Libya tezkeresi, Baykal ve paradoksları
Bu yazıda, Türkiye siyasetinde çıkarların her türlü ilkenin nasıl üstüne çıktığı Baykal’ın siyasi yaşamındaki paradokslara odaklanılarak gösterilmiştir. Biz, pragmatik olandan ziyade; normatif olanın egemen olacağı bir Türkiye hayali kurarken; Baykal gibi her günün Türkiye'sinde, muhaliflik kisvesiyle kendine aktör olarak yer bulabilen kişilerden de sakınılması gerektiğini düşünüyoruz.
Onur Alp Yılmaz*-Pınar Eldemir**
Deniz Baykal… CHP’yi ortanın solundan daha sola çekeceğim vaadiyle parti Genel Başkanı olup, CHP’yi ortanın solundan da daha sağa çeken, ülkenin kritik anlarında yaptıklarıyla, söyledikleriyle her zaman gündemde kalmayı başaran bir siyasetçi. Baykal, bugün de Libya meselesiyle ilgili yaptığı çıkışla yeniden gündeme oturmayı başarmıştır. 1 Mart Tezkeresi’nde, Türkiye’nin Ortadoğu’da vücut bulacak bir çatışmada açıktan taraf olmasına karşı çıkan Baykal, bugünse bir iç savaşta Türkiye’nin taraf olmasına destek vermektedir. Yani Baykal, (Cengiz Çandar’ın deyimiyle) enteresan paradoksların aktörü olmayı bugün de sürdürmektedir.
Birçok haber sitesi Baykal’ın açıklamalarını “hükümete sürpriz destek” gibi başlıklarla verdi. Sahiden sürpriz miydi? Biz bunun sürpriz olmadığı ve hatta tam da Baykal’dan beklenecek bir hamle olduğu kanaatindeyiz. Kendisinin hem üyesi olduğu partiyi hem de vekili olduğu meclisi birçok kez şaşırtmışlığı var. Bunlardan belki ilki Ecevit’i karşısına alarak durduğu politik konum. Peki o zamanların 1974 Kıbrıs Harekatı’nın karşısında duran Baykal bugün neden Libya tezkeresine destek verdi?
Bu sorunun yanıtını ararken Türkiye tarihine göz atmamız gerekecek dersek abartmış olmayız. Çünkü Deniz Baykal’ın akademik ve siyasi geçmişi Türkiye demokrasi tarihinin 1970’lerden sonrasındaki kısmında oldukça belirgin noktalarda parladığını görüyoruz. Zaman zaman partiden istifalarıyla zaman zamansa parti içindeki görevden istifalarıyla gündeme gelen Baykal, parti içinde muhalif ancak meclis içinde olduğunca hükümet yanlısı bir konumlanışa sahip olabiliyor. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi de Libya tezkeresine verdiği destek. CHP’li vekillerin sessiz kalmayı tercih ettiği ancak Ahmet Hakan’ın köşe yazısına taşıdığı Baykal adeta hükümet yanlısı dış politikanın aslında ne kadar da doğru ve incelikli tasarlanmış olduğuna muhalif cepheden bir kanıtmış gibi lanse ediliyor Hakan tarafından. Ancak Baykal’ın duruşu sahiden muhalif bir duruş mu? Bizce hayır.
CHP’nin sessiz kalması ne ifade ediyor? Bu konuda bir şey söylemek güç çünkü CHP’nin iç tartışmalarının meclise yansımasını yorumlamak için konuya durumsal bir biçimde yaklaşmak gerekiyor. Bu konuda sorulması gereken başka bir soru da CHP’nin Libya tezkeresine muhalif bir tutum sergilemişken Baykal destek verince neden herhangi bir tepki göstermemiş olduğu ile ilgili sorulabilir. Çünkü şimdiye dek CHP’nin parti kültürüne dair okuduklarımızı ve deneyimlerimizi değerlendirince bizim kanaatimiz Baykal’ın verdiği tezkere desteğini bir başka vekil verseydi ve bu vekil hele bir de genç birisi olsaydı kendisine disiplin soruşturması açılacağı yönünde. Neden şimdi hiçbir CHP’li vekil Baykal’a bu konuda tek bir laf etmiyor? Neden hala kemikleşmiş bir siyaset izlemenin peşinde? Koltuklara duyulan bu sahip olma eğilimi bu denli yerleşmişken muhalefet partisi olmanın anlamı nedir?
1 Mart sürecinden bağımsız olarak, kuruluşunu emperyalist işgalden kurtularak sağlamış bir ülkenin kurucu partisinin eski Genel Başkanı olarak Baykal, Libya’da yaşanacak olası bir iktidar değişiminde Türkiye’nin bir işgalci güce dönüşebileceği ihtimalini görmezden gelerek yine bir paradoksa düşmüştür. İşte bu yazıda, Baykal’ın siyasi karnesinde bulunan paradoksları değerlendireceğiz.
ORTANIN SOLUNDAN TÜSİAD’IN PRENSİNE
Baykal, 1970’lerde CHP içinde ‘mülkiye cuntası’nın liderliğine soyunarak bu hizbin başını çekmiştir. 1980 Darbesi’nden sonra, 1987’de siyasi yasakların kalkmasıyla beraber SHP saflarında siyaset yapmaya başlayan Baykal, hizipçi geleneğini SHP’ye de taşımıştır. Baykal’ın 1988’de Genel Sekreter olmasından önce, daha emekten yana bir parti izlenimi veren SHP, Baykal’ın Genel Sekreterliği’yle beraber daha piyasacı ve sermayeci bir profil çizmeye başlamıştır. Baykal’ın 1988-1990 aralığındaki Genel Sekreterliği, SHP’nin neoliberal hegemonyaya teslim olma sürecinin de önemli bir aşaması olmuştur.
Baykal, SHP içindeki liderlik kavgasında istediğini bulamayıp 1992’de CHP’yi yeniden açmış ve partinin başına geçmiştir. 1995’te SHP ve CHP’nin, CHP çatısı altından birleşmesinden kısa bir süre sonra yeniden partinin başına geçen Baykal, emekten yana değil sermayeden yana bir tavır takınmıştır. İşçilerle, sendikalarla ilişkiler kurmak yerine; patronlardan, sermaye çevrelerinden medet ummuştur. TÜSİAD’ın prensi olarak parlamaya başlayan Baykal, İngiltere örneğinden hareketle Blairvari bir profil çizmeye çalışmış ve partiyi 1999’da baraj altı bırakan tabandan kopuş hareketinin başat aktörü olmuştur.
2002’den sonra oluşan yeni siyasi ortamda, CHP’nin yegane amacı Baykal’ın istediği makama ulaşması olmuştur. Bu dönemde ve hemen öncesinde önce parti içindeki sosyal demokratlar tasfiye edilmiş, sonrasında da Baykal’a muhalif olan herkes kapı önüne konmuştur. Baykal, yükselen siyasal İslam’a karşı Cumhuriyet’in kurucu değerlerini kendine zırh yapmış ve Baykal’ın siyasi geleceğiyle, bu değerleri savunan kurumların siyasal İslam’a karşı direnişleri simbiyotik bir ilişki ağı kurmuşlardır. Ancak yine paradoksal olarak, 2002 seçimleri öncesinde AYM’nin Erdoğan hakkında verdiği “Parti üyesi olamaz” kararına istinaden, Erdoğan’ın parti liderliğinden çekilmesi gerektiğini savunan Baykal; 2003 başında yenilenen Siirt seçimleri öncesinde, Erdoğan’ın Başbakanlığının önündeki engeli kaldıran yasa değişikliğine destek olmuştur. Bu olayla ilgili en güçlü iddia Zülfü Livaneli’den gelmiştir. Livaneli, Baykal’ın Erdoğan’la yaptığı görüşmede, Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılmasına destek olması durumunda, Erdoğan’dan 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine destek sözü aldığını iddia etmiştir (1).
Baykal’ın bir diğer ana kırılması da Kürt meselesindedir. SHP’nin meşhur 1989 raporunu hazırlayan komisyonun başkanlığını yapan ve son derece cesur bir önsöz yazan Baykal, 2002 sonrası “kuruluş kodlarını” kendine zırh yaptıktan sonra bu konuda da ciddi bir paradoks yaşamıştır. Kürt meselesiyle ilgili atılan her adımda, komplo teorilerine varan değerlendirmeler yapan Baykal’ın bu dönüşümünü anlatan en iyi örneği Baykal’ın yakın dostu Ahmet Türk’ün şu cümlelerinde bulduk:
“Nerede o eski Baykal… 1983 yılıydı. Cezaevinden yeni çıkmıştım. Baykal da siyasetten yasaklanmıştı. Mardin’e geldi. Yaz aylarıydı. Bizim Kasrı Kanco’nun üst katına çıktık. Döşekleri serdik. Üstümüzde yıldızlar. Rakılar açıldı. Çektiklerimizi konuştu. Söz Diyarbakır Cezaevi’ne geldi. Ben anlattım, o dinledi. İkimiz de duygusallaştık. Ağlama noktasına geldik yani… Deniz Bey dinledi ve dedi ki, ‘Bir daha siyasete, meclise girersek, bunların hesabını soracağım.’ Ben işte şimdi o duyguları paylaştığımız, acıların, işkencelerin ne demek olduğunu anlayan, sorgulayan o Baykal’ı görmek istiyorum.” (2)
Peki… Aslında öyle bir Baykal hiç var oldu mu? Yani acıları anlayan ve dertlenen Baykal… Bizim kanaatimiz var olmadığı yönünde. Bu dönemde yeniden siyasete dönme hesapları yapan Baykal, 1980 sonrası oluşan konjonktürün henüz yükselen siyasal İslam ve laiklik çatışması üzerine oturacağını sezememiş ve bölge için önemli bir oy kaynağı olan Ahmet Türk’ü yanına çekmek istemiştir.
BAYKAL VE DIŞ POLİTİKA
Gelelim Türkiye’nin vaktiyle başarılı addedilen ancak omurgası bükülmüş dış politikası ile Baykal’ın kurduğu ilişkiye. 1 Mart tezkeresi sonrası Deniz Baykal’ın Onur Öymen tarafından yazılan konuşmasında geçen cümleler, Baykal’daki dönüşü anlamak için önemli. Ancak elbette ki o zamanın tezkeresi ile bu zamanın Libya tezkeresi birbiri ile aynı tarihsel ve siyasal anlamlar barındırmayabilir. Fakat buna rağmen Baykal’ın eski konuşmasında hissedilen savaş karşıtı havanın yerini bugün havasızlık almış durumda.
Baykal vaktiyle şöyle demiş:
“Güneydoğu Anadolu’da yerleşecek olan 65 binin üzerindeki yabancı askerin, orada oluşturacağı otorite boşluğu, Güneydoğu Anadolu’daki otorite boşluğu, yer yer terörün serpilmesi için uygun bir zemin oluşturacaktı. Türkiye’nin kendi sınırları içindeki terörle mücadelesi dahi bin bir güçlükle karşı karşıya kalacaktı ve Türkiye, Kuzey Iraklılaştırma sürecinin bir parçası hâline, belki Güneydoğu Anadolu’nun sürüklendiğine tanık olmak durumunda kalacaktı. Bütün bunları gören, bütün bunları kavrayan ve olayın ruhunu doğru değerlendiren ve daha 1 Mart Tezkeresi Parlamentonun önüne gelmeden Türkiye, Irak’taki savaşın ne karargâhı olmalıdır ne de cephesi olmalıdır diye açıkça söyleyen ve ne tavır takınan Cumhuriyet Halk Partisinin bu Grubu olmuştu. O Grup, Türkiye Büyük Millet Meclisini ikna etmeyi başarmıştır. (…) Cumhuriyet Halk Partisi Grubu Atatürk’e ve İnönü’ye yakışan bir duyarlık, bir yurtseverlik, ileri görüşlülük ve sorumluluk duygusu içinde hem kendi ülkesine hem de bölgeye, içinde bulunduğumuz bölgeye yanlış yapmamıştır, yanlış yapılmasını önlemiştir. Çok büyük bir görev olmuştur. (…)” (3)
1 Mart tezkeresi sonrası süreçte elbette dış politikadan iç politikaya pek çok konuda CHP adına yaptıkları ile öne çıkan Baykal, Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde de hem Türkiye’ye hem de bölgeye ilişkin birbiriyle çelişen söz ve davranışları oldu. Burada Davutoğlu’nun da tıpkı Baykal gibi fevri ve detaylarda boğulmuş bir figür olduğunu söylememiz gerekiyor ancak bu bir başka yazının konusu olarak kalsın. Zira ona da geleceğiz.
Davutoğlu sürecindeki Baykal’ın 2016 yılında Tarafsız Bölge programına katılarak Azez-Halep hattını korumak için bombalanmasını doğru buluyorum açıklaması halen kulaklarımızda (4). Peki savaş karşıtlığı nereden başlayıp nerede bitiyor? Bunun bir sınırı var mı? Yok. Tıpkı Türkiye’nin dış politikası gibi dalgalanan Baykal’ın konumlanışı da son olarak Libya harekatındaki muhalefetten gelen destek olarak vücut buldu. Peki Baykal yarın dese ki Türkiye’nin savaş karşıtı politikalarını kınıyorum, şaşırır mıyız? Hayır. Çünkü tutarsızlık Baykal’ın tutarlı olduğu tek nokta ve bunun da değişeceğini düşünmüyoruz.
YA BUNDAN SONRASI?
Yukarıda iddia ettiğimiz, 1980 sonrası, daha spesifik olarak 2000’ler sonrası Baykal’ın önceliğinin makam sahibi olmak olduğunu ispatlayan en önemli göstergelerden biri de 7 Haziran 2015 sonrası oluşan koalisyon tablosunda, Meclis Başkanı olabilmek için, partisinin o dönem Saray’ı yok görme politikasına karşın, Saray’ın kapısını aşındırması ve bu konuda Erdoğan’ın desteğini aramasıdır. Baykal’ın bugün hâlâ AKP’ye verdiği bu destek ödeyemediği bir diyetin bedeli midir bilemeyiz, ancak bu tür destekler, ülkenin geleceğiyle ilgili bizlere zor ödenecek diyetler bırakan AKP’nin değirmenine su taşımaktadır. Suyun taşındığı kovaların altı deliktir. Delik kova su sızdırır. Deniz Baykal’ın gelgitli halleri su sızdırmaktadır ve artık Türkiye’yi suya boğmak yerine eski olandan kurtarmak daha iyi olacaktır.
Ez cümle, ziyadesiyle paradoksa boğulmuş Türkiye siyasetinde Baykal münferit bir örnek değildir. Lakin, oluşturacağımız post-AKP siyasi kültürünün, neden AKP öncesi döneme de öykünmemesi gerektiğini anlamak için irdelenmesi gereken bir örnek olduğu da yadsınamaz. Bu yazıda, Türkiye siyasetinde çıkarların her türlü ilkenin nasıl üstüne çıktığı Baykal’ın siyasi yaşamındaki paradokslara odaklanılarak gösterilmiştir. Biz, pragmatik olandan ziyade; normatif olanın egemen olacağı bir Türkiye hayali kurarken; Baykal gibi her günün Türkiye'sinde, muhaliflik kisvesiyle kendine aktör olarak yer bulabilen kişilerden de sakınılması gerektiğini düşünüyoruz.
(1) https://t24.com.tr/haber/deniz-baykal-erdoganla-yaptigi-o-gorusmeyi-anlatti,290181
(2) Murat Yetkin, Radikal, 7 Ağustos 2009, Aktaran Hasan Cemal, Barışa Emanet Olun.
(3) http://www.gerceksozcu.com/makale/onur-oymen/baykalin-1-mart-konusmasi-onur-oymen-yazdi/298.html
(4) https://tr.sputniknews.com/turkiye/201602151020894940-deniz-baykal-turkiye-azez-bombardiman/
*Ankara Üniversitesi, Doktora Adayı
Işık Üniversitesi, Öğretim Görevlisi
**Yıldız Teknik Üniversitesi, Doktora Öğrencisi
UNIVERSUS Araştırmacısı