Korona günlerinde tehlike: Yabancı düşmanlığı
İnsanlara, başına gelen şeylerin, dünyanın bir köşesindeki bir köylünün yeme alışkanlıkları yüzünden değil, yalnızca virüsler var olduğu için başına geldiğini anlatmak için de biraz çaba (ve para) harcamak gerekiyor.
Mert Teközel*
Sosyal ve evrimsel psikoloji, bugünlerde yaşadığımız “salgın” krizinin psiko-sosyal boyutları hakkında neler söyleyebilir? Olgunun medikal (epidemiyoloji, halk sağlığı ve koruyucu sağlık), sosyolojik ve hatta felsefi/politik implikasyonları (doğurguları) üzerine çokça analiz yapılmasına rağmen davranışsal ve kişilerarası dinamiklerine değinen pek fazla yoruma rastlamıyoruz. Varolanların da çoğu karantina sürecinin ve sosyal yalıtılmışlığın anlık etkilerine odaklanıyor. Oysa yalnızca sosyal sosyal medya kullanıcılarının son günlerdeki paylaşımlarına göz atıldığında bile göze çarpan tablo, ırkçı, milliyetçi önyargılarla, zenofobik (yabancı düşmanı) eğilimlerin arttığına işaret ediyor. Aktüel davranışlar incelendiğinde de dünyanın her yerinde bu eğilimlere paralel olarak diskriminasyon (ayrımcılık) yönelimindeki artışı gözlemliyoruz. Başlangıç itibariyle tamamen medikal olan bir meseleyi (salgın) politik/sosyal davranışlarla (yabancı düşmanlığı) ilişkili kılan dinamikler nedir?
Virüslerin ve bakterilerin faaliyetleri insanın evrim tarihinde en önemli ölümlülük (mortality) nedenlerinden biridir. Nitekim bağışıklık sistemi bununla baş etmek için desenlenmiştir. Ancak bağışıklık sisteminin çalışması oldukça maliyetlidir. Örneğin bağışıklık sistemi faaliyetinin bir sonucu olan kırgınlık hissi (fatigue) organizmanın enerjisini, uyum başarısını arttırabileceği alanlara sevk etmesinin önüne geçer. Avcı-toplayıcı atalarımızı düşünürseniz, oldukça zahmetli bir iş olan besin elde etme işi için enerjilerinin azalması kritik bir sorun olabilirdi (uzun bir sopanın ucuna bağlanmış sivri bir taşla geyik avlamaya çalıştığınızı ya da kilometrelerce uzaktaki bir destinasyondan bol proteinli su kabuklularını toplamak için yürümek zorunda olduğunuzu hayal edin). Yavru bakımı için kullanılacak enerjinin azalması da çok önemli sonuçlara haiz olabilirdi çünkü insan yavrusunun ebeveynlerine dayattığı bakım yükü çok yüksektir. Sadece şu örnek bile yeterli olacaktır sanırım: Memelilerin neredeyse tamamında yavrunun doğması ile yürümeye başlaması arasında geçen süre birkaç dakika ya da birkaç saat iken insan yavrusunda bu süre yaklaşık 1 yıldır. Yani yavru 1 yıl boyunca ebeveyninin yakın denetimi altında, yürümeyi bile beceremeyecek düzeyde bir motor beceriye sahip olarak yaşamaktadır. Başka kritik önemdeki faaliyetleri (savunma, eşleşme vb.) saymasak bile, bağışıklık sisteminin aktive olmasının sonuçlarının kişileri ne denli kırılgan hale getirdiğini anlayabiliriz. Öte yandan bağışıklık sistemi proaktif olmaktan ziyade reaktiftir; yani parazitler vücuda alındıktan sonra harekete geçer. Bütün bu maliyetlere çözüm olarak pek çok tür proaktif, yani önleyici anti-parazit defans (savunma) sistemleri geliştirmiştir. Örneğin bazı kuş ve karınca türleri yuva çevresini anti-bakteriyel bileşimlerle bezerler; Istakozlar, kurbağalar ve kemirgenlerde enfekte olmuş bireyleri tespit etme ve onlardan kaçınma davranışı gelişmiştir; şempanzeler enfeksiyon işaretleri taşıyan diğer şempanzeleri dışlamaktadırlar.
Son yıllarda evrimsel psikoloji alanında çalışan araştırmacılar insana özgü bir “davranışşsal bağışıklık sistemi”nin de varlığına işaret ediyorlar. Sistemin bir çeşit erken uyarı verme mekanizması gibi çalıştığını, parazit ya da patojenlerle vücut henüz karşılaşmadan önce, patojen sinyalleyen unsurlara erken tepki vererek kaçınmayı sağladığını iddia ediyorlar. Örneğin çürümüş gıda maddelerine verilen tiksinme tepkisi bu kaçınmayı düzenlemek için desenlenmiş tetikleyici bir mekanizmadır. Öte yandan yapılan deneysel çalışmalar, enfeksiyon kapma endişeleri çeşitli senaryolarla veya fotoğraflarla arttırılan kişilerin, yüzünde veya bedeninde disfügürasyonlar (çarpıklıklar) bulunan bireylere daha fazla kaçınma tepkisi verdiklerini gösteriyor. Birçok bulaşıcı hastalık kişilerarası temas ile bulaştığı için, kişilerarası temastan kaçınma eğilimleri artıyor ve daha introvert (içekapanık) bir hal alıyorlar.
Bütün bunların yanında patojen belirginliğinin artması, yani hastalık kapma endişelerinin ağır basması kişilerde yabancı düşmanlığı (xenofobia) eğilimlerini arttırıyor. Deneysel çalışmalar, yalnızca bazı slaytlarla hastalık kapma endişesi örtük olarak arttırılan insanların, örneğin yabancı ırktan bir kişiyle aynı otobüste seyahat etmek istemediğini, temastan kaçındığını ve daha önyargılı davrandığını gösteriyor. İnsanlığın evrimsel geçmişinde muhtemelen yabancılarla temas ile enfeksiyon hastalıklarına yakalanma arasında doğrudan bir bağ mevcuttu. Yerel mikroplara karşı bir miktar da olsa bağışıklık kazanan toplumlar, topluluğa yabancılar tarafından sokulan, henüz bir savunma geliştiremedikleri patojenlere karşı aşırı kırılgan vaziyetteydiler. Bu savunmalar kimi zaman yerel hijyen ve beslenme pratikleri olarak kendini gösteriyordu. İşte bu yüzden yabancılar ve yabancıların gündelik alışkanlıkları (yiyecekleri, temizlik anlayışları hatta kültürel adetleri vb.) yerel topluluklarda kaçınma tepkilerine yol açıyordu.
Son korona virüsü krizinin de gösterdiği üzere, küreselleşen dünyada patojenler de (bir bakıma) küreselleşiyor. Dünyanın bir ucundaki bir virüs saatler sonra bir başka ucuna (insan mobilitesindeki artış vasıtasıyla) seyahat edebiliyor. Ancak insanın avcı-toplayıcı zihni küresellik baskıları altında şekillenmedi; daha ziyade küçük yerel topluluklar halinde yaşamanın getirisi olan grup psikolojisini yansıtıyor. Bu da dünyanın her tarafından yalnızca Çinlilere ya da Asyalılara değil, tüm yabancılara karşı ırkçı önyargıların arttığı haberlerinin gelmesine yol açıyor. Pekiyi çözüm nedir? Çözüm hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların tıbbi tedbirler kadar sosyal müdahale programlarına da yönelmesinde yatıyor. Virüslere karşı mücadele artık yalnızca medikal bir anlam taşımıyor. Aynı zamanda sosyal doğurguları ile birlikte bir paket olarak düşünülmesi gerekiyor. İnsanlara, başına gelen şeylerin, dünyanın bir köşesindeki bir köylünün yeme alışkanlıkları yüzünden değil, yalnızca virüsler var olduğu için başına geldiğini anlatmak için de biraz çaba (ve para) harcamak gerekiyor. İnsanlık (humanity) fikri insanın zihninde otomatik olarak var olan bir kategori değildir. Çoğu kabile için insan teriminin lengüistik sınırları kabile içinin sosyal ve fiziksel sınırları ile özdeştir. İnsanlık, öğrenilmesi gereken ve evrimsel açıdan yeni bir kategoridir. Ama bu sizi korkutmasın. Çünkü cebir ya da mantık da öyledir. Çocuklarımıza nasıl cebir öğretebiliyorsak, dayanışmayı da öğretebiliriz. Yeter ki isteyelim. Oysa tüm hükumetlerin bu salgın krizi çerçevesinde tam tersini yaptığına tanık oluyoruz. Yabancı düşmanlığını tetikleyecek ve/veya arttıracak önlemler alıyor veya söylemler içerisine giriyorlar (Milli birliğimiz karşısında bir virüs ne yapabilir ki vb.). Medya da sürekli hastalığı hangi toplumun/milletin, hangi toplumdan/milletten kaptığını vurgulayan haberler yapıyor. Bütün bunlar nefret söylemlerinin, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının kişilerarası planda yayılmasına katkı yapıyor. Oysa tüm insanlık bir bütündür; virüsler dünyanın her yerinde kardeşlerimizi öldürüyor…
Ayrıntılı okuma için: Murray, D. R., M. Schaller (2016). The Behavioral Immune System: Implications for Social Cognition, Social Interaction, and Social Influence. Advances in Experimental Social Psychology, Volume 53
*Doç. Dr., Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı