Uçurumun kıyısında
İntihar eden, bizzat kendi intiharında yaşamına son verenin kendisi değil, iktidar olduğunu gözler önüne serer. Aslında kendisini öldüren kişi, azmettiricinin iktidar olduğunun ipuçlarını da bırakmış olur. Bunun için valilik önünde ya da meclis önünde bir intihara rastladığımızda aslında buranın cinayet mahalli olduğunu, olay yeri inceleme raporunun sadece iktidarı adres gösterdiğini biliriz. İntihar eden, iktidarı ihbar eder.
Onur Kartal
Daha önce farklı zamanlarda Boğaz Köprüsü'nden kendisini atıp intihar etmek isteyen yurttaşlar, ne tesadüftür ki, hem R. T. Erdoğan hem de Binali Yıldırım’ın doğru zamanda doğru yerde olmalarıyla engellenmişti. Erdoğan ya da Yıldırım, hiç fark etmez, iktidar bu tesadüf mizansenlerinde yurttaşlarına şu mesajı veriyor gibiydiler: “Biz siz ölesiniz diye değil, yaşayasınız diye varız!”. Bu mizansenler Ahmet Davutoğlu’nu da etkilemiş olacak ki, benzer bir kurtarma operasyonuna yeni partisinin kuruluş sürecinde o da başvurdu. Gel gelelim Erdoğan’ın sık sık Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözlerine başvuruyor olması iktidar sahiplerinin bilinçaltında başka bir şeyin yattığını gösteriyor sanki.
Günümüz iktidarları, daima hayatta kalma üzerinden varlıklarını idame ettirirler. Nüfus, hangi koşullarda olursa olsun hayatta kaldığı ölçüde yönetilebilir olduğuna göre başka türlüsü de mümkün değildir zaten. İktidarın aslında tek bir kırmızı çizgisi vardır o da yaşamı ölümden ayıran çizgidir. Hangi koşullarda olursa olsun yurttaş hayatta kalmaya devam etmelidir ki, bu canlılık iktidarın devridaimini sürdürecek itici güç olarak kullanılabilsin. Ölüm ise yine iktidarın tekelinde olmalıdır. Öyle ya, öldürme yetkisini yurttaşın elinden alıp kendi kudret alanında toplayamayan iktidar, iktidar değildir. İktidarın umursadığı yaşamsa nicel anlamda yaşamdır; yani salt hayatta kalmadır. Aksi yönde bir imge oluşturmaya çabalasa da aslında yurttaşın açlığıyla, yoksulluğuyla ya da sefaletiyle ilgilenmez. Bir şekilde yaşama tutunmayı başardığınız sürece gerisi pek önemli değildir. Böylelikle iktidar, kendisini nüfusunun yaşamına adamış gibi görünür ama aslında adandığı şey, içeriği boşaltılmış, neredeyse nefes almaya indirgenmiş bir yaşamdır. Bunun bir diğer adı da yaşayan ölü(m)dür; kendi yaşamında, kendi canlılığında yaşamı değil ölümü ayakta tutmak yaşayan ölünün kaderidir. Günümüz Türkiye'sinde de artık yurttaşlar öyle bir sefalete sürüklenmektedir ki, artık karşı karşıya olduğumuz şey yaşam değil yaşamdan beslenen ölümdür. Daha doğrusu yaşam çırpınmakta, hayata tutunmak için elinden geleni yapmakta ama muvaffak olamamaktadır. Her intihar, bu başarısızlığın ilanıdır. Yaşamdan topyekûn vazgeçişin değil, yaşama bir türlü tutunamamanın ifşasıdır. Nefes nefese kalmış bir insanın ne yaparsa yapsın yaşamın elinden avucundan kayıp gidişine dur diyemeyişidir. Yaşam yorgunluğunun artık katlanılmaz bir hal alışıdır. Peki, ya iktidar cephesinde durum nedir?
Foucault, çağımızda iktidarın tahammül edemediği, anlamlandıramadığı tek şeyin intihar olduğunu söylüyordu. Ama aslında iktidarın yüzleşemediği tek şeyin intihar olduğunu söylemek daha doğru. Çünkü intihar eden kişi, kendi ölümünde iktidarın krizini açığa vurur. İntihar eden, çocukları aç olduğu için, işsiz olduğu için ya da çocuğuna pantolon alamadığı için intihar ediyorsa eğer tüm bunların sorumlusu iktidardır. İntihar eden, bizzat kendi intiharında yaşamına son verenin kendisi değil, iktidar olduğunu gözler önüne serer. Aslında kendisini öldüren kişi, azmettiricinin iktidar olduğunun ipuçlarını da bırakmış olur. Bunun için valilik önünde ya da meclis önünde bir intihara rastladığımızda aslında buranın cinayet mahalli olduğunu, olay yeri inceleme raporunun sadece iktidarı adres gösterdiğini biliriz. İntihar eden, iktidarı ihbar eder.
İktidar kendi suçsuzluğunu kanıtlamak için türlü bahaneler üretedursun intiharlar iktidarı sadece kendi cehennemiyle yüzleştirmekle kalmaz; aynı zamanda onu açtığı dipsiz bir uçurumun kıyısına iter ve bir gün o uçurumdan aşağı kendisinin de savrulacağını ilan eder. Çünkü intihar aslında kendi varlığını korumaya ve sürdürmeye yazgılı bir varoluşun aslında kendi kendisini inkârıdır da. Öyle ki, insan kendisini muhafaza etmek, varlığını devam ettirmek, dış engel ve tehditlere karşı savunma kalkanları örmek için belirli mekanizmalara sahiptir. Bu mekanizmaların toplamına bağışıklık diyebiliriz. İnsanı kendisini öldürmekten alıkoyan, kendisini kendisinden koruyan bir defans duvarıdır bu. Bunun için koşullar ne kadar kötü olursa olsun hayatta kalmaya eğilimliyizdir. İktidar da bu eğilimin işbaşında olduğunu bilmenin rahatlığıyla dilediği gibi hareket eder. Ama işte bu eğilim devre dışı kaldığında yani insan kendi yaşamını koruyacak bağışıklık mekanizmalarını ortadan kaldırdığında intihara meylediyorsa bunun iki anlamı vardır: Birincisi yurttaş, kendi yaşamının yaşanmaya değer bir yaşam olmadığına ikna olmuştur. İkincisi ise kendi yaşamını yaşanmaya değmeyecek bir yaşam haline getiren iktidardan hesap sormanın arifesindedir. Yoksulluğun, açlığın, sefaletin intihar sebebi olduğu yerde, iktidar için de tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Türkiye toplumsal bir cinnetin arifesinde. Hatırlayalım, tarih 17 Aralık 2010’du, Muhammed Buazizi, 26 yaşındaydı, üniversite mezunuydu, sebze satıyordu, seyyar tezgâhına el koyulduğu için kendini yaktı ve alevleri hem Tunus iktidarına sıçradı hem de Arap Baharı’nın fitilini ateşledi…