büyük Kafkas sürgünü nedeniyle mağdur Kırım Ahıska Türklerine sahip çıktığını iddia ederken, Erzincan’da onlara ev ve iş olanağı sunarken öte yandan Rusya ile stratejik önem kazanan ilişkiler nedeniyle bu insanları da unutmaya hazırlanıyor. Bir yandan Arapçayı zorunlu ders haline getirmeye çalışırken, diğer yandan Kürtçeye zorluk çıkarmayı sürdürüyor.
Sözde domino taşı gibi yayılan Arap Baharı Suriye ile tamamlanacak ve aradaki yapay duvarları yıkıp ortak tarih ve değer dünyamız çerçevesinde ortak bir gelecek inşa edilecekti. Lübnan’da yayınlanan Nehar gazetesinde ‘ortak tarih ve değer dünyası’ ile anlaşılması gereken şeyin hilafet ve emperyal (Büyük Osmanlı) tutkuların akıttığı nostaljik salyalar olduğu vurgusu yapılıyor.
Fi tarihinden beri Türklerin hilafeti gasp ettiklerini düşünen S. Arabistan ile içli dışlı muhabbet sona ermiş görünüyor. Zengin Araplara bir kerecik de olsa boş duran klimalı çadırlara neden bir Suriyeli mülteci kabul etmedikleri mahcup bir dille sorulurken Katar bu ahlâkî ve dinî dayanışmadan nedense muaf tutuluyor.
İsrail’e karşı tavır takınmanın makul reel politik gerekçeleri dinci gerekçelerle yer değiştiriyor. Dış basında İstanbul’un Hamas için bir üsse dönüştüğü yorumları yapılıyor. Sözde Hamas İsrail’e yönelik saldırıları buradan organize ediyor. Türkiye terörü “ininde” vurup yabancı bir dış ülkede sıcak takip hakkını kendine saklı tutarken aynı gerekçelerle İsrail’in İstanbul’a saldırmasının dayanakları oluşuyor. Mavi Marmara olayından geriye, insanların algılarını şekillendirmedeki işlevi ve İhvancı retoriğe yaptığı katkı dışında pek bir şey kalmıyor.
“One minute” ile, Müslüman mahallesinin egosu ezik gençlerinin beklentileriyle kesişen, ince bir alan yakalanmış görünüyordu. Bu alan antiemperyalist bir nitelik taşımaktaydı ve "ezeli düşman İsrail" gibi komplocu bir fevriliğe karşılık geliyordu.
Meselenin pik yaptığı nokta, İslâmî mahalledeki hemen herkesin devlet aklına karşı duyduğu hayal kırıklığı oldu. Ancak bu hayal kırıklığı, muhalefet açısından, bir türlü oya dönüşmüyor.
İslamcı mahalle neslini konsolide edecek bir motivasyonun eksikliği hissedilmeye başlandığında Osmanlı nostaljisi pazara sürülüyor. İç düşman ve dış düşman üreten erk mekanizmaları boş durmuyor. “Paralel düşman” işte tam böyle bir konjonktürde imdada yetişti. Fetöcülerin derin müesses nizama dolaylı katkıları, kurban ve failin, mâğdur ile ğâdirin zımni bir diyalektikle birbirine bağlandığı gerçeğini ortaya çıkarıyor.
Müslüman mahallesindeki zihinsel kırılmalar, Rabia’nın yerine Sissi’nin, Darfur canisi Beşir’in yerine darbecilerin, Bayır Bucak Türkmenlerinin yerine Esad’ın, Sarac’ın yerine Hafter’in, H. Meşal’ın yerine Netanyahu’nun, Maduro’nun yerine yeni bir ABD kuklasının tam olarak ikâme edilmesiyle derin fay hatlarına dönüşür mü, bekleyip göreceğiz.
İslami mahallede şizofren devlet aklının yol açtığı hayal kırıklıkları ve zihinsel kırılmalar İslâmî pragmatizm ile (bazıları buna takiye demektedir) yeni boyutlar kazandı. İslâmi mahalledeki hayal kırıklıklarını belki onaracak siyasi alternatifler Türkiye’de potansiyel olarak mevcut. Ama muhalif insanların hayal kırıklıklarını onarmak hep başka bahara kalıyor. Müesses düzen muhaliflerin hayal kırıklıklarını tamir etmek bir yana, sosyal kompozisyonuyla el ele onların hayal kırıklıklarına yenilerini ekliyor.
Ben de birçokları gibi uzaklara gitmeyi yeğledim. Sık sık bakıp durdum uzaklardaki bu ayartıcı çelikten maviliğe, beyazın büyüsüne karşı duramayıp onu kendime yurt edindim. Benimkisi, içime bir sonsuzluk boyu kök salan bir sığınak özlemiymiş. Benimkisi muhaliflik falan değilmiş. Sol konformizmmiş, bir kaçış hayaliymiş. Bunun üzerine mutsuz, devasa bir varoluş oturtmuşum.
Burası Finlandiya. Burada alıp başınızı dağlara çıkamazsınız. Uzaktaki mavilikler, ufuk çizgisi, göller, devasa düzlüklerin üzerinden hiç kalkmayacakmış gibi duran kar, yaklaştıkça sizden uzaklaşır. Uzak giderek hep daha uzakta olanların özlendiği bir ülkeye dönüşür, Sürekli daha iyi, daha insancıl bir ülkeyi özlersiniz. Bazen neyi özlediğinizi pek bilmeden, özlemek sizde soyut bir alışkanlığa dönüşür.
Beni okuyanlar, "dünyanın en mutlu ülkesinde yaşıyor, bunun tuzu kuru" diye düşünebilirler. Böyle düşünenler kısmen de olsa yanılıyorlar. Çünkü ne kadar uzağa giderseniz gidin, yurda dair sosyal ve insanî duyarlılığı da yanınızda götürüyorsunuz. Gazeteyi okuduğunuzda karşılaştığınız her incinmiş yürek, uzağın soğukluğuyla da birleşerek, çözülüp dağılan sezgiler ve çağrışımlarla birlikte boğazınıza yerleşen bir düğüme dönüşür. Yurdunuzdaki insanların bir dilim ekmekten, bir avuç gökyüzünden mahrum olduğunu bilmek, bir refah ülkesinde yaşıyor olmayı suçluluk duygusuna dönüştürür.
Bence toplumsal gönenç denen şey, her şeyin merkezine insanı koymakla, tüm canlıların tözündeki iyiliği açığı çıkarmak için uygun toplumsal koşulları oluşturmakla mümkün. Hiçbir şeyi gündelik hesapların, reel politiğin soğuk ve acımasız aydınlığı içine çekip almamak, varoluşun ebedi kırılganlığının bilincinde olarak, varoluşa, üzeri sanki yaldızla kaplıymış gibi el sürmek, öylesine hafiften, öylesine usulcacık, öylesine saygıyla ve ahlâkî, öylesine zarafetle ve gözetip kollayarak.