Deprem sınıfsaldır!
Fay hatlarının üzerine, yanına yöresine ev yapılmasına olanak sağlayıp alternatifini yaratmayan, onca vergiye rağmen bunun hâlâ zerre kadar önlemini almayan mevcut sistemin bu topluma verebileceği olumlu hiçbir şey yoktur.
Eşref Avcı
Baştan söyleyelim günümüz dünyasında doğal felaketlerin büyük bir kısmı kapitalist üretim tarzının zorunlu sonucudur. Sermayenin sonsuz büyüme arzusu doğanın aynı ölçekte tahribatını gerektirir. Oluşan tahribat doğanın kendini yenileme döngüsünü ortadan kaldırmıştır. Kendini yenileme olanağı bulamayan doğa “felaket” denilen gerçeklik halini önümüze koymuştur. Bu "felaketlerin" bizi sarmaladığı her yerde sistem olarak kapitalizm özel olarak ise tek tek kapitalistler ve onlara ait devlet bizatihi sorumludur. Bu durumla ilgili sayısız bilimsel makale ve tespit mevcuttur.
Gelelim Türkiye sathına her türlü “felaketin”, iş kazasının (başta maden ocaklarındaki zulüm pratikleri olmak üzere), trafik kazalarının, sel felaketlerinin, kapitalist hırsın yarattığı orman yangınlarının, depremlerin “fıtrat” kaynaklı olduğu ve zorunlu olarak “kadere iman” edilmesi gereği bu topraklara mahsus bir hal değilse de, bu topraklarda çokça iş gören bir durum olarak kabul görmektedir. “Fıtrat” zorunlu olarak dinin siyasal momentine uygun bir biçimde kaderine razı olmayı, zorunlu olarak da rıza gösterilmesi gerektiğini ifade eder. Devletlûnun olay mahalline gelip herhangi bir sorumluluk bahsini nötrleştirerek sorunu siyasal momentin dışına doğru süpürmesi, rıza üretmese de, rıza gösterilmesi gereğinin olağan biçimi haline getirilmiştir.
Bu bağlamda rıza üretiminin önemli göstergelerinden biri kuşkusuz din ve ona ait ritüellerdir. Depremde ölenlerin ardına okunan Fatiha dini bir gereklilik olsa da, ıskalanan şey tabutta olanların yaşaması gereğidir. Soruna“fıtrat” ve dolayısıyla ölümü meşru gören bir anlayışın penceresinden baktığınızda ortaya çıkan tablo oldukça nettir. Çünkü zihniyet kalıpları oldukça basit bir biçimde çalışır; “Deprem doğal bir olay değil, Allah’ın biz zavallı kullar için yaptığı bir sınavıdır”. Evet, mantık ve çalışma prensibi çok basit, ama sorun edilmesi gereken bu sınav nasıl bir biçimde yoksulların/ezilenlerin bulundukları mekânları kendine yurt eyler ve bu sınavlar malumun ilamı bir biçimde yoksulları ikmale bıraktırır. Muktedirler neredeyse her seferinde bu sınavlardan mutlak başarı ile çıkarlar. Bu da “zenginliğin fıtratı” olsa gerek.
“Fıtrat” demek ki, iki türlü işliyor, biri zengin olmak ve diğeri yoksul olmak bağlamında. O halde bunlardan biri adalet terazisinin dengesini bozuyor. Sonuç itibariyle zenginlerin terazide ağır bastıkları bir gerçeklik hali söz konusudur.
Ortada her seferinde aynı bıktırıcı senaryo ve oyuncular sahne alıyorlar. Fay hattı üzerine ev, konut vb'nin yapılmayacağı orta yerde dururken, devlet kurumsal olarak varlığını evlerini fay hatlarının üzerine yapan insanlara borçludur, Peki devlet bu durumdan neden zerre sıkıntı duymaz? Bildiğimiz devletin cevabı depremin öngörülemez bir doğa felaketi olduğu yönündedir ve depreme maruz kalanlara yardım edilmesi ve yardım toplanılması işi ile ilgilenmeyi kısa bir zaman aralığı için “dert” edinir. Ama deprem bir felaket değildir, bilakis onu felaket yapan devletin ta kendisidir.
Burjuva devlet gerçek anlamda sömürü aygıtının sorunsuz çalışabilmesi için tarihsel ve güncel birtakım parametrelere sahiptir. Bu kendi ulus devletinin içinde yer eden ezilen sınıfların bir minimum yaşam standardının olduğunu gösterir. Bu minimum standart toplumun bütün bireyleri için gerekli de değildir, ancak ezilenlerin ezici bir çoğunluğu bu standartlara sahip olabilmelidir. Yani biyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ve barınma minimumu. Türkiye'de nüfusun yüzde 50'ye yakını asgari ücret ile geçinmektedir. Yoksulluk sınırı değil! Açlık sınırında yaşayan bu insanlar nüfusun yarısına yakınını oluşturuyor. Bu insanların büyük bir çoğunluğu haliyle barınma ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumdalar dolayısıyla kaldıkları evlerde minimum standardın altında, konu itibari ile diğer asgari standartları geçiyoruz. Yine burjuva devlet aldığı vergilerin bir kısmını sömürü aygıtının düzenli işleyebilmesi için bu minimum standardı uygulamak durumundadır. Eğer uygulamıyorsa bahsini ettiğimiz anlamda bir burjuva devlet değildir. Bunun görünür iki gerekçesi vardır. Birincisi; kutsal vergiler devletin sahipleri tarafından hortumlanıyordur ve bununla ilişkili ikincisi; güvenlik harcamaları artmış ve devletin barınma ihtiyacı yurttaşın barınma ihtiyacına baskın gelmiştir.
Kapitalist üretim tarzının artı değer üreten tarafında değil, başından beri ülkenin kaynaklarını sırasıyla neopotik ve klientalist ilişki tarzı ile cebe indiren, nevi şahsına münhasır karaktersiz bir burjuva sınıf oluşturan Türkiye egemen sınıfları, üretmediği için ezilenlerden aldığı vergiye muhtaçtır. Bu vergiler iktidarda bulunan kliğin, egemen konumunu koruyabilmek için ezilenleri sürekli baskı altında tutmasını gerektirir. Baskı aygıtının sürekli bir biçimde yer bulduğu bu sistemin ezilenlerin minimum standartlarını sağlama koşulu yoktur. Yani hem yolsuzluk ve hem de barınması gerekli bir güvenlik-baskı aygıtının gereği ortaya çıkıyor. Tarihsel olarak egemen sınıflar ve devletleri bahsi geçen minimum standardı yakalamıyorsa, ezilenler kendini isyanlar ve ayaklanmalar ile hatırlatır. Bu durumların gecikmesinin en büyük gerekçesi baskı aygıtının iyi çalışması değildir. Bilakis ondan daha iyi çalışan siyasal dinin diğer birçok gerekçeden daha çok ideolojik işlevidir.
Allah’ın insanları sınava tabi tutması en iyimser yanıyla dinin kendi iç konusudur. Toplumsal alana din nüfuz ettirildiğinde siyasal erk sahipleri sorumluluktan kurtulmanın olanaklarını da sağlamış olurlar. Din en naif hali ile bireyin tanrısı ile olan mahrem bağını ifade eder. Ancak aracılar devreye girdiğinde din naifliğini kaybeder her haliyle dünyevileşir, bireyin mahremi olmaktan çıkar dünyevi sömürü aracının en önemli aygıtı haline döner.
Elazığ-Malatya depremi olduğunda iktidar mahfillerince yukarıda bahsini ettiğimiz minimum standartlar ile ilgili bir bahis yerine veya "deprem vergisinin" akıbetine dair itirazları göğüslerken devletin temsilcileri, 'kamuoyu algısının çok iyi' olduğuna dair açıklamalar yapıyorlardı. İnsanlar enkaz altında ölürken kamuoyu algısı dinsel algıya dönüşmüştü bile. Okunan Fatihalar, deprem bölgesine gönderilen imamlar vs. siyasal erki sorumluluk bahsinin uzağına yönlendirmiş itirazlar ise kriminal hale getirilerek yurttaşın barınması yerine güvenlik-baskı aygıtının barınmasına yol verilmiştir.
Yolsuzluk ve baskı aygıtının birlikte göründüğü haller genelde bu tür "yıkım" süreçlerinde daha belirgin hale gelse de, dinin ideolojik harcı hâlâ bu görüntünün yine açlık minimumunda yaşayan birçok insan tarafında henüz fark edilememektedir. Kızılay gibi dernekler depremin daha ilk dakikalarında gönderdiği SMS ile yoksulluğun, yıkımın derdinde değil sonraki günlerde ortaya çıkacak neopotik, klientalist ilişkilerinin yarattığı varsıllığın derdinde olduğunu göstermiştir. Bağış denilen mevhum hepimizi kapsayacak şekilde yayılıyorsa ortaya yoksulluğun, yıkımın meşrulaştırılması çıkar.
Bu tür derneklerin varoluş gerekçesi yerine ticari bir aygıt gibi holdingleştiği, yolsuzluk girdabının içinde yuvarlandığı kendileri ile birlikte toplumsal yaşamı çürüttükleri bir kez daha görünür hale gelmiştir. Böylesi dönemler bir biçimde ezilenlerin dinsel haleyi kaldırıp egemen sınıfların gerçek hallerini görmelerini sağlayacaktır elbet.
Burjuva devletin sömürü aygıtını sorunsuz çalıştırabilmesinin koşulları Türkiye gibi ülkelerde söz konusu değildir. Çünkü Türkiye burjuvazisi despotik bir devlet aygıtı ile burjuvalaşmıştır/zenginleşmiştir. AKP ile birlikte eski burjuvazinin yanına kümelenen ince bıyık burjuvalar eskilerden daha cevval görünseler de, nitelikleri aynıdır. Buluştukları yer yoksulluğun, baskının devamıdır.
Özetle deprem doğanın iç dinamikleri ile gelişse de, felaket haline gelmesi sınıfsaldır. Fay hatlarının üzerine, yanına yöresine ev yapılmasına olanak sağlayıp alternatifini yaratmayan, onca vergiye rağmen bunun hâlâ zerre kadar önlemini almayan mevcut sistemin bu topluma verebileceği olumlu hiçbir şey yoktur. Depremin felakete dönüştüğü sınıfsal hallerde dayanışmanın daha çok hayat kurtardığına tanık olduk.