Göçmenler ve mülteciler için sol strateji

Göçmenler ve mültecilerin savunusu küçük katkılar, kısa süren dayanışma biçimleri ve hukuksal statü elde etme üzerine kurulu “liberal ve pansumancı” siyaset ile çözülemez. Bunların dışında sol stratejiler ve toplumsal hareketlerin öncülüğünde, kapitalist hegemonyaya karşı güçlü bir muhalefet örülerek ülke içinde ve dışında göçmenlerin koşullarını enternasyonal mücadele ile birleştirebilirse işte o zaman insanlık dramına dönüşen bu sorunun kalıcı ve yerinde çözümü için kritik bir adım atılmış olacak.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Nuri Özdemir*

Suriye savaşı ile birlikte gündemden hiç düşmeyen göçmen-mülteci tartışması, İdlip’teki son gelişmelerle birlikte, Türkiye’nin sınırlara otobüslerle mülteci-göçmenleri taşımaya başlaması ile adeta bir insanlık dramına dönüştü. Daha önce çocukların ve kadınların içinde olduğu şişme botlarla denizden yapılan geçişler esnasında meydana gelen boğulmalar çağımızın en büyük trajedilerinden birisi olarak hafızalardaki yerini korurken son zamanlarda bu trajediye yenileri eklenmeye başladı.

Suriye savaşı ile birlikte göçmenler Türkiye’de, İslamcı merhametle kutsanmış, kucaklanmış ve korunmuştu. Bununla da sınırlı kalınmamış; göçmenler, “Türkleştirme” politikalarının bir parçası haline getirilerek hızlı bir şekilde asimilasyona da tabi tutulmaya başlanmıştı. Ancak 36 askerin İdlip’te yaşamını yitirmesinden sonra “İslamcı konukseverlik” bir anda radikal bir kopuş yaşadı ve yerini soğuk bir pragmatizme bıraktı. “Bu kadar da olmaz kardeşim, misafirliğin de bir usulü var” dercesine göçmenler kamyonlara, otobüslere bindirilerek başka bir ulus devletin sınırlarına bırakıldı.

Uzun süreden beri iktidar tarafından bir mevzi olarak kullanılan ve istismar edilen mülteci-göçmen meselesi bir anda yerini büyük bir kötülüğe bıraktı. Bununla birlikte adeta saldırmak için bekleyen ırkçı, milliyetçi ve şoven güruh birçok merkezde göçmen-mültecilere çirkin saldırılarda bulundular. Son bir haftada Maraş ve Sivas nostaljisi ile yatıp kalktıkları belli olan bu kesim, vahşeti yeniden canlandırma hevesi ile eş zamanlı olarak birçok kentte ayaklandılar. Aslında tüm muhaliflere bir gönderme olarak da algılanması gereken bu güç gösterisinin failleri olan ırkçı güruh insanlık suçu işlemek için harekete geçmişti. Kaldı ki birçok yerde de bu suçu işlediler. Kamera görüntülerinde ve sosyal medya paylaşımlarında bu görüntülere ulaşılabilir. Normal koşullarda hepsinin yargılanması gerekiyor. Ancak gelenek haline gelen cezasızlık politikası bu kesimlerin elini güçlendirmektedir.

GÖÇLER DÜNYANIN TEMEL SORUNU HALİNE GELİYOR

Göçmen-mülteci hareketliliği çağımızın temel meseleleri olan ekolojik, ekonomik ve politik sorunlarla birlikte ele alınıyor. Tarihte kent, sınıf ve devlet formlarının oluşması ve uygarlıksal merkezlerin inşa edilmesinden beri insanlık sürekli yer değiştirmektedir. Göçmen emeği de tarihsel olarak her zaman hareketliydi. Köle emeğiyle başlayan hareketlilik, modern dünyada milyonlarca Afrikalının göçertilmesi, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da misafir işçi projesiyle devam etti. Bugün ise çok daha farklı ve değişken nedenlerle göç akışı devam etmektedir.

Uluslararası göç örgütü 2018 yılının küresel raporunda göçü etkileyen faktörlerin çeşitliliğinden bahsetmiştir. Rapora göre ekonomik refah arayışı, savaş, şiddet ve çatışmalar, çevresel etkenler ve eşitsizlikler bu faktörlerin başında geliyor. İnsanların bir kısmı iş, aile ve öğrenim gibi nedenlerle göç ederken, büyük bir kısmı ise çatışma, savaş, zulüm ve afet- felaket gibi nedenlerle evlerini terk etmektedir. Ancak bu nedenler madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun diğer tarafına bakıldığında çok daha farklı gerçekler söz konusu.

Göçmenler yıllardır gittikleri tüm ülkelerde “iyi-kötü, vasıflı-vasıfsız göçmen” şeklinde filtrelenmektedir. Yaşadıkları birçok sorunun yanı sıra meselenin asıl kaynağına inmek için ideolojik ve politik arka plana projeksiyonu tutmak gerekiyor. Bu da göç-mülteci meselesine küresel perspektiften bakmayı zorunlu kılıyor. Göçmenliği, sermaye birikiminin küresel ölçekteki dinamiklerini, ulus devlet ve etnik çatışmalarla birlikte ele alan eleştirel yaklaşımları gözden geçirerek bu perspektif güçlendirilebilir.

Nota Bene Yayınlarından çıkan Socialist Register’ın 2019 sayısında, Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nden ihraç edilen barış akademisyeni sevgili Aydın Gelmez’in çevirisi ile yayınlanan Adam Hanieh’in “Küresel göçün çelişkileri” adlı makale (1) göç hareketlerinin ideolojik arka planına sızarak egemenlerin politikalarını örten maskeyi indiren zihin açıcı bir makale. Adam Hanieh’e göre göçü, sermaye birikiminin doğası, emperyalist savaş, ekonomik-toplumsal krizler ve neoliberal yeniden yapılanma gibi hiyerarşiler üretmektedir.

Yazar bu makalede göçmenliğin üç temel özelliğine odaklanıyor. İlkinde mülksüzleştirilmiş göçmenliği çağdaş kapitalist birikim formlarının zeminine yerleştiriyor. İkincisinde sınırların araçsal rollerini tartışıyor. Bu kısımda sınırların güvenlikleştirilerek denetim ve kontrol mekanizmalarının arttırılmasını özel sermayenin sınırlardaki etkisiyle birlikte detaylı bir şekilde ayrıntılandırıyor. Üçüncüsünde ise göçmenliğin kriz olarak tasarlanması ve neoliberal kalkınma modellerini güçlendirmek için göçün nasıl araçsallaştırıldığını ele alıyor.

GÖÇÜN SINIFSAL KARAKTERİ

Adam Hanieh, makalesinde göçmen emeğinin sınıf politikalarından bağımsız ele alınmaması gerektiğini söylüyor. Ona göre sınıf, devletler arası dolaşımda bulunan sermayenin yeniden üretimi ile artı değer arasındaki belirli bir ilişkiyi betimleyen basitçe soyut bir kategori değildir. Sınıf, somut bir düzeyde coğrafi uzamları insan akışlarıyla birbirine bağlar. “Bu bakımdan göçler, bir sınıf formasyonu süreci olarak kapitalist devletlerin işgücünü ve nüfusu bir bütün olarak yaratma, hareketlendirme, donatma ve yeniden örgütlemenin bir gücü olarak görülebilir.”

Thomas Nail ise Kinopolitika (hareket halindeki insanlar) diye anlamlandırdığı incelemesinde, bu teoriyi merkeze alma çağrısı yapmaktadır. Sürekli değişen koşullarla göçmenlik, bir “sosyal uzaklaştırma” formu haline gelmektedir. Nail'e göre göçmenlik, sadece devletler arasında gelip giden bir hareketliliğin ötesinde toplum veya devlet gibi formların ilk etapta tesis edilmesinin temel koşuludur. Bu tanımlama ile göçmenliği kapitalizmin kriz eğilimlerinin merkezinde olması gerektiğini savunuyor. Adam Hanieh ise bu yorumu güçlendirecek şekilde insanların sınır ötesi hareketlerini, kapitalizmin somut formlarının bir sonucu ve eş zamanlı olarak kurucu bir öğesi olduğunu söyler.

KAPİTALİZMİN YEDEK ORDUSU OLARAK GÖÇMENLER

Göçmenler günümüzde, prekaryanın (2) ve uluslararası işçi sınıfının önemli bir parçası, küresel anlamda çağdaş kapitalist birikim rejimini besleyen uluslararası mobil işgücü ve ordusu haline gelmiştir. Çoğu ülkede vatandaşlık satın alınarak yurttaşlık ticareti yapılmaktadır. Bu ticaret ile varlıklı kesimlere çifte vatandaşlık verilerek kapitalist göç adeta teşvik ediliyordu. Bu şekilde yurttaşlık ve ikamet hakları da metalaştırılmış oluyor.

Yurttaşlık ticareti "ulusal burjuvazi" mefhumunun da altını oyuyor. Adam Hanieh’a göre kapitalistlerin ve elitlerin sınır ötesi hareketleri kendi ülkelerindeki sınıf farkını derinleştirirken gittikleri ülkelerin sermaye birikim rejimine eklemlenerek onlara güç katarlar. Yoksul göçmenler ise işçilerin prekaryalaşma sürecini derinleştirerek emek gücünün maliyetlerini aşağı çekme işlevi görür.

Dolayısıyla kapitalist büyümenin zorunlu koşullarından birisi olan “göç olgusu”, zengini ve yoksuluyla kapitalizm açısından çok fonksiyonlu bir niteliğe sahip. Bu bakımdan insanların sınır ötesi hareketleri kapitalizmin somut formlarının bir sonucu ve kurucu öğesi olarak nitelendiriliyor.

Bu işlevsel karakterinden dolayı göçler, egemenler ve yerli işbirlikçi iktidarların ortak projelerinin hayata geçirmeleri neticesinde sürekli canlı tutulmaktadır. Bu nedenle sınır denetimleri, yasa dışı göçmen girişlerini mutlak olarak engellemez ama filtrelenerek giriş çıkışlar kapitalist ihtiyaca göre belirlenir. (Sınırlarda büyük bir hassasiyetle yapılan filtreleme, egemenlerin göçmenleri yaş, meslek, statü, politik pozisyon, eğitim düzeyi, ekonomik ve sınıfsal konumlar açısından parçalayıp bölerek uyguladığı yönetme tekniğidir.) Zira göçmenler eşit yaratılmamıştır. Onları bölen politika, egemenin eliyle sistematik bir şekilde sınırlarda uygulanmaya devam etmektedir.

GÖÇ HAREKETLERİ NEOLİBERAL GÜVENLİK PARADİGMALARIYLA DOĞRU ORANTILIDIR

Savaşlarla eş zamanlı olarak göçler arttıkça güvenlik odaklı politikalar da hem sınırların içinde hem dışında daha fazla karşılık buluyor. Mültecilerin bekletilmesi, kapatılması, elektrikli çitlerin ve fiziki engellerin çoğaltılması, sınırlarda silahlı güvenlik kuvvetlerinin artırılması, sınırların ve göçmenlerin kameralar ve drone'larla sürekli gözetlenmesi ile göçmenin-mültecinin tüm yaşamı denetim altına alınıyor.

Ayrıca sınırların denetimi özel sermaye için yatırım alanları haline getiriliyor. Örneğin Türkiye’nin Suriye sınırına ördüğü beton duvarların ve kent girişlerine konulan beton blokların ihalesi hükümete yakın sermaye gruplarına verilmiştir. Betonlaştırma ve savaş politikaları, neoliberal politikaların toplum ve doğayı tecrit altına almasının aygıtları durumundadır. Yine ABD'nin Meksika sınırındaki güvenlikleştirme politikası, ABD’nin en büyük havacılık şirketi olan Boeing ve İsrail’in en büyük savunma yüklenicisi Elbit Sytems gibi çok uluslu şirketlerin fonlarından karşılanacağından söz ediliyor.

Egemen devletlerin göçmenleri gözetleme, denetleme ve güvenlikleştirme politikası, krizi fırsata çevirme gayretleriyle birlikte ulus devletin kodlarının yeniden yapılandırılmasını da doğurmuştur. Bu bağlamda İdlip öncesi ve sonrası Türkiye’deki yurttaşların iktidar karşıtı ve yanlısı davranış biçimleri öğreticidir. Bu politikada yurttaşlara da çeşitli sorumluluklar yüklenmiştir. Ayrıca tüm dünyada göçmen gerginliği ve korkusu yurttaşları sisteme daha bağımlı hale getirmektedir. Bu korku ve tedirginlik Avrupa’daki yeni popülist sağın yükselmesinin en önemli gerekçesi olarak görülüyor. Çünkü göçün yoğun yaşandığı ülkelerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ulusal şovenizm gibi tepkiler göçmen hareketlerinden beslenmektedir.

NEOLİBERAL ÖNLEMLER GÖÇMEN-MÜLTECİ SORUNUNU ÇÖZEMEZ

Mülteci krizlerini yakın komşu ülkelerde karşılayan neoliberal politikaların varlığı, Suriye savaşında hemen yansımasını buldu. Suriye’den göç eden mültecilerle birlikte Lübnan’ın nüfusu yüzde yirmi beş artmıştır. Ürdün’de bir milyona yakın mülteci var. Türkiye de resmi rakamlara göre 3.6 milyon mülteci olduğu söylenmektedir. Evinden uzaklaşmadan evine geri dönme umudu insanları yakın yerlere sürüklemektedir. Sur, Cizre, Nusaybin’de de savaştan dolayı evleri yıkılan Kürtlerin ancak yüzde 10'u Türkiye’nin batısına göç etmiş ama geriye kalan kısmı yakın il ve ilçe merkezlerine, akrabalarının yanına ya da orada ucuza kiraladıkları harabe ve sağlıksız evlerde yaşamayı tercih etmişlerdi.

Adam Hanieh’e göre egemenler göçmen-mülteci krizlerini fırsata çeviren stratejilerle hareket ederler. Hanieh'e göre Ortadoğu’daki insan hareketliliği, emperyalistlerin politik ve ekonomik hedeflerini, borç ve bağımlılık ilişkilerini tekrardan yapılandırmaya yarayacaktır. Neoliberal yapısal düzenlemeleri hedefleyen politikalar kamuoyunda “insancıl çözüm” olarak savunulmaktadır. Ürdün ve Türkiye bu politikayı bazen direkt para isteyerek bazen de savaşla yıkılan kentlerin kapitalizmin mimarisiyle yeniden inşa edilmesinin zeminlerini yoklamışlardır. Kamunun çözemediği sorunlar özel sektörlerin eliyle çözülmektedir. Ürdün’de mültecilerin enerji, atık su ve eğitim alanındaki ihtiyaçlar kamu-özel işbirliği ile karşılanmış. Bu tür insani olarak göze hoş görünen neoliberal önlemler daha geniş yapısal neoliberal dönüşümler için manivela görevi görecek ön aşamalar olarak kabul edilebilir, ancak sorunlara kalıcı çözüm niyetinden uzak adımlardır.

İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ İSTİSMAR EDİLİYOR

Göçmen ve mülteci politikalarında haklar da çoğu zaman maniple edilir. “İnsan kaçakçılığı” ve “kölelik karşıtı” gibi insan hakları temelli söylemler, egemen devletlerin liberal politikaları eliyle sınırları daha da güvenlikli hale getirmeye yönelik bir işmiş gibi lanse edilir. Yasa dışı göç akışlarını önlemeye dönük tüm yöntemler hak ihlalleri gibi tanımlanarak insan hakları mücadelesinin bir parçasıymış gibi anlatılır. Göçün nedenleri emperyalist büyüme arzusu değilmiş gibi kurbanları ve yoksulları suçlayan ve sorumluluğu ahlakileştirerek işin arka planındaki ideolojik realite bu şekilde inşa edilen ve toplumsal vicdana doğrudan temas eden söylemlerle maskelenmeye çalışılır.

Bu tarz politikalar sorun çözücü yöntemler olmadığı gibi göçün gerçekleştiği ülkelerin yoksul toplumlarını ve bu ülkelerin kendisini batıya daha bağımlı hale getirecektir. Kalıcı çözümler her ülkenin iç dinamiklerinin karar süreçlerine kendi rızalarıyla eklemlemesi ve demokratik rejimlerin inşa edilmesiyle mümkün olabilir. Bunun için içeride ve dışarıda sol örgütlenmelerin göçmenlere odaklanan yeni bir enternasyonale ihtiyaç vardır.

GÖÇMENLERİN-MÜLTECİLERİN MÜCADELESİ İÇİN SOL STRATEJİ

Göçmenler ve mültecilerin savunusu küçük katkılar, kısa süren dayanışma biçimleri ve hukuksal statü elde etme üzerine kurulu “liberal ve pansumancı” siyaset ile çözülemez. Bunların dışında sol stratejiler ve toplumsal hareketlerin öncülüğünde, kapitalist hegemonyaya karşı güçlü bir muhalefet örülerek ülke içinde ve dışında göçmenlerin koşullarını enternasyonal mücadele ile birleştirebilirse işte o zaman insanlık dramına dönüşen bu sorunun kalıcı ve yerinde çözümü için kritik bir adım atılmış olacak. Mücadelenin biçimleri elbette her yerde kimi farklılıklar arz edebilir. Farklı ülkelerdeki emek hareketlerinin durumu ve göçmen işçilerin öz gücü mücadeleye yön ve doğrultu verecek dinamiklerdir.

Bu bağlamda sendikaların ve sol siyasetin göçmen emeğinin örgütlenmesi ve göçmen-mülteci sorunlarına odaklanan politikanın enternasyonal savunusunu oluşturması, küresel düzeyde enternasyonal ağları örmesine bağlıdır. Sınırlarda devam eden insanlık dışı neoliberal politikalar, ırkçı, ötekileştirici ve faşizan uygulamaların karşısında güçlü bir mücadele programı ile mültecileri ve göçmenleri dramatik ruh halinden çıkarıp rasyonel bir mücadelenin öznesi ve dinamiği haline getirebilir. Örgütlü mücadele, göçleri tetikleyen neoliberal politikaları da zayıflatabilir. Mültecilerin dramı ve göçmen emeğinin giderek kadınlaşmasıyla sömürünün maskelenmesi, sol-sosyalist hareketlere, feminist ve savaş karşıtı barış odaklı toplumsal hareketlere sorumluluk yüklediği gibi aynı zamanda onlara ortak bir zemin de genişleme olanağı da sunuyor.

(1) 1964’ten beri Marksist ve sosyalist entelektüellerin teorik ihtiyacına cevap olmak için yayınlanan Sosyalist Register’ın 2019 sayısı , “ ALT ÜST OLMUŞ BİR DÜNYA MI“ başlığı ile Nota Bene yayınlarından çevirisi yapılmıştı. Derginin 2019 sayısı, değişik başlıklarda küresel gidişat ile ilgili zihin açıcı 16 tane makaleden oluşuyor.

(2) Prekarya, birçok düşünür tarafından kısaca “ çağımızın proleteryası “ olarak tanımlanıyor. Guy Standing’in “ yeni tehlikeli sınıf” alt başlığı ile iletişim yayınlarından çıkan kitabı proletaryanın prekaryalaşmasına önemli bir referanstır.

İhraç Kürt öğretmen