Tutulamayan 'yas'lar kayıp kimlikler
Geçmiş, insanın köküdür, geçmişle olan bağ kopmaz, zira geçmişte yaşananlar zamanda sabitlenmiştir, silinip yok olmazlar. Yani geçmişte olan geçmişte kalmaz, tortularını bırakır benliğe, kimliğe, hislere. Yok saymak baş edememekten doğar, yani kişi karşılaştığı durumu taşımakta güçlük yaşıyorsa, onu orada bırakır ve sırtını döner, yokmuş gibi davranır.
Berna Görgülü Çelik*
Büyümek bir taraftan sabırsızlıkla beklenen, ulaşmak için çabalanan bir dönüşüm ise de, geçmişte bıraktıklarından dolayı hüzünlü bir koku da barındırır içinde. Çocuk olan bebekliğine veda etmek zorundadır, ergen olan ise çocukluğuna, arkada bırakılan dönem için yas tutacak zaman yoksa, varılan durakta yerleşip köklenmek pek mümkün olmaz. Nasıl ki bir çiçeği büyütmek için ona yeteri kadar, zamanında gün ışığı ve su verilmesi gerekiyorsa, insan için de bu böyledir. Fazla verilen su çiçeği büyütmez, soldurur, fazla hızlı ilerleme ise insanı olgunlaştırmaz, ‘çiğ’leştirir, yoluna devam edebilmek için ‘sindirmek’ şarttır.
Yaşam yolculuğunda her bir dönem yeniliklerle gelir ve her bir dönemdeki kişi başkalaşıp evrimleşir. Geçip giden dönem kayıp yaşatır ve her kayıp bir yas gerektirir. ‘Yas’ı tutulmayanın defteri kapanmayacağından, yaş büyüse de döneme veda etmek mümkün olmaz dolayısıyla kırk yaşında ama hâlâ ergen olanları sık sık görürüz çevremizde. İleriye gitmek için ‘yas’lanmak da şarttır, geçmişe ‘yas’lanmak, sırtını oraya dayamak ivmelendirir ve geleceğe doğru giderken hız kazanımı sağlar, pusulalık yapar. Aksi durumda kişi ya geçmişe yapışır ya da geçmişi koparıp atar; ikisi de kendisi ile duyguları arasına mesafe aldırıp, yabancılaştırır.
Geçmiş, insanın köküdür, geçmişle olan bağ kopmaz, zira geçmişte yaşananlar zamanda sabitlenmiştir, silinip yok olmazlar. Yani geçmişte olan geçmişte kalmaz, tortularını bırakır benliğe, kimliğe, hislere. Yok saymak baş edememekten doğar, yani kişi karşılaştığı durumu taşımakta güçlük yaşıyorsa, onu orada bırakır ve sırtını döner, yokmuş gibi davranır. Geçmişini yok sayanın tek bir kurtuluşu vardır ‘var’ hissetmek için o da güncel olana yüzünü dönmektir. Fakat bu ne yazık ki kolay değildir, kendi geçmişinden, kimliğinden vazgeçen yeni kimliklere de girmeye zorlanır, ne geçmişi vardır bu kişinin ne de bugünü, boşlukta asılı durur. ‘Yabancı’ olur her bir yere, en çok da kendine. Sığınacağı hiç kimsesi kalmaz herkes ‘el’ olur, her yer ‘güvensiz’dir.
Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yapımı ‘uzak’ isimli filmi tam bir yabancılaşma hikayesi barındırıyor içinde. Filmde, İstanbul’da fotoğrafçılık yaparak geçimini sağlayan Mahmut ile memleketinden gelen sürpriz misafir Yusuf arasındaki çatışmalı atmosfere şahit oluruz. Mahmut geçmişi, kökleri ile bağını koparmış, çekirdek ailesine dahi yabancılaşmış, Yusuf ise bu bağı kopan geçmişten gelen reddedilmişliklerin vücut bulmuş hali gibidir filmde. Yusuf’un ayakkabısının kokması, cahilliği, sorumsuzluğu, bağımlılığı Mahmut’u öfkelendirir; fakat bu öfkenin altında reddedilen, görülmek istenmeyen ve koparılıp atılmış geçmişin tekrar gün yüzüne çıkması vardır. Film boyunca önce sessizce süren, devamında ise seslerin yükselerek dile geldiği ve Mahmut’un Yusuf’a dair hissettiği ‘iğrenmişliğe’ şahit oluruz. Mahmut’un kendi kimliğine olan ‘uzaklığı’, kendi geçmişi, utandığı, iğrendiği ‘taşralılığı’ ile arasına koyduğu mesafeyi verirken, içinde yaşadığı büyük ‘anlamsızlık’ duygusunu da hissettirir film izleyicisine.
Psikoterapide en zor cevaplanan sorulardan birisidir ‘kendinizi nasıl tanımlarsınız’ sorusu. Dil, öteki hakkında konuşurken ne kadar süratli ve coşkulu ise; kendisi hakkında konuşurken de bir o kadar tutukluk yapar, duraklar. İnsan acı ve sert olan gerçeklik karşısında kırılgan bir gövdeye sahip olduğundan, kendi gerçekliği, duyguları, kimliği ağır gelir; taşımakta zorlanır. Kendi kimliği ile tanışmaya karar veren, geçmişine de merhaba der, açar kapanmış kapıyı ve bir bir çıkarır oradan taşıyamadıklarını. Geçmişe uzaktan bakmak ilginçtir, yaşarken fazla yoğun gelen duygulara bakmak için gerçekliği biraz çarpıtan bir filtreye ihtiyaç duyulurken, bugünden geçmişe bakılınca yoğunluğu kaybolur, çıplak gözle izlenebilir olanlar. Dolayısı ile üzerine konuşulanlar da değişir geçmiş ile şimdi arasında. Son dönemde bunu metaforik olarak en iyi verenlerden biri ‘Atiye’ dizisi oldu, dizinin bir bölümünde kendi geçmişini bir seyirci olarak izleyen Atiye’nin yeniden toprağın altından doğması tam bir ‘dönüşüm’ yolculuğu verdi izleyenlere. Dönüşüm büyütür, büyümek için gerçeğe çıplak gözle bakacak, gerekirse canının yanmasına razı olacak bir cesaret gerekir. Bunu göze alan kişi ona ait bir yaşamının yazarı olarak devam eder artık hayatına. ‘Var’ hisseder artık, kendi duyguları, arzuları, istekleri vardır ve bunları ötekine suçluluk duymadan gösterebilir. Göstermek rahatlatıcıdır, çünkü insan görülmeye muhtaçtır, görüldükçe yerleşir ve köklenir. Yabancılıktan tanıdıklığa geçer güvende, rahat ve hareket alanı geniştir, boğulmaz.
İnsanın en zor imtihanı kendisi ile olandır, daha zor olan ise bu imtihanın kendisi ile olduğunu fark edememek, yolunda gitmeyen her şeyden dış dünyayı sorumlu tutmaktır. Dışarıya atmak o an için rahatlatıcı gelse de uzun vadede çok derin hasarlar bırakır. Bunlardan en önemlisi, kendini pasifize etmektir, sorunları dışsallaştırmak yönetmen koltuğuna ötekini oturtmaktır. Hata ile yüzleşmemek için ödenen bu bedel, kişinin hayatındaki ‘anlam’ duygusunun kaybolmasıyla sonuçlanır. Doyum alabildiğimiz, anlamlı, coşkulu bir hayat sürebilmek için gerçeğe kucak açmak, kendine kucak açmak ve geçmişine kucak açmak gerekir. Kucaklamanın samimiyeti artıran, saran sarmalayan ve sakinleştiren bir etkisi vardır en nihayetinde.
*Uzman Klinik Psikolog-Psikoterapist