Havuz başında iktidar
Havuzu ve havuz kenarındaki iktidar ilişkilerini izlediğim bir ayın her gününde, havuzun nasıl bir ayrışma mekanına dönüştüğüne tanık oldum. Bir süre sonra kendiliğinden iki grubun havuza girdiği saatler değişti. Bu arada savaş, başladığı gibi sessizce devam ediyordu...
Ayla Deniz*
İstanbul’un eski sayfiye yerlerinden olan ama gittikçe büyüyen kentin hızla yuttuğu bir ilçede, üç apartman blokundan oluşan havuzlu bir site. Siteyi inşa edenler, Mısırlı Arap bir aile. Aile, Mısır’daki televizyon kanallarında Türkiye’de konut yatırımlarının vatandaşlıkla ‘ödüllendirildiğini’ görünce, Arap Bahar'ıyla derinleşen gelecek endişesinden kurtulmak için birikimlerini Türkiye’de değerlendirmeye karar vermiş. Aynı güvencesizliğin etkisiyle saçlarına erken yaşlarda aklar düşenlerin ülkesi Türkiye, onlar için İstanbul’dan ibaret. Türk dizilerinin de etkisiyle idealleştirilen İstanbul’a gelişleriyle hayal kırıklığı yaşamaları bir olmuş. Zira izledikleri konut yatırımı reklamlarında Taksim’e 10 dakika mesafedeki deniz manzaralı evleri görmek için, Taksim’den iki saat uzağa yolculuk yapmaları gerekmiş. Valizleri alıp gitseler, artık eşiğinden dışarı bir adım attıkları ülkelerinin başarısız girişimcileri olarak anılacaklar. Buna da gönülleri razı olmamış.
Mısırlı aile, İstanbul’da hayal kırıklığı içindeyken, Suriye savaşından sonra İstanbul’un enformel emek piyasasının sıkı dişlileri arasında ezilerek hayatta kalmış olan bir adamla tanışmış. Adam ‘çok bozulan’ İstanbul’un ‘merkezinden’ uzaklaşmalarını ve İstanbul’un çevresindeki yeni gelişen alanlara yönelmelerini tavsiye etmiş. Nasılsa İstanbul, şehrin sınırını gösteren tabeladan önce şehrin parçası olan yerleşimlerin başladığı bir yermiş. Adam, ‘git gidebildiğin yere kadar’ demiş. Böylece arazi arayışları, resmî kurumlarda bitmeyen bürokratik işler ve rüşvet çarkından kurtarabildikleriyle, bu sınır ilçesinde bir site inşa etmişler. Bu sitedeki daireleri, onları buraya taşıyan idealizasyonun tesiri altındakilere bir an önce satmaya karar vermişler. Hem zaten kapitalizm, biraz da kendi hayal kırıklıklarını başkalarına satmak değil mi?
Ailenin, Arapça yayın yapan internet haber sitelerinde yayınlattığı reklamların etkisiyle, inşaat daha tamamlanmadan sitedeki onlarca daire hem Arap ülkelerinde hem de Avrupa ülkelerinde yaşayan Araplar tarafından satın alınmış. Arap ülkelerinden gelenler bu evleri, başlarına bir şey gelirse hızla ulaşabilecekleri bir sığınak olarak görürken; Avrupa ülkelerindeki Araplar ise kademeli bir tatil anlayışının bir durağı olarak düşünmüşler. Şöyle ki kendi ülkelerine tatile gitmekten anladıkları, nişan, sünnet, düğün gibi kültürel pratiklerin içinde ontolojik bulunuşlarını gerçekleştirmektir. Bu haliyle Avrupa’ya göç veren Anadolu kentlerine yaz mevsiminde gelenlerden pek de bir farkları yok gibi görünüyor. Hal böyle olunca, deniz ve havuz tatilini, havayolu ulaşımı için uygun bir coğrafi konumdaki İstanbul’da yapmak onların akıllarına yatmış. Hem böylece çıplaklıkları denetlenmeden özgürce yüzebilirlermiş. Bununla birlikte site sahibi, sitedeki harcamalarını hızla kazanca dönüştürmek için yerel emlakçılarla anlaşmış ve Türklere de aynı siteden evler satmaya başlamış. Böylece çeşitli etnik grupların üyelerinin bir havuz başında toplanmaları sağlanmış. Bir musluk bu havuzu iki saatte doldurabilmiş. Peki aynı havuzda aynı anda kimler yüzebilmiş?
Bu havuz problemi gibi görülen soru, yeni sosyal morfolojimizin barındırdığı iktidar mücadelelerinin kilidini açıyor. Zira site tamamlanıp yerleşime açıldığında ister tüm yıl ister yılın belirli bir zamanı oturulsun, bütün sakinlerin ilk karşılaşma alanı, tatil zamanının denk gelmesinin de etkisiyle yaz mevsiminde havuz başında olmuş. Bu karşılaşmadan rahatsız olan Türkler, etnik hiyerarşide kendilerinden aşağıda gördükleri bu yeni yerleşimcilere karşı bir tepki vermeleri gerektiğini düşünürken, ne tepki vereceklerinin kararsızlığı içinde kalmışlar. Bunda milliyetçilikle ümmetçilik arasında sıkışmaları değil, ‘kendilerinden aşağıdakilerinin’ ekonomik sermayelerinin gücüyle nasıl baş edebileceklerini bilmemeleri etkili olmuş. Bir bakıma soru, bu defa bildikleri yerden gelmemiş. Bu noktada sembolik şiddet konusunda deneyimle içselleştirdikleri bilgileri devreye sokmaya başlamışlar. Zaten iki grup arasındaki dil engeli, mesajların işaretlerle ve sembollerle verilmesinden başka çıkar yol da bırakmamış. Bu çatışmanın dışarı vurumu olan pratiklerin ortaklaştığı nokta, Arapların hem homojen bir grup olarak kabul edilmeleri hem de ‘pis’ olarak nitelenmeleridir. Çocukların birbirleriyle oynamalarının engellenmesi ve oynarlarsa hemen yıkanmak için eve çağrılmaları; apartmanın dış kapısını bir Arap yerleşimcinin tutup açtığı görüldüğünde o kapı kolunun çantadan çıkan mendille tutulması veya havuz kenarındaki kamelyada daha önce Arap yerleşimciler oturduysa oraya oturmadan sandalyelerin ıslak mendille göstere göstere silinmesi sayılabilir. Hijyen odaklı dışlamadan nasibini havuz da almış. Site görevlileri tarafından sürekli temizlense de Arap yerleşimciler yüzdüğünde kirlendiği iddiasıyla havuzun sürekli temizlenmesi, suyunun boşaltılması ve ilaçlanması talep edilmeye başlanmış. Havuzu ve havuz kenarındaki iktidar ilişkilerini izlediğim bir ayın her gününde, havuzun nasıl bir ayrışma mekanına dönüştüğüne tanık oldum. Bir süre sonra kendiliğinden iki grubun havuza girdiği saatler değişti. Bu arada savaş, başladığı gibi sessizce devam ediyordu. Ancak bu sessiz savaşı anlayamayan bir Arap kadın, komşusuna gönderdiği yemeğin çöpe döküldüğünü gördükten sonra biraz Türkçe bilen çocuğunu tercüman olarak yanına alıp komşusunun kapısını çaldı. Böylece sessizliğin sesi değişti. Türk komşu, bir koşu balkonuna bu savaşın mutlak galibi olduğunu ve hakimiyet alanını dünyaya duyurmak için Türk bayrağı astı. Sonra bayrakların asıldığı balkonların sayısı ve çıkardıkları sesler arttı.
İlkay Südaş ve Mustafa Yakar’ın çalışmalarında (Türkiye’de yabancı nüfusun yeni coğrafyaları. Ege Coğrafya Dergisi. 2019; 28 (2): 129-164), Türkiye’de göçmen nüfusunun çeşitlenerek arttığı ve göçmenlerin yerleşim yeri seçimine bağlı olarak ilçe düzeyinde güçlü bir şekilde etnik kümelenme eğiliminde olduğu ortaya konuyor. Buradaki kümelenmede, göçmenler arasında savunma, saldırı, destek ve kültürel koruma gibi motivasyonların yan yana gelmeyi etkilemesi önemli. Her şeye rağmen burada gelişi ve burada kalışı etkileyen şeylerden biri ise çoğu göçmenin gidecek daha iyi bir yerinin yokluğu veya köken ülkeye geri döndüğünde oradaki sosyal konumunun uğrayacağı ağır hasarla baş edecek gücünün olmaması. Bu nedenle göçmenler, gittiği ülkelerdeki hayat koşullarını, geldiği ülkedekilere, olduğundan daha iyi gösterme ve belki de söyleye söyleye buna kendini ikna etme çabası içindeler. Öte yandan, göç edilen ülkelerin bu yolla idealize edilmesi ve yaratılan imajın geri bildirimlerle pekiştirilmesi, her geçen gün bu idealin peşine takılan yeni sprinterleri ve uzun mesafe koşucularını yollara düşürmeye devam ediyor. Hülasa, dün yok sayılan, bugün kapı komşusu. Geçtiğimiz yıllarda Antalya’daki Rus göçmenlerle ilgili saha çalışmasında görüştüğümüz bir adamın kendi evini bir Rus kadından satın almasını hayretler içinde anlatması da bunun örneğiydi.
Yeni karşılaşmalar çağının çatışmayla anılması, buna yol açan yapısal faktörler ve politikalar yanında, Amin Maalouf’un bahsettiği ölümcül kimliklerimizin bir yansıması. Sonuçta rahatsız olma halinin, bizim kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüzle ilgisinin olduğu açık. Havuz başındaki karşılaşmalarda açığa çıkan ve bayrakların arkasına gizlenen bu kimliklerimizle yüzleşmekten başka çaremiz yok gibi görünüyor. Aksi halde dünyaya sığamamaya devam edeceğiz. Halbuki ‘Bir tek balık alınmadı Nuh'un Gemisine; Sudaydı o’ (Murathan Mungan).
*Dr., Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü Öğretim Elemanı