Emperyal pedagoji ve Türkiye’nin Libya tezkeresi
AKP yönetimi ve iktidarı, acı gerçeği idrak veya kabul etmek istemiyor. Birincisi; Türkiye, orta ölçekli bir devlettir. Erdoğan’ın özendiği Yavuz Selim ile oğlu Kanuni, o devrin süper devletiydi: Kimselere muhtaç olmadan veya minnet etmeden göz diktikleri memleketleri fethedip mülkleri haline getirmiş; Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü’ne dönüştürebilmişlerdi. Bugünkü durum, böyle değildir.
Faik Bulut
Yeni yılın ikinci günü, Libya’ya asker gönderme tezkeresi TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla kabul edildi. Bir yıl süreyle verilen tezkerenin kapsamı ve uygulama tarihi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bırakıldı. Ancak konu hâlâ tartışılıyor. Türkiye’nin asker gönderme kararına yurtdışından hem uyarı hem de tepkiler geldi. Avrupa Birliği (üye ülkelerin önemli bir kısmı), Arap Birliği, Afrika Birliği ve Rusya ile ABD farklı nedenlerle Türkiye’nin tutumunu benimsemediler; karara itiraz ettiler. Mısır Parlamentosu hem Türkiye’nin kararını kınadı hem de Türk askerinin gönderilmesini, milli güvenliğine yönelik bir tehdit olarak algıladı. Her yol ve yöntemle bu tutuma karşılık verileceğini duyurdu.
Meselenin muhatabı Libya Ordusu Komutanı ve Türkiye’nin desteklediği Trablus’taki Mutabakat Hükümeti’nin amansız düşmanı General Hafter, 5 Ocak tarihli açıklamasında şöyle dedi: “Mesele, Trablus’un ‘İslamcı milislerden kurtarılması’ olmaktan çıkmıştır. Türk yönetimi, (bir zamanlar) Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası saydığı Libya’nın kontrolünü geri almaya çalışıyor. Dolayısıyla mesele, bir sömürgeciye karşı mücadeleye dönüşmüştür. Türkiye’nin meydan okumasını kabul ediyoruz ve cihat ilan edip silahlanma çağrısı yapıyoruz...”
Gelişmelerin sonu gelmedi, devam ediyor. Yorum, analiz, öngörü, eleştiri ve tartışmalar da bitecek gibi değil. Ben, olayı farklı bir düzlemde ele almaya çalışacağım. AKP ve çevresinin hatta sistem içi düşünenlerin -ki CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi de buna dâhil etmek gerekir- farklı derecelerde de olsa emperyal ve kültürel pedagojinin derin etkisinde kalmalarını, Libya tartışmaları düzleminde değerlendirme yoluna gideceğim.
Önce kavramı öne süren düşünürü tanıyalım: Hintli akademisyen Prof. Partha Chatterjee. Post-kolonyal (sömürge sonrası) çalışmalarının önemli ismidir. Multi-disipliner bir bilim adamı olan Chatterjee özellikle siyaset bilimi, antropoloji ve tarih ile ilgilenmektedir. 2009 yılında Fukuoka Asya Kültürü Ödülü’nü almıştır. Avustralya, ABD ve Hindistan’daki üniversitelerde kendi alanında eğitim görevlisi olarak çalışmıştır.
Mâduniyet Çalışmaları (Subaltern Studies) grubunun önde gelen isimlerinden olan Chatterjee’nin Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası (İletişim Yayınları, 1996) adlı kitabı üçüncü dünya milliyetçiliği alanında çığır açmıştır. Onun “emperyal pedagoji” konusunu irdeleyen iki önemli eseri bulunuyor: “1- Empires, Nations, Peoples: The Imperial Prerogative and Colonial Exception, In Thesis Eleven 2017, Vol. 139 (1); 2-The Black Hole of Empire: History of Global Practice of Power (NJ: Princeton University Press, 2012). Türkçe isimleri sırayla şöyle: İmparatorluklar, Milletler, Halklar: Emperyal İmtiyaz ve Sömürgeci İstisna; İmparatorluğun Kara Deliği: Küresel İktidar Uygulamasının Tarihi.
Hindistanlı düşünürün emperyal pedagoji (eğitim yöntemi) hakkındaki özet fikri şudur: Emperyal tarih anlayışında milletlere, halklar ve insanlara boyun eğdirip terbiye etmenin iki yöntemi vardır: İlki şiddet pedagojisi, ikincisi ise kültür pedagojisidir. Emperyalist güçler/odaklar, her iki yolu hem kullanıyor hem de döne döne aynı yöntemlere başvuruyorlar. Bazen şiddet/zor kullanımı ön plana çıkıyor, bazen de kültürel pedagoji yoluyla sömürge halklarının beyni yıkanıp belli kalıplar içinde düşünmeleri sağlanıyor.
Chatterjee’ye göre, imparatorlukların (ve sömürgecilerin) tarihi, buna ilişkin zengin örneklerle doludur. Mesela 1840’lardaki sömürgeci imparatorluk, esas olarak mecburi kılınmış eğitim (terbiye) ve bilgi ihracına ağırlık verdi. Ardından zor ve şiddet kullanımı devreye girdi. Büyük bir açgözlülük ve ihtirasla bölgesel müdahaleler, istila ve işgaller başladı. 19'uncu yüzyılın sonunda ise emperyal pedagoji ve kültür uygulamalarına tanık olmaya başladık. Boyunduruk altındaki sömürge ülkelerde reform adı altında sömürgecilerin çıkarlarına hizmet edecek olan hukuki, sosyoekonomik ve kültürel (eğitim) düzenlemeler yapıldı.
Emperyal terbiye/eğitim sistemi bir kez tercih edilir konuma yükselince, artık o sistem yerine oturmuş olacaktır ki, bu da sömürgeci tarafın güvence içinde olmasını sağlamaktadır. Böylece emperyal gücün/imparatorluğun kudretini uygulaması garanti altına alınır. Marksist literatürde buna benzer bir tanımlama, “Alman İdeolojisi” isimli kitapta (Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından Nisan veya Mayıs 1845 tarihinde yazılan) bulunuyor. Lenin, Gramsci ve Frantz Fanon (Yeryüzünün Lanetlileri isimli eseri) sömürgecilerin emperyalist zorbalık ve eğitim sistemlerinin hegemonyası hakkındaki çeşitli fikirler öne sürmüş, saptamalar yapmışlardır.
Emperyal (imparatorluk) pedagojinin Türkiye’deki yansımasına gelince…
Yeni-Osmanlıcık denen AKP icadı siyaset, AKP lideri R. T. Erdoğan’ın Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman’a özenerek artık tarih dışı kalmış Osmanlı ruhunu diriltme çabasıdır. Aynı emperyal mantık, bu kez, günümüzdeki sömürgeci, müdahaleci ve saldırgan emperyalist devletlere (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi) veya yayılmacı amaçlarla hareket eden bölgesel güçlere (İsrail, İran, S. Arabistan gibi) öykünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mealen “Bize niçin buralarda asker bulunduruyorsunuz’ diyorlar. Peki, biz de soruyoruz: O halde, sizler binlerce kilometre ötelerden gelip buralarda ne arıyorsunuz? ” veya “Rus şirketi Wagner’e bağlı askerler Libya’da ne arıyor? Onlar varsa bizim de böyle bir askeri hizmet veren şirketimiz olmalı” demeye getirmesinin ana nedeni de bu emperyal (imparatorluk/Osmanlıcılık) mantıktır.
Bu emperyal zihniyet, AKP çevrelerinde ve özellikle eski Dışişleri Bakanı/Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ifadelerinde zirve yapmıştı. “Bağdat’ın, Kudüs’ün, Şam’ın, Beyrut’un da tapusu bizdedir. Buranın eski sahibiyiz. Bölgede hiçbir şey bizsiz olmaz, bizden habersiz de olamaz!” diyen Davutoğlu’nun, Amerikalı senatör John McCain’den ödünç alınan bazı kavramlardan hareketle yazılan “Stratejik Derinlik” adlı kitabı, gerçekte sadece kendisinin Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığa özleminden ibaret değildir. Bunun da ötesinde, emperyalist yayılmacılığa, işgalciliğe ve müdahaleciliğe gerekçe uyduran; “Biz, niçin ABD, Fransa, Rusya gibi olamıyoruz?” sorusuna cevap arayan emperyal pedagojinin de ürünüdür. Esasen, “Niçin onlar yapıyor da biz yapamıyoruz; bizim neyimiz eksik, onlar yerine biz yapıverelim!” demeye getirilen fikirler toplamıdır.
Aynı zihniyeti, daha örtülü ve mahcup bir biçimde, Star TV kanalına çıkan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın görüşlerinin satır aralarında da bulabiliyoruz. Kalın mealen diyor: “Bizim, Libya’daki hükümete Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketine yardım etmek maksadıyla asker göndereceğimizi ileri sürenler, hem gerçeği tahrif ediyorlar hem de bilgisizler. Oysa Milli Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayiz el Sarrac, zaten Müslüman Kardeşler mensubu değil.” Doğrudur, adı geçen Başbakan bire bir İhvancı değil; ancak Müslüman Kardeşler hareketinin de içinde bulunduğu bir koalisyonun sorumlusudur. İhvancıların kitlesel desteği az olmasına rağmen bahsedilen Trablus’taki hükümetin üzerindeki ideolojik ve siyasi etkisi daha fazladır.
Aynı çerçevede devam edelim: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın askeri başdanışmanı Adnan Tanrıverdi, geçtiğimiz hafta ilginç bir demeç verdi. Önce kendisini kısaca tanıtalım: Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, emekliye ayrıldıktan sonra, beş yıl Adaleti Savunanlar Derneği’nin (ASDER) Genel Başkanlığı görevini üstlendi. ASDER Onursal Başkanı olarak, Müslüman ülke silahlı kuvvetlerinin organizasyonu ve stratejik kullanımına danışmanlık, son kullanıcıdan eğitici seviyesi kadar özel konularda eğitim ve harp, silah ve araçlarının temini, bakım ve onarımı hizmetlerinde görev yapmak üzere SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlık Şirketi’ni kurdu. Peki, SADAT nedir? Bakalım: Türkiye’de uluslararası savunma alanında danışmanlık ve askeri eğitim veren ilk ve tek şirkettir. Eski TSK mensuplarının görev aldığı SADAT, askeri ve “iç güvenlik” yani “terörle mücadele” alanında danışmanlık ve eğitim hizmeti veriyor. Askeri ve güvenlik alanında pek çok eğitimi veren şirketin kursları arasında dikkati çeken başlıklar şöyle: “Kara Harekâtı”, “Keskin Nişancılık”, “Koruma”, “Tahrip”, “Gayri Nizami Harp”, “Topçu ve Havan İleri Gözetleyicilik”, “Tank/Zırhlı Araç Avcılığı”.
Tanrıverdi, başkanı olduğu “Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği (ASSAM)” ve Üsküdar Üniversitesi’nin işbirliğiyle ve “ASRİKA Ortak Savunma Sanayii Üretimi" temasıyla İstanbul'da düzenlenen 3. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi'ne katıldı. Kongreye ilişkin yaptığı açıklamasını okuyalım: “İslam Birliği olacak mı, olacak! Nasıl olacak? Mehdi Hz. geldiği zaman. Peki, Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki, bizim bir işimiz yok mu, ortamı hazırlamamız gerekmez mi? İşte ASSAM bunu yapıyor.” Derneğin sitesinde, “Neden ASSAM?” sorusu ise şöyle yanıtlanıyor: “Müslüman milletlerin refahı, dünyada barış ve adaletin tesisi, İslam ülkelerinin bir süper güç olarak dünya siyaset sahnesine çıkmasına bağlıdır.” (Birgün gazetesi, 30 Aralık 2019.) Dikkat edilirse, aynı emperyal zihniyet, Tanrıverdi’nin hemen her satırına sinmiştir. Zaten Libya’ya asker gönderme tezkeresi, aynı zamanda devlet destekli/himayeli SADAT’ın yurt içi ve yurtdışında AKP politikaları doğrultusunda her türlü askeri hizmet vermesinin yolunu açmaktadır. Alt emperyal yayılmacılığın İslami kılıfa büründürülmüş veya Türk-İslam senteziyle uyumlu hali ancak böyle olabilir.
Bireysel düzeyde bakınca, TV kanallarına çıkan çok sayıda sözde yorumcu ve uzmanın emperyal kültür eğitimin veya siyasetin etkisiyle, AKP iktidarının emperyal iştahını nasıl kitabına uydurduklarına uzaktan izleyebiliyoruz. Sözgelimi Yeni Şafak İbrahim Karagül’ün “akıl hocası” tutumuyla makaleleri ve konuşmalarıyla iktidara nasıl bir yol haritası veya jeopolitik hat çizdiğini görmek insanı şaşırtmıyor. Onun özlü sözlerinden birine bakalım: “Haritalarını biz çizmezsek, onlar bizim haritayı çizerler!” 2006’da Mehmet Ağar'ın başdanışmanlığını üstlendi. ODTÜ Uluslararası İlişkiler bölümünden Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, Libya meselesi tartışılırken, AKP iktidarına bazı uyarılarda bulunmakla beraber, Türkiye-Libya mutabakatına destek vermeyi ihmal etmeden, şu özlü ifadeyi de kullanabilmiştir: “Türkiye tavlada hep düşeş atıyor.” (Independent Türkçe, 30 Aralık 2019) Oysa uluslararası ilişkilere vakıf bir akademisyenin, ilk elde bilmesi gereken anan kural şudur: “Hiçbir ülke, sürekli düşeş atamaz!”
Benzer bir emperyal (imparatorluk özlemi/mantığı) pedagojinin etkisini CHP, İyi Parti ve Saadet Partisi yönetiminde de görebiliyoruz. Tezkereye hayır demelerinin ana nedeni, “Mehmetçik, gidip Fizan çöllerinde heba olmasın, ölmesin!” diyedir. Gerekçe doğrudur ama tek ayaklıdır. Zira AKP iktidarı, muhtemelen ilk elde TSK askeri değil, yoğun sayıda Suriye’deki muhaliflerin oluşturduğu Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu çatısı altındaki bazı silahlı birimleri (Feylak-ül Şam, Ehrar-ül Şam, Türkmen Tugayları, vs) oraya gönderecektir. Bu arada TSK bazı askeri uzmanları, bazı özel kuvvetlerle istihbarat birimlerini de gönderecektir. Böylece muhalefetin ilerideki itirazlarını temelsiz bırakma niyetindedir. Çünkü anılan muhalefet partileri, “Sizin, başkasının toprağında işiniz ne? Bu emperyal yayılmacılık, uluslararası hukuka ve Cumhuriyet’in Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh ilkelerine aykırıdır ” diyemiyorlar. İtirazı, Mehmetçiğin ölmesiyle sınırlandırıyorlar.
Emperyal pedagoji, askerileştirilmiş (hatta militaristleştirilmiş) bir dış politikayı da gerekli kılmaktadır ki, bu da kültürel pedagojiyi dünya kamuoyuna, müdahale edilen ülke halkına ve Türkiye kamuoyuna zorla şerle kabul ettirmenin bir aracıdır: TSK tarafından Zeytin Dalı ve Barış Pınarı isimli operasyonlarla zapt edilen yerleşim yerlerinde (Cerablus, Efrin, Resulayn, Tel Abyad vs) Türkiye’den kaymakam atamak, oradaki okullarda Arapça ve Türkçe eğitim vermek; Gaziantep Üniversitesi’nin iki fakültesinin şubesini açmak gibi parlak fikirler yukarıda sözünü ettiğimiz emperyal pedagojinin kültürel ayağıdır. Demografik değişiklik planları, özellikle Cumhurbaşkanı’nın Birleşmiş Milletler kürsüsünde gösterdiği iskân haritasına destek istemesi de emperyal/imparatorluk zihniyetinin yansımasıdır. Erdoğan, Libya’ya asker gönderilmesi konusunda kamuoyunu ikna etmek amacıyla, özellikle CHP itirazını çürütmek için, “O zaman Mustafa Kemal Bingazi’de ne arıyordu?” diye sorarken emperyal pedagoji ve kültürün etkisiyle hareket etmiştir.
Her şey bir yana, AKP yönetimi ve iktidarı, acı gerçeği idrak veya kabul etmek istemiyor. Birincisi; Türkiye, orta ölçekli bir devlettir. Erdoğan’ın özendiği Yavuz Selim ile oğlu Kanuni, o devrin süper devletiydi: Kimselere muhtaç olmadan veya minnet etmeden göz diktikleri memleketleri fethedip mülkleri haline getirmiş; Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü’ne dönüştürebilmişlerdi. Bugünkü durum, böyle değildir; Türkiye, Libya meselesinde hemen bütün yabancı devletleri karşısına almış durumdadır. Bunun olumsuz siyasi, askeri, diplomatik ve ekonomik yansımaları olacaktır. Askerileştirilmiş dış politika, bu olumsuz yansımaları bertaraf edemeyecek; içerideki militaristleştirme planları da muhtemelen genel anlamda muhalif sesleri susturmaya yetmeyecektir. Erdoğan’ın “Asayiş sadece kolluk kuvvetleriyle sağlanmaz!” şeklindeki ifadesi, içeride de sokağı militarize/milisleştirme düşüncesinin bir yansıması olabilir.
AKP iktidarının Libya’daki hedefleri çoktur: Yakıt, doğal gaz, müteahhitlik hizmetleri, bölgede askeri üs kurma, Mavi Vatan’ı savunma, İhvan hareketini ayakta tutma, Trablus hükümetinin yıkılmasını ve başkentin düşmesini önleyerek Hafter’in saldırılarını acilen durdurma, onun ateşkes masasına oturmasını sağlama vb. Ancak bu hedefleri gerçekleştirmeye çalışırken Türkiye’nin bazı hesapları ters tepebilir. Mesela AKP önderliğinin İhvan (Müslüman Kardeşler) sevdası iyi biliniyor. O kadar ki başta Mısırlı, Suriyeli ve Filistinli siyasi şahsiyetleri ve kadroları olmak üzere Türkiye çok sayıda İhvancıya ev sahipliği yapmakta; onlara sığınma hakkı vermektedir. Peki, İhvan hareketi mensuplarının Türkiye sevdası AKP’ninki kadar mıdır, yoksa devrede siyasi bir minnet ve faydacılık mı vardır? Kanımca bu ilişkide faydacılık ön plana çıkmaktadır. Bir örnek verelim:
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Tunus ziyareti sırasında, İhvancı el Nahda hareketinin kurucu lideri ve Tunus Parlamentosu Başkanı Raşid Gannuşi, kendi ülkesinde Türkiye’nin üs kurmak suretiyle Libya’nın içişlerine müdahale etmesi yolundaki öneriye karşı çıkmıştır. Daha ötesini Mısır merkezli el Ehram gazetesinde yazan Mukrim Muhammed Ahmed’in makalesinden okuyoruz: “Malezya lideri Mahatir Muhammed, Erdoğan’ın alternatifi olabilir mi? İslam dünyasının saflarını birleştirme şiarıyla başkent Kuala Lumpur’da toplanan Malezya, İran ve Türkiye liderlerinin yanı sıra Arap ve Batılı ülkelerde yaşayan ve 150 kadar İhvancı şahsiyet de katıldı. Bunlar, son zamanlarda dünya ve Ortadoğu’da imaj kaybına uğrayan Erdoğan’ın yerine Mahatir Muhammed’i tercih etme konusunda anlaşmış görünüyorlar. Kuala Lumpur, İhvancıların Asya’daki en büyük sığınağıdır.” (Aktaran Ray el Yom gazetesi, 3 Ocak 2020)
Bu arada el Nusra lideri M. Golani de Libya’ya militan gönderme isteğini, geçen hafta basın yoluyla Türk yetkililere duyurmuş oldu. Suriye’deki silahlı birimlerin İstanbul’dan Libya’ya sevkine ilişkin Fransa’nın yaptığı açıklama, son derece dikkat çekici ve uyarıcıdır. Zira Türkiye, bu sevkıyata destek verirken muhalif saflarda çatlak başladı; Milli Suriye Ordusu yetkililerinden bazıları (mesela savunma bakanı pozisyonundaki zat) istifa ettiler. Suriyeli muhaliflerin, “Biz, zalim Esat rejimine karşı demokratik haklar için çatışıyoruz” yolundaki gerekçeleri berhava oluyor. Zira muhalif değil, paralı asker ve Ankara’nın milis gücü olmak sıfatıyla Libya’ya kadar sürüklenebiliyorlar.