Eichmann Davası'nda Hannah Arendt
Hannah Arendt, Yahudilerin soykırım sırasında sürgün edilmelerinin, dolayısıyla soykırımın sorumlularından biri olan Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır. Arendt kendisinden isteneni yerine getirir. Tıpkı Eichmann gibi. Ancak arada çok önemli bir fark vardır.
Eylem Hatice Bayar
Hannah Arendt, Yahudilerin soykırım sırasında sürgün edilmelerinin, dolayısıyla soykırımın sorumlularından biri olan Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır. Arendt kendisinden isteneni yerine getirir. Tıpkı Eichmann gibi. Ancak arada çok önemli bir fark vardır. Bu yazı o fark üzerine yazılmıştır.
Adolf Eichmann’ın yargılanmasının bir önemi de Nazi suçlularının yargılandığı Nürnberg mahkemesinden farklı olarak Kudüs’te görülen bir dava olması ve İsrail Devleti’nin bir kişi için talep ettiği tek idam cezası olmasıdır.
Eichmann, 1932 yılında Avusturya Nazi Partisi’ne ve SS birliğine katılmasından sonra parti içinde çeşitli görevlerde yer aldı. Gestapo’ya geçerek sürgün ve diğer Yahudi ilişkilerinden sorumlu bölümler idarecisi oldu ve Avrupa’daki 1.5 milyon Yahudi’nin ölüm merkezlerine ve işgal altındaki Polonya ve Sovyetler Birliği’ndeki diğer ölüm bölgelerine sürgün edilmesinde görev aldı. Daha sonra Yugoslavya, İtalya ve Macaristan Yahudilerinin sürgününü planlayanlar arasında yer alarak Macaristan’daki sürgünü bizzat denetledi. Savunmasında ısrarla söylediği gibi o sadece kurallara, kendisine emredilenlere uymuş, tam bir bürokrat gibi davranmıştı. Sonuçları itibariyle tüyler ürpertici olan eylemleri onun açısından sadece uyulması gereken kurallardı.
İşte Arendt buna kötülüğün sıradanlığı adını vermiştir. Ona göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar, kişinin kendisiyle gerçekleştirdiği içsel diyalog olarak tanımlayabileceğimiz “düşünme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler. Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söylemesinden ötürü de eleştirilmiş, kendi halkı tarafından neredeyse dışlanmıştır. Ona göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çökkünlüğün işaretidir.
Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”
Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramı üzerine çeşitli çalışmalar yapılmış, yazılar yazılmıştır. Onun ortaya attığı bu kavram kötülük, özgürlük, düşünme ve karar verme yeteneği arasındaki ilişkilere güçlü bir felsefi yaklaşımdır. Onun ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.
Buradan bakıldığında içine düşülmeyecek gibi görünen bu durumdan sakınmak hiç de göründüğü gibi kolay değildir. Çünkü burada ortaya konulan şekliyle kötülüğe karşı koymak, toplumsal yaşantı içinde var olan bireyler olarak bizlerin sürekli bir şekilde, düşünme denen o içsel diyaloğu gerçekleştirmesine ve doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabilmesine bağlıdır. Hannah Arendt kendi yaşantısıyla da bunun bir örneğidir. O kendisine yöneltilebilecek ve yöneltilen tüm eleştirilere rağmen asıl sorumluluğu olarak gördüğü “anlamayı” seçmiş, bir savaş suçlusu, bir cani olarak nitelendirilen birinin davranışlarını anlamaya çalışmıştır.
İşte Eichmann’la Arendt arasındaki yazının başında bahsettiğim fark burada yatmaktadır. Birey, dolayısıyla insan olmak karşıdaki kim olursa olsun anlamaya çalışarak yargı geliştirmekle olur. Arendt’in dediği gibi bu affetmek değildir. Arendt’in en temel insani yeti olarak gördüğü düşünme yeteneğinden vazgeçmek ise kişiyi ahlaki yargılarda bulunamamaya götürür. Buradan şu sonuca varabiliriz: Kişiler ve olaylar üzerine yargı geliştirirken anlama yeteneğini, davranış geliştirirken de düşünme yeteneğimizi kullanmak, bizi eylemlerimizin sorumluluğunu alan bireyler olmaya götürür.
Yazıyı Hannah Arendt’in çağdaşı olan bir başka filozof, Simone de Beauvoir’in bu konuyla ilişkili olduğunu düşündüğüm bir sözüyle bitirmek istiyorum.
“Özgürlük, insanın her gün yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. Öteki olmaktan kurtulup, kendisi için özne olma yolunda bir zorunluluk.”