İmparatorluk seçimlerini merak etmek

Amerikan seçimlerine yönelik ilgisizliğin altında yatan bir diğer sebep ise ABD'den gelen imajlara olan mesafemiz. Yeni Dünya’dan gelen Starbucks kahveli sosyalist aktivist, dövmeli obez işçi sınıfı görüntüleri Türk soluna, anlaşılır bir biçimde, oldukça mesafeli.

Google Haberlere Abone ol

Sinan Erensü*

Bu yıl Birleşik Devletler’de seçim yılı. Şubat ayında Iowa’da başlayan ön seçimler, sonbaharda Cumhuriyetçi Donald Trump’a karşı yarışacak Demokrat Parti adayını belirleyecek. Ancak bu mücadelenin şu anki favorisi bir Demokrat değil. Ön seçimlerin yapıldığı ilk üç eyaletin hepsini kazanıp büyük bir başarıya imza atan bağımsız Vermont Senatörü Bernie Sanders kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor ve bu sıfatının altını hemen her fırsatta çiziyor. Sanders’ın 3 Mart’ta yapılacak ve 14 eyaletin sandık başına gideceği Süper Salı’dan da başarı ile çıkması ve adaylık ihtimalini geri dönülemez bir biçimde kuvvetlendirmesi bekleniyor. İlk kez siyasi yelpazenin bu kadar solunda olan bir ismin Beyaz Saray’a çıkma ihtimalinden bahsediyoruz.

Peki Türkiye solu Beyaz Saray’ın kızarma ihtimaline nasıl bakıyor? Bu soru ilk olarak geçtiğimiz hafta Ümit Kıvanç tarafından çok ilgi uyandıran bir Twitter paylaşımı vesilesiyle gündeme geldi. “Demokratik sosyalist bir siyaset vaadi”nin ABD’de “giderek yaygınlaşan bir destek elde e[ttiğini]” hatırlatan Kıvanç bu gelişmelere Türkiye solunun “neredeyse sıfır” ilgi gösterdiğinden şikayetçi oldu ve takipçilerini bu ilgisizliğin nedenlerini düşünmeye davet etti.

Bu, 2015’ten beri Sanders’ı ve ateşlediği toplumsal hareketi yakından takip etme imkanı bulmuş, ABD toplumu ve sosyalist siyaset üzerine yazıp çizen bir gözlemci olarak benim de bir süredir dikkatimi çeken ve nedenleri üzerine düşündüğüm bir mesele. "(Demokratik) Sosyalistim!" diyen bir adayının ABD'de başkanlığa yürümesi Türkiye solunda neden (müspet yahut menfi) ilgi uyandırmaz? İspanya, Yunanistan, İngiltere, Almanya solu ve seçim performansları için, haklı olarak, heyecanlanan Türkiye sosyalistleri neden imparatorluğun kalbindeki seçimleri çok da umursamazlar? Bu umursamazlığa kafa yormanın, bize ülke solunu ve onun içinden geçtiğimiz tarihi kırılma momentine hazırlığını tartıştırdığı ölçüde manalı olduğunu düşünüyorum. Yoksa, bir ülke seçimlerine heyecan yapmak yahut yapmamak tek başına çok da anlamı değil.

Aslında ABD seçimlerine dair umarsızlığımıza hızlı ve kolay cevaplar bulmak mümkün. Sosyalistler için ABD dış politikası geçici de olsa bir kenara bırakıp, onun yerine iç politika ve seçimler konuşmak gerçekten güç. Amerika’yı Dünya Jandarması rolünden soyutlayıp, Amerikan toplumuna ve iç çelişkilerine odaklanabilmek bizim coğrafyamızda yaşayanlar için neredeyse bir lüks. Anti-emperyalizmi öncelikli olarak kapitalizm üzerinden değil de devletler arası mücadele tarihi üzerinden kuran yaklaşımın sağda olduğu kadar sol popülist söylemde de kuvvetli olduğu ülkemizde, batı toplumları içindeki sınıfsal mücadeleleri konuşmaya çok da hevesli olamıyoruz. Üstelik, "seçimler bir şeyleri değiştirebilseydi mutlaka değişse yasaklarlardı!"dan “orada sermayeye rağmen böylesi bir değişim olacağını mı sanıyorsun?"a uzanan sinizm düşün dünyamızda her daim çok kuvvetli. Üstelik, çok ABD konuşursan Amerikancı ve liberal damgası yersin zaten, bu riski almaya ne gerek var?

Bu oldukça geçerli, anlaşılır (ama bununla birlikte çok da zihin açıcı olmayan) sebepleri daha fazla uzatmamak ve sosyalist siyaseti daha derinden ilgilendirdiğini düşündüğüm iki temel kör noktaya değinmek istiyorum. Bu kör noktalar sadece ABD'yi değil gözümüzün önünde değişen toplumsal dinamikleri ıskalamamıza yol açıyor ve tam da bu yüzden önemliler

ABD seçimlerine karşı ilgisizliğin ve umutsuzluğun temel sebeplerinden birinin iki partili Amerikan sisteminde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında çok da fark olmadığına dair inanç olduğunu söyleyebiliriz. “Aynı b.kun laciverdi” şeklinde özetlenebilecek bu pozisyon, Beyaz Saray’a kim gelirse gelsin Amerikan politikalarının değişmeyeceği ezberine dayanıyor. Bu büsbütün temelsiz bir ezber de değil; aslında bir karşılığı var(dı) ve neoliberalizm nedir sorusunun cevaplarından da biri(ydi).

Lakin 1990’lar partisi çoktan bitti; ve hiçbir şey değişmez sinizmi ile ıskaladığımız pek çok gelişme var. Bunların başında her şeyi kendisine benzeten neoliberal konsensüsün can çekişmesi, partilerin ve seçmenlerin birbirine benzediği dönemin hızla geride kalması, ideolojik ayrışmanın (ABD başta olmak üzere birçok coğrafyada) hızla artması geliyor. Bu değişimi en kolay takip edebileceğimiz mecralardan biri de Amerikan başkan adaylarının televizyon tartışmaları. Örneğin 2000 başkanlık seçimi öncesi Al Gore ve Oğul Bush ekranda birbirlerinden ayrışacak konu bulmakta güçlük çekerken, bugün demokrat parti ön seçimleri bağlamında yapılan televizyon tartışmalarında aynı partiden adaylar keskin ideolojik zıtlaşmalar içinde girmekten, birbirlerini radikal ve reformist diye yaftalamaktan alıkoyamıyorlar.

Konsensüsün bozulması ve ideolojik çatallanma tabandan bağımsız gelişen ve sadece siyasetin üst kademelerini etkileyen bir durum da değil. Amerikan halkı, sol siyasete karakterini veren bölüşüm, vergi adaleti, sağlık ve eğitim hakkı, dış müdahale gibi temel konularda artık çok daha korumacı bir pozisyonlar alıyor. Bununla birlikte kapitalizmin kalesi ABD'de geleneksel demokrat parti seçmenin ciddi bir kısmı kapitalizm hakkında artık olumsuz düşünüyor ve sosyalist alternatifleri (nasıl tanımlandığı ayrı bir tartışma olsa da) merak ediyor. Özellikle 1980-2000 doğumlu Millenial kuşak için sosyalizm, kapitalizmden göre daha olumlu bakılan bir kavram olma eğiliminde.

Neoliberal konsensüsün bozulması, hem de bunun kapitalizmin tarihi merkezlerinden birinde olması, dünya solu için devasa bir gelişme. Bu bozulmanın kapitalizmi ne yöne doğru kıracağı solun en temel problemi. Dört yıl önce Trump gibi bir proto-faşisti dünyaya armağan eden bu bozulma farklı yönlere ve sosyalizan alternatiflere bükülebilir mi? Bükülürse bunun küresel yankısı ne olur? ABD seçimleri, seçimlerin nasıl şekillendiği, yükselen sol siyasetin sıradan insanı nasıl etkilediği, sosyalizmin bu en güncel meselesini çalışmak için büyük bir fırsat sunuyor aslında.

Amerikan seçimlerine yönelik ilgisizliğin altında yatan bir diğer sebep ise ABD'den gelen imajlara olan mesafemiz. Yeni Dünya’dan gelen Starbucks kahveli sosyalist aktivist, dövmeli obez işçi sınıfı görüntüleri Türk soluna, anlaşılır bir biçimde, oldukça mesafeli. Ancak bu, bence sanılanın aksine, sadece ABD'ye olan mesafemizden kaynaklanmıyor.

Geleneksel sol tahayyüldeki sınıf ile gerçek sınıf tecrübesi her ölçekte farklılaşıyor. Sömürü diyalektiği büyük ölçüde sabit kalsa da çalışan/ezilen kesim ve kent yoksulu resmi Türkiye içinde de hızla değişiyor, alışageldiğimiz şablonlar bu değişimi yakalayamıyor. Kent yoksulu deyince aklımıza hala evsizler, çöpten beslenenler; işçi sınıfı deyince kas gücüyle ekmeğini kazanalar geliyor. Özünde tutucu olan, yoksulluğu aslında dar bir aralığa hapseden bu yaklaşım, ana-akım kadar (ve bazen onlardan daha fazla) sol anlatıları da besliyor. Yoksunluğu ve yoksulluğu çok şiddetli yaşayan insanlar hala var; lakin sınıfın ve fakirliğin görüntüsü tek ve homojen değil.

Bu çeşitliliği olanca çıplaklığıyla BBC Türkçe’nin Geçinemeyenler serisinde görmüş olduk. Farklı kesimlerden, farklı görünümlü dar gelirli insanların hayata tutunma hikayelerine geçinme çabalarına yer veren bu serinin son bölümüne konuk İstanbul Sultangazili Fatma Çetinkaya'nın hikayesi büyük tartışma yarattı. Tek başına baktığı üç çocuğu ile birlikte nasıl zor geçindiklerini hiç gocunmadan anlatan Çetinkaya’nın aslında fakir olmadığı, yandaş medya tarafından renkli sosyal medya paylaşımları gözümüze sokularak güya ifşa edildi. Halbuki Fatma Hanım evlere temizliğe giden, temizlik işini bir noktada küçük bir işletmeye çevirmeyi başarmış ancak devamını getirememiş, kırk yılda bir Boğaz'a gidince de fotoğraf çekip Intagram’da paylaşmayı seven atan bir dar gelirliydi. İktidarı eleştirmekten geri durmaması Fatma Çetinkaya’nın itibarı ekonomik krizi ve yoksulluğu görünmez kılmak isteyen (ve bence Fatma Hanım’ın başörtülü oluşunu özellikle hazmedemeyen) iktidar medyası tarafından zedelenmeye çalışıldı, sol kesim sosyal medyadan da olsa Fatma Hanım’ın arkasında durdu. Ancak ülkedeki sosyalist tahayyülün henüz geleneksel kitlesini farklı kesimlerle genişletebilecek bir irade gösterdiğini, örneğin hayal kırıklığına uğramış muhafazakarlara, işsiz üniversite mezunlarına, ne kadar çalışırsa çalışsın anne ve babası kadar dahi orta halli olamayacağına, mesela kendine taksitle bir ev alamayacağına emin olanlara, neoliberalizmden sıkılmış neoliberal öznelere, marka da giyen kapitalizme de söven bireycilere bir heyecan verdiğini söyleyemiyoruz.

Halbuki neoliberal çözülme dönemde sosyalist siyasetin potansiyel öznesi kimdir sorusuna verilecek klasik cevaplarının yanına yeni cevapları eklemek zorundayız. Bu açıdan bakınca New York’ta bir kafede Macbook Pro’suyla tüm gün takılan işsiz genç ile TR'de Instacı gündelikçi abla arasında mesafe aslında tahmin edildiği kadar fazla olmayabilir. Sosyalist siyasetin bir önemli amacı maduna güç vermek, onu kendi hayatının öznesi kılmak ise bir diğer amacı da toplumsal dönüşümü sağlayabilecek nitelik ve genişlikte bir koalisyon kurabilmek olduğunu düşünüyorum. Buna elde kalan az sayıdaki kazanıma da göz diken, doğrudan yoksul ve işçi sınıfı hayal kırıkları üzerinde yükselen, her türlü azınlığı hedef tahtasına koyan sağ popülizme karşı nasıl bir strateji izlemesi gerektiği sorunu da eklemek zorundayız.

Bu bağlamda, aslında ABD’de olan biten sadece basit bir seçimden, yahut kendine sosyalist diyen bir başkan adayından ibaret değil. Karşımızda örgütlenme şekli, siyasi ufuk ve vaatler bütünü bakımından yeni; farklı kesimlere ulaşma, madun grupları siyasete dahil etme, sol/sosyalist dili ana-akımlaştırma bakından kabiliyetli bir model ve bu modelin yaslandığı bir hareket var var. Bu model yanlış yahut doğru olabilir, hareket başarı veya başarısızla sonuçlanabilir; ancak en azından sahici bir merakı hak ediyor. Bu hak ediş, bana kalırsa, ABD ve Türkiye’nin birçok açıdan birbirine tahmin edilenin çok ötesinde benzemesinden de kaynaklanıyor, ancak bu başka bir yazının konusu olsun.

*Mercator-IPM Araştırmacısı