Gelecek Partisi'nin vaat ettiği gelecek
Herhangi bir parti mevcut yapının dengesiz güç ilişkilerine meydan okumadan, en basit düzeyde çoğunlukçu, istikrar takıntılı ve rıza ile değil baskı ile toplumsal uzlaşıyı inşa eden siyasi anlayışın sıkıntılarını dile getirmeden nasıl inandırıcı olabilir?
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Ahmet Davutoğlu 4 Şubat 2020’de Fox TV’de İsmail Küçükkaya’yla yaptığı söyleşide hem kendisini partisinden ayrılmaya ve yeni bir parti kurmaya yönelten görüş ayrılıklarını hem de yeni partisinin politika, özellikle dış politikaya yaklaşımlarını anlattı. Partinin kurucularından YÖK eski Başkanı ve emekli büyükelçi Yusuf Ziya Özcan da 2 Şubat 2020’de Gazete Duvar’dan Serkan Alan’a verdiği söyleşi de kurucuları arasında yer aldığı Gelecek Partisi’nin eğitim politikaları hakkında hazırladığı raporu anlattı ve eğitim alanındaki politika vaatlerini dile getirdi. Partinin internet sitesinde yer alan kurucular listesine, kurullara ve parti programına bakarak genel bir izlenim elde etmem mümkün ve görünen o ki Siyasal İslam cephesinde yeni bir şey yok!
DIŞ POLİTİKADAN İÇ POLİTİKAYA ÖNGÖRÜ EKSİKLİĞİ
Davutoğlu söyleşide dış politika alanında özellikle Suriye ile ilgili olarak kendisinin diplomatik yaklaşımlarını savunurken, uluslararası toplumun insani hatalarına, insani müdahale konusundaki tepkisizliğine serzenişte bulunuyor. Oysa Batı ülkelerinin Ruanda’da, Kosova’da bugün Yemen’de insan hakları ihlalleri olurken müdahale konusunda etkisiz kalışını bilerek Suriye’de farklı bir müdahale beklemek hafife alınmayacak bir öngörüsüzlük. Komşularla sıfır sorun diyerek yola çıkan ama en sonunda değerli yalnızlıkla kendini ifade eden Davutoğlu, Türkiye’de geçici koruma statüsünden fazlasını elde edemeyen ve zorlu koşullarda yaşam mücadelesi veren dört milyon Suriyelinin dış politikadan iç politikaya yayılan belirsizliği hakkında ne söyleşisinde ne de parti programında bir politika önermesinde bulunmuyor.
Parti programında Kürtler, Aleviler, göçmenler kabul edilir düzeyde ele alınıyor, tabii ki her türlü ayrımcılığa karşı duruluyor. Laiklik “en geniş anlamıyla din ve vicdan özgürlüğü bağlamında yorumlanarak”, devletin “bütün dini/mezhebi/felsefi anlayışlara ve topluluklara aynı mesafede ve eşit yaklaşımı” savunuluyor. İnsan bir an için herhangi bir dine veya inanca mensup olmayanların felsefi anlayışlarının da bu laiklik kapsamına dahil edildiğine inanmak istiyor. Ancak bu laiklik yorumuna sahip partinin lideri kendini “İslamcı” yerine “Müslüman” olarak tanımladığında dahi bir kimlik unsurunu öne çıkarmış, inancını siyaset içerikli bir söyleşide hiç dile getirmemek varken politik bir vurgu için kullanmış oluyor. Alevi ve gayrimüslim nüfusun ibadet hakları ve sorunlarının din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde çözülmesi hedefleniyor. Bütün bunlar çok iyimser temenniler, ama bunun için nasıl bir yasa metni üzerinde çalışıyor? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev ve yetkileri konusunda ne gibi yenilikler öneriliyor? Uzun ve detaylı parti programının tamamını burada değerlendirmek mümkün olmasa da programın daha çok partinin sahiplendiği değerleri ve geleceğe dair temennileri içerdiği söylenebilir. Ancak parti programının geleceğe dair bir stratejik plan ve özellikle göç, ekonomik kriz, işsizlik gibi toplumsal sorunlara somut politika önerileri sunduğunu söylemek mümkün olmaz.
EKONOMİDE LİBERAL SÖYLEME SADAKAT
Neoliberal ekonomi politikalarının en erken ve en sadık biçimde uygulayan ülkelerden biri olan Türkiye’de son kırk yılda ekonomi alanında büyük bir atılım ve dönüşümden söz etmek mümkün değildir. Gerek verimlilik gerekse tüketime dayalı büyüme göz önüne alındığında asıl odaklanılması gereken mesele ekonomideki tıkanıklık, dışa bağımlılık ve toplumun her alanında farklı biçimlerde ortaya çıkan eşitsizliktir. Davutoğlu söyleşisinde ekonomi politikalarına dair net bir açıklama sunmasa da politika önermeleri için parti programına bakmak mümkün. Ancak parti programında da görülen selefinde olduğu gibi piyasa düzenine sadakat, mülkiyet haklarının ve girişimciliğin desteklenmesi, gelir dağılımı konusunda ise “sosyo-ekonomik düzenin ahlaki temeli” belirleyici olacak gibi görünüyor. Ekonomik işleyişte hukukun üstünlüğü mülkiyet ilişkileri, tekelleşmenin engellenmesi, piyasanın düzeni ve piyasanın uzun dönem dengesi için kaçınılmaz görülüyor. Ancak hukukun üstünlüğü işçi hakları, yoksulluk ve gelir eşitsizliği söz konusu olduğunda yerini ahlaki temellere ve üretken katkıya dayalı sosyal yardım kültürüne bırakıyor. Ancak bu ahlakın kaynağını nereden alacağı konusunda bir belirsizlik var. Türkiye’de herhangi bir vatandaşa “Toplumsal ahlakın kaynağı nedir?” sorusunu yöneltilse, gelen cevapların büyük kısmı dini ahlaktan söz eder ve çok az bir kesimi hukukun üstünlüğüne dayalı bir ahlak inşasını hatırlar.
EĞİTİMDE YAPILACAKLAR BELLİ, NASIL YAPILACAĞI BELİRSİZ
Yusuf Ziya Özcan söyleşisinde eğitim sistemine dair sorunlar detaylı bir biçimde dile getirilmiş. İkincil düzey eğitimde öğretmenlerin durumu, müfredatın ve eğitim sisteminin çarpıklıkları ve PİSA sonuçlarındaki gerilik dile getirilmiş. Bu konudaki saptamalar Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un değerlendirmelerinden farklı değil. Ancak Yusuf Ziya Özcan’ın yorumlarında üç nokta dikkat çekiyor. Bunlardan birincisi YÖK’ün üniversiteler üzerindeki ağırlığı ve üniversitelerin YÖK’e bağımlılığı. YÖK Başkanı olduğu sırada kendisinin de yeni bir yapılandırma konusunda talepleri olduğunu dile getiriyor. Burada sorun YÖK’ün kurumsal yapısı, var olmaya devam etmesi ya da kaldırılması değil. Asıl vurgulanması gereken üniversitelerin özerk olmaması, üniversite yönetimlerinin siyasi mekanizmaların bir parçası haline gelmesi. İkinci önemli bir konu ise KHK ile kapatılan 15 üniversite ve buradaki öğrenci ve personelin mağduriyeti. Özcan yerinde bir değerlendirmeyle bu okulların kapatılması yerine FETÖ’cü insanların uzaklaştırılması gerektiğini savunuyor. Buna bağlı olan son konu ise Barış Akademisyenleri ile ilgili olarak beraat kararlarına rağmen işe iade süreçlerinin hukuken tamamlanmamış olması. Yusuf Ziya Özcan “Maalesef vermiyor. Adalet bu günlerde tecelli etmiyor. İnşallah yakında düzelecek diye düşünüyoruz.” diyerek Barış Akademisyenlerinin mağduriyetini dile getiriyor. Hem YÖK eski Başkanı Özcan’ın hem de akademisyen olan bir parti başkanının akademik erozyon ve hak kayıpları konusunda seslerinin daha yüksek, söylemlerinin daha güçlü olması gerekirdi.
Bugün herhangi bir partinin gerçek anlamda “yeni” ve dönüştürücü bir politik alternatif sunabilmesi için, sistem olarak liberal demokrasinin içinde bulunduğu açmazlarla yüzleşmesi ve temsiliyet krizine aşmaya yönelik düzenlemeler sunabilmesi lazım. İkinci olarak, liberal demokrasinin örgütsel aracı olarak partiler ne kadar “liberal” ve ne kadar “demokratik”? Herhangi bir parti mevcut yapının dengesiz güç ilişkilerine meydan okumadan, en basit düzeyde çoğunlukçu, istikrar takıntılı ve rıza ile değil baskı ile toplumsal uzlaşıyı inşa eden siyasi anlayışın sıkıntılarını dile getirmeden nasıl inandırıcı olabilir? Bir Rum ve bir Ermeni ismi kurucular listesine eklemekle çoğulcu mu olunuyor? Üstelik bu isimler bir politika savunusuyla mı bu kurucu kadroya dahil oldular, yoksa sırf popülist bir çokkültürlülük görüntüsü yaratmak için mi? Bu haliyle iktidarın yeni bir sürümünden başka bir şey sunmayan partilerin Türkiye’nin en başta ekonomi, buna ek olarak hukuk ve eğitim, ama aslında tüm politika alanlarında ihtiyaç duyduğu dönüşümleri gerçekleştireceğini beklemek belirsizlikten başka bir şey sunmuyor. Böyle bir durumda söylenecek tek söz: Gelecek uzun sürer!
*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü