HDP-CHP kongrelerine doğru: Rejim dökülürken halkı yeni bir seçeneğe çağırmak

İki parti de muhalif-dışlanmış emekçi halk kesimlerinin yüzünün dönük olduğu ve Türkiye’nin entelektüel-kültürel birikiminin etrafında toplandığı yapılar. Bu nedenle, kongrelerden bayraklarının üzerine, -işsizlik, hayat pahalılığı, yoksullaşma, emeğin kul-köleleştirilmesiyle cisimleşen- “sosyal sorunu” merkezine alan yeni bir cumhuriyet yazarak çıkarlarsa, bunu hızla geniş kesimlerin gündemine taşıma şansına sahipler.

Google Haberlere Abone ol

Ali Ekber Doğan*

Basel’in özgür kitapçısı Memduh’a,

Kurumsal siyasette muhalefetin iki sol partisinden, HDP’nin 23 Şubat’ta kongresi, CHP’nin de nisan ortasında Kurultay’ı var. Geçenlerde çoğunluğu -Türkiye kökenli-HDP’lilerden oluşan kapalı bir toplantıya denk geldim. Orada konuşulanlar bu yazıya esin kaynağı oldu. Toplantıdan edindiğim bilgi-izlenimlerle internet medyasına yansıyan haber ve röportajları birleştirdiğimde, kongre gündeminin; mevcut ittifak siyaseti, “demokratik anayasa” talebi ve “Türkiye partisi” vizyonunun güçlendirilmesi etrafında tasarlandığını düşündüm. Bu durumun ima ettiği bilgi, partinin mevcut siyasi hattı ve ittifaklar siyasetinde pek fazla değişiklik yapmayıp, gelişen gündemlere göre muhalefet yürütmeye devam edeceğidir.

HDP’de durum böyleyken, CHP kurultayı nasıl tasarlanıyor? Lideri saray bloku yargısıyla medyasının sürekli hedefinde olan ve çoğu durumda “şimdi sırası değil”ci mantığın baskın çıktığı CHP’nin, kurultayda “iktidara hazırız” mesajı vereceği söyleniyor. İktidara nasıl bir stratejiyle geleceği ve bu iktidarın neye benzeyeceği konularında söylenenlerse muğlak. Son yıllarda değişmeyen gündemi otoriter tek-adam rejiminin durdurulması olan ve demokratik bir siyasal alanın yeniden inşasını vaat eden bir partinin bu iki konuda açık, net ve akılda kalıcı bir çerçeve çizmekten adeta imtina etmesi dikkat çekicidir. Her ne kadar, CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu zaman zaman, satır aralarında mevcut tek-adam rejiminden demokratik bir çıkışın yeni bir anayasayla mümkün olabileceği mesajını verse de durum budur.

Kongreler sürecinde rejimin de iç ve dış siyasete ve ülke idaresine ilişkin pek çok konu başlığında zorlandığı gözleniyor. Son iki haftadaki yazı ve programlarda bu konular defalarca işlendi. Şimdilerde, İdlib’in tozu dumanı arasında; “Bunlar gidici mi?” “Nasıl gidecekler?”, “Giderlerse yerlerine kim gelecek?” türünden sorular daha sık soruluyor. Bu yazı, muhalefetin doğrultusunu tayin eden HDP ve CHP’nin kongreleri yaklaşırken, rejimin devrilmesi ve yerine sosyal adalet ve siyasal özgürlükleri esas alan bir iktidar kurulmasının yolu-yordamına dair birtakım fikirlerin tartışılması amacıyla kaleme alındı. Elbette, söz konusu partilere dönük ifadeler olsa da yazının muhatabı, partilerin üst yönetimlerinden ziyade, onların parti ve etki/çekim alanındaki kadrolar, aydınlar, aktivistlerdir. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: İki parti de Gezi’de, 7 Haziran’da, 16 Nisan’da yapmadıklarını yapıp, Erdoğan iktidarda kalmak için diretip, silahlarını çektiğinde, bir kenara çekilip, onun devrilmesi işini piyasaya, dış gelişmelere, bir sonraki seçime, emperyalistlerle veya orduyla yaşadığı gerilimlere havale etmekten kaçınmak, en azından topluma rejim yıkıldığında daha iyisinin kurulabileceğini gösteren bir seçenek önermekle yükümlüdür.

Bu yazıda HDP ve CHP’ye ayrıntılı bir hazır reçete sunmuyorum. Daha ziyade, mevcut siyasal dengeleri değiştirecek ve “gidici olanın” gitmesini sağlayacak bir siyasi hamlenin yol ve yordamlarına ilişkin öneriler geliştirmeye çalışıyorum. Şöyle ki, bu partilerin ülkeye yeni bir ufuk sunacak, “çerçeve bir söz” söylemelerinin neoliberal-İslamcılarla, devletçi-milliyetçiliğin Türkiye siyasetindeki baskınlığını kırıp, dengeleri değiştirecek bir stratejik dokunuş olacağını söylüyorum. Bir tür konteyner işlevi görecek bu “üstsöz”ün içeriğini konferans türü yatay kampanya örgütlülükleri geliştirerek doldurmalarının da gerekli, olanaklı ve dönüştürücü olacağını... Saray rejiminin HDP’nin yerel ayaklarını oluşur oluşmaz tırpanladığı, CHP il-ilçe teşkilatlarının çoğu yerellikte müteahhitler ve emekliler kulübüne dönüştüğü düşünüldüğünde, destekçi ve sempatizanları somut bir üzerinden müşterekleştirecek örgütlenme modelinin sağlayacağı olanaklar daha iyi anlaşılabilir. Bu, saray blokunu ve rejimini devirmek, sosyal ve özgürlükçü bir alternatifin seçimden seçime söylenen sözlerden çok daha yüksek düzeyde ilgi ve destek görmesini sağlayacak, sıçratıcı bir hamle olacaktır.

HDP DE CHP DE 'DEMOKRASİ'DE BİRLEŞİYOR

İki partinin de tek başına ve çok sık kullanıldığından, içi iyice boşalmış ve en iyi haliyle reisçilik öncesine dönüş talebini ima eden “demokrasi”nin ötesinde, nasıl bir Türkiye/Cumhuriyet istediklerini vurgulayacak bir çağrıyla ortaya çıkmayışları oldukça düşündürücü. Bu durumun, Erdoğan’ın devrilmesine öncelik vermelerinden kaynaklandığı söylenebilir. Son seçimler ve anketlerde, iktidarın tabanı erise de, HDP ve CHP’nin halktan aldığı desteğin beş yıldır aynı sınırlarda gezinmesi, bloklar arası geçişlerin olmamasından ziyade, topluma net, anlaşılır ve akılda kalıcı yeni bir Cumhuriyet/Türkiye çerçevesi önermemelerinden, aşağıdan yukarıya bir sol önermeyi inşa etmemelerinden dolayıdır. Daha vahimiyse bir iktidar değişikliği sonrasında halk tepkisinin şimdikinden daha beter bir milliyetçi-muhafazakar seçenek tarafından soğurulmasıdır. Ayhan Bilgen’in 11 Şubat’ta Artı Gerçek’te yayımlanan söyleşisinde manidar bir teşbihle işaret ettiği üzere, muhalefet bütün dikkat ve enerjisini Abdülhamit’ten kurtulmaya kilitlediğinde, o devrildikten ve 31 Mart isyanı bastırıldıktan sonra İttihatçıların kurduğu diktaya ve işlediği insanlık suçlarına karşı kimsenin direnecek gücü kalmamıştı. Halbuki, Türkiye tarihinin bu anında pek çok açıdan, insanları yeni bir cumhuriyet inşasına çağıran demokratik, sosyal ve özgürlükçü bir yeniden kuruluş çerçevesiyle ortaya çıkmak için koşullar oldukça elverişlidir.

ÜLKEYİ YENİ BİR SEÇENEĞE ÇAĞIRMANIN ZAMANIDIR!

İki parti de muhalif-dışlanmış emekçi halk kesimlerinin yüzünün dönük olduğu ve Türkiye’nin entelektüel-kültürel birikiminin etrafında toplandığı yapılar. Bu nedenle, kongrelerden bayraklarının üzerine, -işsizlik, hayat pahalılığı, yoksullaşma, emeğin kul-köleleştirilmesiyle cisimleşen- “sosyal sorunu” merkezine alan yeni bir cumhuriyet yazarak çıkarlarsa, bunu hızla geniş kesimlerin gündemine taşıma şansına sahipler. Bunun bir diğer nedeni, iktidar medyasının gücünün ciddi biçimde aşındığı, iktidar yanlılarının bile sınırlı sayıdaki muhalif kanalı, internet yayıncılığını daha fazla izlediği istisnai bir dönemden geçiyor olmamız... Twitter'daki rejim karşıtlığının fırsat bulduğu anda gündemi belirleyip, reise partisinin çıkardığı yasayı veto ettirecek bir güce eriştiğini de dikkate alırsak, muhalefet cephesinin entelektüel-kültürel önderlik kapasitesinin ne denli güçlü olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Erdoğan ve arkasındaki blokun her konuyu beka tartışmasına bağlamak zorunda kalması da tersinden, iktidarlarının sosyal tabanının ciddi ölçüde daraldığının ikrardır.

İktidar hegemonyadan bu denli yoksun biçimde ülkeyi yönetmeye çalışırken, muhalefetin toplumun entelektüel-kültürel birikimini etrafına topladığının idrakiyle, vakit geçirmeden bu potansiyeli sahici bir değişim için yönlendirmenin yollarını düşünmesi gerekir. Saray bloku yıkıldığında yaşanacak değişimin neden arzu/umut edilesi bir şey olduğuna dair, derli toplu önermeler, sloganlar ve yol haritaları geliştirmeyi bir an önce gündemine almalı ve söz konusu potanisyeli de bu işe davet etmelidir. Sözün özü, iki parti ayrı ayrı ya da onların kesişim kümesindeki sosyal kesim ve kurumların oluşturacağı ittifak/blok/cephe(ler) sosyal sorunu odağına alan yeni bir Türkiye/Cumhuriyet seçeneğinin oluşturulmasına ön ayak olup, bunun oluşturulmasına etrafındaki atıl entelektüel kapasiteyi katabilirse, sonra da arkasında dirayetle durabilirse, kısa sürede ülkede birçok şeyin yönü değişir.

ÇOKLU ÖZNE; YATAY VE KAPSAYICI BİR İTTİFAKLAR İTTİFAKI

Mevcut otokratik rejimin inşasını durdurmak ve tersine çevirmek için son on yılda bahsettiğimiz türden çok değerli çabalar oldu. Gezi süreci ve sonrasındaki park forumları, Demokrasi için Birlik ya da CHP’nin Adalet Yürüyüşü sonrasında Çanakkale’de düzenlediği atölyeler bu anlamda ilk akla gelen girişimler... Bütün iyi niyetli, özverili ve cesur çabalara rağmen bu oluşumların amaçlarına ulaşabildiklerini söylemek mümkün değildir. Kazanmak, kaybetmek, başarı ya da başarısızlık çoklu dinamikler ve aktörlerin mücadelesinin sonucu olduğu için bu durum normal karşılanmalıdır. Sosyal-politik mücadelelerin garanti edilmiş bir sonucu yoktur. İki İslamcı gücün devlete kimin hakim olacağı üzerinden giriştiği çatışma bir iktidar-devlet krizini getirse de iktidar partisinin bu çatışmada yüzde 40-45 bandında bir toplumsal desteği sokaklara dökmek de dahil pek çok biçimde seferber ettiği 2012/2013-2016 arasındaki süreçte bu oluşumların hedefledikleri işlevleri yerine getirememesi gayet anlaşılır. Bu sürecin ürünü olan “reisçi rejim”le birlikte halı altına süpürülmüş pisliklerin daha büyük sorunlar yarattığına, yarattığı sosyal-ekonomik tahribatın ülkeyi yoksullaştırdığına 2018’den beri daha geniş kesimlerinin ikna olduğu koşullarda, devrimci bir değişimin de önünü açacak, yeni ve daha kapsamlı hamleler yapmak gerekli ve mümkün gözüküyor.

Bugün iki partinin de ayrı ayrı ve kesişim kümeleri üzerinden kurucu meclis ve anayasa tartışmasına bağlanacak, yeni ittifak ara kesitleri üretmesi durumunda siyasi anlamda sıçrama yapması işten bile değildir. Türkiye’de daha fazla özgürlük ve refah isteyen, iki-iç kuşaktır kentleşmiş, bireyci, eğitimli prekarya mensupları, sosyal mücadeleleri sırasında ağır bedeller ödemek zorunda olacakları mücadelelere girmek istemiyorlar. Böyle bir mücadeleyi kır kökenli, neolitik-feodal feda kültürlerinin değerlerinden kopmamış, yeni kentleşen eski sanayi proletaryası ve çözülen geleneksel küçük burjuvazinin devamcı kuşakları vermişti. Bugün gerçek değerlerin 10 katından fazla sıcak paranın döndüğü ve dünyayı da bunun yüzde 80’nine sahip finans oligarşisinin yönettiği geç kapitalist bir medeniyette yaşıyoruz. Sosyal mücadele tarihinin koordinatlarını değişime zorlayan bu evrede, genç kuşak proletarya-prekaryanın bu dünyanın küçük ve tali bir parçasında neoliberal diktadan, onun baskı, sömürü ve tahribatından kurtuluş anlamına gelecek bir mücadeleye öncülük etme noktasında potansiyel ve zaafları üzerine düşünüyoruz. Bu kesimler öncülüğünde Gezi’de bir deneme oldu ama örgütlü muhalif yapılardan siyasal bir devrim doğrultusunda doğru-yeterli desteği görmedikleri için o güçlü dalganın enerjisi sosyal değişimin kanallarına aktı. Bahse konu muhalif yapılardan beklenen, bugün kendi varlıklarına her an tehdit oluşturan rejimi alaşağı etmek için ön açıcı hamleler yapmalarıdır.

Toplumun entelektüel kültürel zenginliğini daha fazla siyasal mücadeleye angaje edip, o zenginliğin taşıyıcısı kesimleri özneleştirmenin çok aktörlü ve katmanlı bedeni nasıl kurgulanacak? Sorumluluk üstlenebilecek sendikalar, sendikacılar, dernekler, KHK’li akademisyenler, sanatçılar, kamuoyu araştırmacıları, aktivistler, avukat, doktor ve diğer aydın ve kanaat önderlerinin bir araya geleceği, yerel, bölgesel, buluşmalar, tartışma platformları, ittifak anlamına gelecek oluşumlar, mahalle-semt inisiyatifleri; flash-moblar, insan zinciri türü doğrudan eylemler, yeryüzü sofraları gibi müşterekleşmeler, kültür-sanat etkinlikleri ve benzerleriyle inşa edilebilir. Bu etkinlik ve gösteriler, aynı zamanda törensel ritim ve jestleriyle, farklılıkların barışçı biçimde toplaşıp, ben de bu toplumsal bedenin parçasıyım dediği, dert ve özlemlerini serbestçe dillendirdiği antikiteden gelen kadim sosyal sözleşme geleneğinin kürsüleri olacaktır. Bunun sonuç vereceğine dair bir umut yaratması içinse, bir yılı geçmeyecek vadede bir “Demokratik/Özgürlükçü Sosyal Cumhuriyet” konferansıyla taçlanacak bir kampanya biçiminde kurgulanması gerekir. Bu öneri ilk etapta kimilerine soyut gelebilir, fakat öyle anlaşılması zor bir iş de değildir. Parça parça bile olsa tarihsel solun mücadele hafızasında yer alan işlerdir. Konferans süreci az çok yoluna konulduğunda, ülkedeki demokratik sosyal mücadele vektörlerini aynı hedefe yönlendirip, karşı konulması zor bir güce dönüşecektir. Konferansta demokratik/özgürlükçü bir sosyal cumhuriyet programının ana hatlarıyla belirlenip, bu süreçte oluşan ağları koordine edecek geçici yerel, bölgesel, ulusal heyetlerin faaliyetleri kısa sürede büyük bir heyecan ve yeni bir değişim dalgası yaratacaktır.

TOZLU RAFLARDAKİ 'ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRATİK CUMHURİYET' TARTIŞMASI

Söylediklerimin daha iyi anlaşılması için geçmiş bir tartışma deneyiminden söz etmek isterim. Türkiye kapitalizminin 1980’lerin sonlarında başlayıp, kirli savaşla sıvanmaya çalışılan hegemonya krizi Susurluk kazası (Kasım 1996) sonrasında derin devlet adlı kontrgerilla aygıtının ortaya saçılan cerahatiyle galebe çaldığında, parlamento-dışı solun ana adresi olan ÖDP’de “Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet” önermesi gündeme gelmişti. Şimdi bir kısmı HDP yönetiminde olan ÖDP’nin sol liberal ağır toplarının formüle ettiği öneriyi, benim de içinde olduğum sınıfçı azınlık eğilim, siyasal demokrasiciliği öne çıkarıp, sermayenin neoliberal gündeminin üzerinden atlamakla eleştiriyordu. Tartışmanın alevi 28 Şubat (1997)’tan sonraki aylarda sönümlense de, bu yazı için önemli olan nokta, önermenin siyasal krizin önüne getirdiği soruya yanıt getiriyor olması ve parti içi ve çevresindeki geniş bir entelektüel çevrenin az ya da çok dahil olduğu, bir tartışma gündemi yaratabilmiş olmasıdır.

Elbette, hegemonya krizi, “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusunu siyaset meydanındaki herkesin önüne koyuyordu. Milli Görüş’ten kopan Erdoğan-Gül kliği, 2001’de hedef seçmen kitlesinden başlayarak çok boyutlu bir adalet imasıyla, iktisadi zenginleşme vaadini içeren kapsayıcı bir parti ismiyle yanıt verdi. Halktan çok kısa sürede koptukları Milli Görüş çizgisinin çok ötesinde bir oya ulaşmalarının önemli bir nedeni de buydu.

ÇIKIŞIN ÖZNESİ VE YORDAMINI SUDAN’DAN ÖĞRENELİM

Muhalefetin iki sol partisi de etraflarındaki entelektüel-kültürel zenginliği, sözünü ettiğimiz yeni Türkiye/Cumhuriyet çağrısını kolektif biçimde üretmenin pek çok yordamını kurgulayacak birikime sahiptir. Siyasi partiler düzleminde doğrudan ve dolaylı boyutlarda kurulmuş bulunan Millet İttifakı'nın seçim endeksliliği ve iç çelişkilerinin saray blokunun baskı aygıtlarını kullanarak yaptığı hamleler karşısında direnme noktasındaki zaafları nedeniyle, toplumsal düzlemde kurulacak, daha zor kontrol-enterne edilebilir yatay bir ittifak çerçevesine ihtiyaç bulunuyor. Bunun en son örneği, Sudan’daki 30 yıllık kanlı Ömer El Beşir diktasının devrilme sürecinde kurulan “Özgürlük ve Değişim Güçleri” isimli yatay ittifak ağıydı... Büyük gösterilerin başladığı 18 Aralık 2018’den 14 gün sonra ilan edilen üç maddelik bir asgari geçiş programının altındaki 22 imzadan yarısı meslek örgütleri, partiler ve derneklere aitse, diğer yarısı bu direniş sürecinde oluşmuş ittifak, inisiyatif ve komitelere aitti. 1 Ocak 2019’da ilan edilen Özgürlük ve Değişim deklarasyonundan dört ay sonra, El Beşir ordu tarafından devrilip, tutuklandı.

Ömer el-Beşir diktasının askerler tarafından devrilmesi ardından, Mısır’daki deneyimden dersler çıkaran Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDC), Askeri Geçiş Konseyi (AGK) isimli cuntayı bir demokratik geçiş programı üzerine müzakereye zorlamak için halkı askeri kışlaların önlerine barikat kurmaya çağırdı. Cuntacılar temmuz ortasına kadar iktidarı paylaşmamakta diretip, yer yer katliamlara başvursa da muhalefet ittifakını dağıtmaya, halk seferberliğini durdurmaya dönük manevralarında başarısız oldu.

Temmuz’da tekrar masaya oturulup ve Ağustos 2019’da ÖDC ve AGK arasında Anayasa Deklarasyonu Taslağını da içeren bir anlaşma imzalandı. ÖDC ve AGK’nin önerdiği isimlerden oluşan 39 aylık bir Geçiş Konseyi’nin kurulması ardından ÖDC üst yönetimi üç farklı konsey altında yeniden örgütlendi. Fakat siyasi büro işlevi gören merkez konseyin 25 üyesinden sadece birinin kadın olmasıysa, sürecin uyandırdığı umutlara ciddi bir gölge düşürmüştür.

Sızdırılan MİT raporlarıyla halk isyanı olasılığından bahsedildiği, saray blokunun “darbenin siyasi ayağı” şifresi altında birbiriyle didişmeye başladığı, öteden beri ABD’nin Ortadoğu politikalarına yön veren, CIA bağlantılı think-tank’lerden Rand Corporation raporunda darbe olasılığından bahsedilen bir dönemde muhalefetin, Sudan’dakine benzer demokratik-modern anayasacılıkla donanmış bir hazırlıkla, halkı iktidarın karşı-şiddet dalgasıyla ezilmekten koruyacak bir siyasi süreç planlaması demokratik mücadelenin gereğidir. Hatta, AKP’nin 15 Temmuz’da yaptığı gibi önceden değişik durum senaryolarına göre güç ve olanaklarını nasıl seferber edeceğine ilişkin bir hazırlık içinde olması en doğrusudur.

ÖZGÜRLÜKÇÜ SOSYAL CUMHURİYET

1848 Devrimleri sırasında sanayi proletaryasının sloganı sosyal cumhuriyetti. Uzun süre emekçilerin bayrağına yazdıkları sosyal cumhuriyet, emeği ve doğayı sınırsızca sömürme ütopyası olan neoliberalizmi sürdürmek için her yerde neo-faşist diktatörlüklerin yükseldiği günümüzde yeniden yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiştir. Dolayısıyla, reisçi saray rejiminin karşısına dikilecek ilk bayrak sosyal cumhuriyet bayrağıdır. Fakat, sosyal cumhuriyetçi geleneğin 20'nci yüzyıldaki iktidarlaşmış halleri olan reel sosyalizm ve sosyal demokrasi deneyimlerinin, değişen dünya koşullarında yenilenemeyeceğini akılda tutmak koşuluyla... Üretici güçlerin gelişmesiyle sahip olunan teknolojik, bilişsel olanaklar ve yaşamak için sosyal üretim-yeniden sürecine katılmak zorunda olan ücretli-ücretsiz proletaryanın entelektüel birikimi sosyal cumhuriyeti çok daha geniş boyutlu düşünüp, tanımlamayı gerektiriyor. Ancak, bunu günün görevlerini ertelemeden yapmak, toplumun ve doğanın dar bir sermaye-erk sahiplerinin yürütmeye çalıştığı bir dikta rejiminin varlığını sürdürme hamleleriyle harcanmasını durdurmak için değişimin ikinci boyutunu ortaya koymak, sosyal cumhuriyeti yeni bir anayasal kuruculuk pratiği içinde siyasal demokrasi ve özgürlükler talebiyle bütünleştirmek gerekiyor.

Kentleşmiş, bilgili-vasıflı ama güvencesiz çalışan, işsiz entelektüel emeğin öncülüğünde şekillenecek, 21'inci yüzyıl sosyal cumhuriyetinin ülke ve bölge koşullarında nasıl cisimleşeceğine dair geniş bir siyasal çerçevenin oluşturulmasından bahsediyorum. Muhalefet cephesindeki farklı güçler, ittifaklar, kendi meşrepleri/habituslarına göre buna “demokratik sosyal cumhuriyet”, ya da “özgürlükçü sosyal cumhuriyet” diyebilirler. Söylediklerim afaki geliyorsa şöyle formüle edeyim, tıpkı Kemalist modernleşme programının ufkuna yazdığı “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” mottosu gibi ama bugünkü sosyal gerçekliğin ihtiyaç ve potansiyellerine işaret eden, içeriği de sonraki on yıllarda sosyal-siyasal gelişmelere bağlı olarak dolacak bir ufuk/çerçeve söze ihtiyaç var. Böyle bir yeni söze, ufka sahip olmadan insanları mezhepçi-İslamcılık ve ırkçı milliyetçilik ikilisinin etki alanından çıkarıp, gerçek anlamda bir değişime ikna etmenin mümkün olmadığını kabul etmek gerekir.

*KHK’li Siyaset Bilimci, Dr.