Cizre’nin hendekleri ve Cibran’ın gözyaşları
Ne yazık ki ne Türkler ne de Kürtler 100 yıldır gidişattan ders çıkaramadı. Özellikle son dönemdeki kurtuluş-çözüm teorileri genellikle hekimden çok cellada havale; efendinin gözünden yapılan analizler ise, ne kendisiyle yüzleşme ne de efendiden hesap sorabilecek yetiye sahip, sadece yıkım ve yenilgiye programlanmış.
Sharo I. Garip* [email protected]
Vicdanların cesetlerden önce çürüdüğü bir çağ, bir coğrafya burası. Xelil Cibran’ın gözyaşlarıyla yıkamak istediği coğrafya. Cibran, felaketi çok erken görmüştü ve bir asır evvel Doğu toplumları için koyduğu teşhis neredeyse halen geçerlidir. Cibran Doğu ile Batı’nın alimlerini karşılaştırırken 'hasta' ve 'tedavi' analojisini kullanır. Doğu alimlerinin hastanın yatağının etrafında dolandığını ve hastayı acılarından kurtarmak için her seferinde acı dindirici verdiğini; Batı alimlerinin ise hastalığın kökenini kurutmaya çalıştıklarını söyler. Eğitim ve entelektüel yöntemde de benzer bir durumdan söz edilebilir: Doğu toplumu dairesel bir düşünce yapısı ile tüm sorunları genel bir havuzda toptancı-tümdenci bir yöntemle çözmeye-öğrenmeye çalışırken; Batı toplumları basamak usulü adım adım analiz ile tüme varmaya-kavramaya çalışır. Her yöntemin kendine has avantaj ve dezavantajları olmakla beraber, Doğu’nun tümdenci yaklaşımı uzun zamandır derinlikten yoksun bir yüzeysellik arz etmektedir. Bu biçimselciliğin yansımasını günlük toplumsal dilde, siyasette ve basında görebilirsiniz: “Sıkıntı yok”, “Halledilir”, “Her şey güzel olacak”, “Hepimiz kardeşiz” veya en ufak entelektüel tartışmada bile sosyolojiden felsefeye, tarihe, fiziğe… O 'Doğu' dairesinin içine her şey atılır, bir daha da içinden çıkılmaz. Murathan Mungan’ın bundan yaklaşık 10 yıl evvel bir dergide dile getirdiği gibi, kirlenen-kirletilen ve de muğlaklaştırılmış bütün kavramların yeniden tanımlanması, güneşin ışığında tekrar yıkanması gerekmektedir. Vicdanların cesetlerden önce çürüdüğü bir çağ, bir coğrafya burası… Onurun, bağımsızlığın, özgürlüğün, kimliğin, anti-sömürgeciliğin, barış, hümanizma gibi kavramların erdemlerini yitirdiği ve de ciddiyetsizlikle tartışıldığı bir coğrafya burası… Açmazın ve kördüğümün coğrafyası burası.
Yüzyıldır Kürt, Türk, Fars ve Arap alimlerinin hastalarının yatağının etrafında dönüp narkoz vermekten başka bir şey yapmadıkları bir coğrafya. Artık bu narkoz acıyı hafifletmiyor, dahası uyuşturucu bağımlılığı yapıyor. Yüzyıl evvel Deyr-el zor denen cehennemde Ermeniler, Asuriler… boğazlanırken paşasıyla şampanya tokuşturmakta beis görmeyenler, bugün de Kürtlerin kafası uçurulurken şeytanla kiraz yemekten(1) geri durmuyorlar elbet. Bugün vahşet vadisine çevrilen Kürdistan denen altın hilalde sadece Kürtler değil Araplar, Farslar ve de Türkler de insanlıktan çıktı… İnsanlığımızdan çıktığımız yerlerden-anlardan biri de Cizre, Nusaybin, Silvan, Şırnak…. Hendekleri ve bodrum-mezarlıklarıdır. Bunlar Ramses’in altınlarıyla gömülü olduğu anıt mezarlar değil insanlığın diri diri gömüldüğü utanç mezarlarıdır. Siz unutsanız da tarihin kodlarına ilelebet işlenmiş bir utançtır bu. Böylesi tarihsel uğraklarda, bu tür insanlık felaketlerinden geriye lanetli kavramlar kalır; örneğin Almanlar Nazi felaketinden sonra bir daha çocuklarına “Adolf” ismini ya da “Hitler” soyadını vermediler. Holocaust lanetli isim olarak kaldı. “Hendek” kavramı da şimdilik duymak istemediğimiz lanetli kelimeler arasında. Peki Türkiyelileşme beyanından sonra hangi akla dayanılarak bu hendekler kazılmıştı; ya da hangi erkan-ı devlet bölünmez bütünün içinde saydığı ilçeleri, şehirleri kuşatır “Vatandaşım” dediği insanları tek tek kuşlar gibi avlar sonra da Cuma namazına gider!
Hendekler Nusaybin’den Silvan’a bir extase gibi ardı sıra patladı ve her seferinde karşıdakinin işgal şehvetini körükledi. Sivillerin içinde yürütülen bu savaşa bir onur abidesi Tahir Elçi, neredeyse tek başına bir şovalye gibi karşı durdu, ne yazık ki Dört Ayaklı Minare'nin ayakları önünde vuruldu. Bir anne, çocuğunun cesedi çürümesin diye derin dondurucuda saklıyor, Roboskili anneler vicdanları çürümesin diye devletin verdiği tazminatı reddediyor velakin caddelerde, vicdanların cesetlerden önce çürümesinin önüne geçemiyorlar. Kavramlar ve vicdanların cesetlerden daha erken çürüdüğü çağlar… Örneğin şu çokça bahsi geçen hümanizma, diller ve aktüalite içerisinde ne kadar cilalansa da hegemonyaya hizmet etmekten başka bir işlev görmüyor. İnsan sevicilere neden ihtiyaç olsun ki! Önce öldürecek, aç bırakacak, köleleştireceksin, sonra da insan seviciliğe (hümanistliğe) soyunacaksın! Hayvanlar arasında aslan sevici, kediler arasında kedi sevicilik yok. M. Foucault(2) böyle hegemonik bir Hümanizmayı bir provokasyon olarak görüyor hatta 20 yy. da bunu düşüncenin, moralin, siyasetin, kültürün metresleşme (prostitution) hali olarak tanımlıyor.
Hümanizma dışında çağımızda ve coğrafyamızda metresleşen kavramlardan biri de sömürgedir. Meraklılarına ve uzmanlarına soralım: Kürdistan bir sömürge midir! Eğer sömürgeyse, Filistin’e devlet Kürd’e gelince tek-devlet, tek bayrak ya da Kürd’e, bir Neo-sömürgecilik modeli olarak “Türkiyelileşme” istenmesine ne demeli? Hayır eğer sömürge değilse, bir devlet neden Kürtlerin bütün şehirlerini ve de sınır ötesi şehirlerini hatta “Arjantin’de de olsa” yerle bir etmeye bu kadar heveslidir! Ya Barış! Barış mı, özgürlüğü içermeyen bir barış hilelidir ve J.J. Rousseau, “bağımlı olan özgür değildir” diyor. Kardeşlik kavramı ise ilk ışıkta Habil ve Kabil ile kana bulanmıştı. Vicdan tatmin panosunda Twitter, Facebook gibi sosyal mecralarda “unutursak kalbimiz kurusun”, “Diren Cizre” sloganları patlıyor. “Unutursak vicdanımız kurusun”, vicdan diye bir ırmak mı kaldı…
Ne yazık ki ne Türkler ne de Kürtler 100 yıldır gidişattan ders çıkaramadı. Özellikle son dönemdeki kurtuluş-çözüm teorileri genellikle hekimden çok cellada havale; efendinin gözünden yapılan analizler ise, ne kendisiyle yüzleşme ne de efendiden hesap sorabilecek yetiye sahip, sadece yıkım ve yenilgiye programlanmış. Oysaki tarihten çıkarılan ders yenenlerin değil yenilenlerin hesap verdiğidir. Yenik Almanlar Willy Brand’ın şahsında kurbanlarının önünde diz çökerek bir nebze Yahudilere onurlarını geri iade edecekti ve İsrail devlet olup gelecek kuşaklara kavimsel onurlarını teslim etti. Ha keza Ermeniler de devlet sahibi olup geriye kalanları steril kötülükten koruyacak, dünya vicdan mahkemelerinde "insanlık" steril kötülüğünden ötürü sorgulanacaktı. Siyah inci çocuklar Güney Afrika’da beyaz Apartheid egemenliğini yıktıktan sonra Beyaz medeniyetin sokaklarında metresleştirilen Sara Baartjen'in(3) kemiklerini 200 yıl sonra Paris’ten alıp ülkesine, serin nehrin kenarına götürecek, böylece Afrikalılar Sara'nın şahsında onurlarını beyaz kıtadan geri alacaklardı. Kürt kavmi ise müphem bir zamandan beridir belki taa Hz. İbrahim’den bu yana kafası kesilen İsmail idi. Kızları savaş ganimeti olarak Ortadoğu pazarlarında dolaştırılan kavim... Tarihe katliam coğrafyası olarak geçen Kürtlerin onuru ise kimyasal gazlarla zehirlenmiş, Musul’un insan pazarında ayaklar altında dolaşacaktı.
Sokakları bir vahşet galerisine çevrilen Cizre’de vicdanların cesetlerden önce çürüdüğü zamanlardı. Zîn ile Mem’in aşk mekanlarında “Aşk Bodrumda yaşanır” sloganları, kömürleşen mezar bodrumlarda steril kötülüğün imzası olarak kaldı. Kürtlerin cesetlerinin ve bilinçlerinin kapkara bir vahşetin isiyle sıvandığı zamanlar. Köle halkların birçoğu ve koca bir Afrika kıtası uzun bir zamandan beridir kolonyalizmden kurtulup Azad mevsiminde yaşarken Kürt siyaseti “biz bağımsızlığı çöpe attık” diyen bir ideolojik kışı yaşıyordu. Bu vahşet galerisinde oy sandıklarının “inadına” kurulduğu kapkara zamanlardı. 33 kurşundan sonra 35 füzeyle Roboski’de çocuklar vurulacaktı. 100 savunmacının AİHM’e başvurmayacak kadar unutkan olduğu zamanlardı.
Şimdi Kürdistan’da, Meclis'e uzanan yol ile bodrum-mezarlar arasında hendeklerden daha derin bir uçurum duruyor. Neredeyse bir hiçliğe dönüştürülen Kürtlük ise bu uçurumun kenarında bekletiliyor. Hendek zamanlarında “asla seninle koalisyon yapmayacağım”, “seni başkan yaptırmayacağım” diyen Kürt siyasetçileri, şimdilerde devlet aklının HDP’yi entegresini öğütlüyor. Velakin bildiğimiz bir şey var, ne hendek ne de seni başkan yaptırmayacağım siyaseti, Kürt aklı değildir.
Sonuç olarak maceracı ve inkarcı popülizm yerine Kürdistan’da insanlıktan çıkmamak için Kürtlüğünü savunan halen güçlü bir damar var, Ermeniliğini, Asuriliğini, Lazlığını velhasıl benliğini savunan etnisiteler var; çok güçlü ve hakim olmasa da Türkler arasında insanlığından çıkmamak için bu vahşete hayır diyen bir damar var.
Herkes bu damarlarını güçlendirmeli.
(1) "Şeytanla kiraz yemek" Almancada kullanılan deyiş
(2) Michel Foucault (1978): Von der Subversion des Wissens s. 25-26.
(3) Sara "Saartije" Baartman; 1789 doğan Sara Hollandalı kolonyalistlerin hakimiyetindeki Güney Afrika'da Khoi Khoi kabilesine aittir. Beyazların çiftliğinde bir köle olarak çalışırken önce annesini sonra babasını kaybeden Sara‘nın kocası da öldürülür. Sara 1810'da bir İngiliz köle tüccarına satılır, sirke çevrilen Londra ortasında kahkaha ve hakaret tufanı içinde dolaştırılır. Gülme tufanı bitikten sonra para getirmeyen Sara hayat kadını olmak zorunda kalır, bu işte ömrünü doldurunca Fransızlara satılır, aynı sahneler Paris sokaklarında devam eder. Sara ızdırap içinde ölür. Güney Afrika‘nın bütün çabalarına rağmen Sara'nın naaşı verilmez fakat Diana Ferrus‘un bir şiiri Sara'yı 2002'de alıp eve götürmeyi başarır.
*Köln Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölümü