Vegana övgü

İşçinin evine et götürebiliyor olması eskiden bir refah sembolüydü. Nazım Hikmet’in şiirlerinde bile işlenen bu tema, açlık ve insan refahı arasında, hayvan canı üzerinden kurulan bu ilişki, doğaya verilen bugünkü tahribat düşünüldüğünde artık miadını doldurmuş gözükmekte.

Google Haberlere Abone ol

Yiğit O. Özdemir

Nasıl oldu, ya da kökene dair herhangi bir sorgulamaya girmemiz gerekir mi bilmiyorum. Bize, en azından lise ders kitaplarından beri insanın hem etçil hem de otçul bir canlı olduğu öğretildi. İnsan türünün doğayla girdiği ilişkinin modusuna dair belli bir varsayım, daha doğrusu mevcut durumun, kapitalizmin a priorilerini kabul etmemiz gerektiğine dair bir dolu yalan öğretildi. Darwin’in doğal seleksiyon kuramı da dahil, canlıların, insan toplumlarında yaşasalar dahi bir çeşit Leviathan’a mahkum olduğu belletildi. Ben, buna mecbur olmadığımıza dair bir çatlağı önyargıların bu kalınca duvarında açmaya çalışacağım.

Hegel, “İnsan, doğanın yarasıdır” der. Peki, bu sözü nasıl yorumlamalı? İnsana tözel bir değer atfetmemeye dair bir yargıyı, ona doğanın içerisinde yolunu bulmaya çalışan ve belli bir tözel davranış modeli olmadığını, toplumsal formasyonlar içerisinde bile huzuru bulamayacağına dair bir içgörüyü mü atfetmeliyiz bu söze? Kısacası, insanın, doğadan kopmuş, her zaman kopuk, doğayla girdiği eklemlenme ilişkileri içerisinde varolduğunu mu anlamalı bu sözden?

En azından 20. yy Marksizm'inin cansiperane savunucuları bu sözden, insanın tarihsel materyalizmin yorumsamasına tabi olduğu çıkarsamasını yapıyorlar. Ben buna katılmıyorum. İnsan kendi tarihinin ürünü olsa bile, bu tarihi yapan yekpare bir insan öznesinin varolmadığını da fısıldıyor bu söz bize aynı zamanda. Bu Aristotelyen teleoloji, bizi belki devrime götürebilir, ki götürdüğü de olmuştur. Ancak ya kurtuluş, özgürleşme? Endüstrinin ve sanayileşmenin çarklarından bizi öyle kolayca söküp alabilir mi? Ya da yeni, kapitalist olmayan bir teknolojiyi tahayyül etmemize vesile olabilir mi?

ETYEMEZLİK VE MARKSİZM

Konu eski, ancak benim denk geldiğim en eski kaynak Christopher Caudwell’in Bernard Shaw’ın vejetaryenliğiyle alay ettiği pasajlardan oluşuyor. Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler’de Christopher Caudwell Shaw’ın et yemezliğini, yani vejetaryenliğini küçük-burjuva pasifist ideolojisinin bir parçası olarak kodluyor ve Marksist hümanizmaya bağlılığını ilan ediyor. Onun için et yemezlik, sistemin çelişkilerinden uzak durmanın bir yolu olarak konumlanıyor, yani küçük-burjuvazinin sınıf çelişkilerinden temkinli bir şekilde el ayak çekmesinin amblemi.

Hakikat ise, böyle değil. Shaw hiçbir zaman vejetaryenliğin sadece bir diyet olduğunu savlamadıysa da, onun aynı zamanda endüstrinin kötülüklerinden, doğaya verdiği tahribattan uzak durmanın bir yöntemi olduğunun bilincindeydi. Hiçbir zaman, küçük-burjuva narsisist bir düşünceyle diyet değişimi önermedi. Birinci Dünya Savaşı’na karşı yazdığı oyunlar ve metinlerinde insani kıyımı gösterirken, bunun doğadaki canlılarla bağını kurmamış olması bana pek mümkün gelmiyor. Sonuç olarak, Christopher Caudwell’in kasabı da Francocu rejim idi.

Endüstrinin et tüketimiyle olan iç içe ilişkisi, yalnızca neo-liberalizm bağlamında değerlendirildiğinde, akla rasyonel, sayısal ve kabul edilebilir argümanlar sunuyor. Ancak bu ne yazık ki harekete geçmek için yeterli şevki üretemiyor. İşin gerçeği şu ki, Marksizm ile Kıta Avrupa'sının sömürgeci belleği arasındaki kopmaz bağ, aynı zamanda doğanın bir çeşit mübadele alanı tarafından temellükü düşüncesine geldiğinde nedense bir çeşit sıkı işbirliğine yürüyor: Kısacası, sosyalizmin başarısızlığında, serbest pazarın devlet tarafından temellükünü görmek yetmiyor, serbest pazar tarafından doğanın temellükü karşısındaki başarısızlığını da görmek gerekiyor: İki pazar çeşidi de doğayla sorunlu bir ilişki kuruyor. Belki sosyalizmin laneti de serbest piyasa ve liberalizmin damgasını daha en başından beri ensesinde taşıyor olmasıydı.

DOĞA, PİYASA VE EKONOMİ-DIŞI İLİŞKİLER

Neoliberalizmin sayısallaştırarak ekonomiye dahil edemediği her türden ilişkiye gaddarca yaklaştığını biliyoruz. Buna aşk da dahil. Doğayla kurulan ilişkiye zerk ettiği pragmatik zehir ise bugünkü esaslı pasifizmin temel sebebi. Dolayısıyla, radikal çözümleri bir kez daha masaya yatırmak gerekiyor.

Kapital’in 20. yy’nin ikinci yarısına kadar en çok göz ardı edilen kısmı, ilksel sermaye birikiminde akümüle edilen şiddetin kapitalizmin krizlerini aşmak için her seferinde nasıl yeniden ve yeniden üretildiğini anlatan kısım. Mesele yalnızca kolonizatörlerin beş yüz veya üç yüz sene önce sömürgeleştirdikleri halklara nasıl şiddet ve hukuki cebir uyguladıklarını anlama meselesi değildir. Mesele, yerküreye yayılan bu şiddet döngüsünün bugün kapitalizmin nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu anlama meselesidir. Dolayısıyla, komünizmin yeni şafağında, endüstrinin her türlü ılımlı görünen, ancak sistemik şiddetini yeniden üreten uzlaşmalarına hayır demeyi öğrenmek de muhalefetin önemli bir parçası olacağa benzemekte.

Bana öyle geliyor ki, çağımızda da, her zaman olduğu gibi, insan, esasen kapitalizme endeksli olsun diye üretim veyahut mübadele ilişkileri kurmamaktadır. Dolayısıyla kapitalist veya bir başka iktisadın (ki acaba onları artık biliyor muyuz?) ilişkilerine dahil olmayan, onun parasallaştırma sistemine enjekte olmayan ilişkiler sürekli sistemin içerisinde, günbegün, anbean üremektedir.

İsyan her geçen gün, bir badem çiçeğinin dalına yürüdüğü gibi yürümektedir. Önemli olan onun açmasına izin verecek kanalları oluşturmak, önünü tıkamamak ve önünü tıkayan Marksizme zerk edilmiş olanlar başta olmak üzere her türlü sinizmi, kötümserliği, kısır döngüsel şüpheciliği ağır bir çekiçle ezme meselesidir. Doğanın her türlü hareketini, yaban otlarını temizlemek için değilse, engelleyen endüstrinin hizmetindeki ilişkiler ısrarla ve ısrarla temizlenmelidir. Makine, kendi özgürlüğünü temaşa edene ve bizi kırsalla baş başa bırakana dek, tahakkümün vasıtası olmaktan çekilmek ve gerekirse parçalanmak durumundadır.

RESTORASYON

Doğayla bu ilişkiler yeniden üretilene dek, sloganımız şu olmalı: Hayvan canlara verilen zarar aynı zamanda sistemin şiddetinin bir ürünüyse, kapitalistse, artı-değer sömürüsü üzerinden şekilleniyorsa, et cinayettir demek yetmez. Cinayetin bizatihi kendisi ettir. Sistemin insan ve hayvan etine duyduğu iştahın ürünü olduğuna da söylemek gerekir. Öyle ki bu cinayetler, kadın cinayetleri, işçi ölümleri, ete duyulan endüstriyel iştaha karşı olmadan söndürülemez. Olunmadığında, bu cinayetlerin işbirlikçisi olunduğuna dair bilinçdışı bir pathos hepimizin üzerine bir hayalet misali çökecektir.

İşçinin evine et götürebiliyor olması eskiden bir refah sembolüydü. Nazım Hikmet’in şiirlerinde bile işlenen bu tema, açlık ve insan refahı arasında, hayvan canı üzerinden kurulan bu ilişki, doğaya verilen bugünkü tahribat düşünüldüğünde artık miadını doldurmuş gözükmekte. Endüstriyel-kapitalist sınıfın zenginliğine vurgu yaparak işçi sınıfına onun zenginliği ve haklarından paydaşlık istemek durumu, aynı ethosa imlediği, aynı sapkınlıkları yeniden ürettiği sürece bir açmaza saplanıyor. Kısacası, asıl mesele çoğunluğun yararına olacak şekilde aynı endüstriyel ve disiplinci temayı bükme meselesi değildir. Asıl mesele işçi sınıfının doğayla yeniden, farklı türden bir ilişki kurabileceği bir ethosu da örneklemek meselesidir. Kadın hakları, doğanın hakkı, kuşun hakkı, bitkinin hakkı için.