Covid-19 ve hayatta kalma stratejisi!
Türkiye özelinde dünyadaki bütün sağlık sistemi arz talep ilişkisini dikkate alan kapitalist mantığın ürünü olarak dizayn edilip işletilmektedir. Herhangi bir salgın durumunda bu sağlık sistemi çökecektir. Ne yatak kapasiteleri ve ne de personel ve ekipman olarak salgın yükünü taşıyabilir haldedirler.
Eşref Avcı
Covid-19 toplumsal bir salgındır ve tür olarak hepimizi bir ölçüde hedef almaktadır. Bununla birlikte her toplumsal olayın politik bir niteliği dolayısıyla politik bir mücadele boyutu vardır. Covid-19 nasıl yayılırsa yayılsın, ortaya egemen sınıfların siyaseten de sağlık açısından da çözümsüzlüğü çıkmıştır, hepimiz, özellikle siyaset yapma olanağı olan orta sınıflar ise egemen sınıfların çözümsüzlüğünü, çözüm olarak kabul etmiş durumdayız. Sorun tam olarak "hayatta kalma stratejisidir", bunu nasıl yaptığımızdan çok kimin yaptığıdır önemli olan. Covid-19 hangi ulus devlet içerisine girdiyse ortaya çıkan tablo "sosyal mesafelenme" olarak adlandırılan "tecrit" politikasından başka bir şey olmadı. "Hayatta kalma stratejisinin" dost-düşman ayrımını egemen sınıflar bakımından değil ama ezilen sınıflar bakımından bir sınıf dayanışması niteliğine dönüştüğü görülmektedir.
"Hayatta kalma stratejisi" sistemin devamlılığını sağlamak üzerine kuruludur. Eğer hayatta kalabilmek için çözümünüz yoksa en yakın "yılana sarılınız!" şeklinde bir zorunluluk hali toplumun önüne konulmaktadır. Evlere neden kapanıyoruz? Çünkü; yeterli hastane, personel ve ekipman olmadığı itiraf edilmektedir. Ancak biz bu itirafı anlamak yerine "ne yapalım, çaresiz bekleyeceğiz!" tavrını içselleştirerek sistemi onaylıyoruz.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre 2018 yılında Türkiye'nin hastane yatağı kapasitesi 231 bin 193. Bunlardan 139 bin 651'i Sağlık Bakanlığı'na bağlı hastanelerde, 42 bin 66'sı üniversite hastanelerinde ve 50 bin 196'sı ise özel hastanelerde bulunuyor.Hastanelerin yaklaşık 5'te biri özel şirketlere ait, yani net bir söylemle parası olana sağlık hizmeti verebilir nitelikte. Türkiye'de yaklaşık olarak 340-350 kişiye bir yatak düşüyor. Yoğun bakım yatak sayısı ise bütün yoğun bakımlar (erişkin, çocuk,bebek vs.) 38 bin civarı yoğun bakım yatak kapasitesi bulunmaktadır. Bu rakamlar 2018 yılına ait. Bu rakamlara göre 100 binde 29,4 kişi başına düşen erişkin yoğun bakım yatak sayısıdır.
Covid-19 hangi hızla yayılıyor peki? Bilinen açıklamalar ve şu ana kadar bildiklerimiz geometrik olarak yayıldığını gösteriyor. Virüs geometrik olarak yayılırsa onu kontrol etme olanakları zayıflar. Henüz virüsün kontrol altına alınmadığı yapılan testlerin miktarının yayılma hızına yetişmediği bir dönemdeyiz. Bu bilinmezler ve öngörülmezler egemen sınıflara o çok bildik yöntemi uygulama şansı veriyor. Yani sokağa çıkma yasağı ile cisimleşen olağanüstü hal rejimi. O halde evinizde oturun başımıza iş kapasitemizin üzerinde iş çıkarmayın denmektedir.
"Sağlık, temel insani haklarımızdan biridir" ön kabulünden yola çıkarsak herkese karşılıksız "sağlık hakkından" bahsetmiş oluruz, yani bu toplumda yaşayan hemen herkesin; hastalandığı anda ve hastalandığı yerde ve ücretsiz olarak sağlık hizmeti alabilmesi hakkıdır. Bu durum salgın hastalıklarını da kapsar. Kaldı ki, salgın hastalıklar öngörülemez de değildir, aksine öngörülebilir ve önlem alınabilirdir. Genel olarak küresel kapitalist düzeyde sağlık sistemleri özel mülkiyet rejimlerinin içerisinde, kar odaklı ve arz talep ilişkisi bağlamında temel kapitalist mantık ile çalıştığı içindir ki, hasta sayısı ile yatak sayısı (buna personel sayısı ve niteliği ile ekipmanların niteliğini ekleyelim) hepsi kar arzusu üzerinden anlam kazanır. Salgın durumunda kapitalist mantık ile çalışan hiçbir ulus devletin hastaneleri salgına cevap verebilecek şekilde dizayn edilmezler. Bu kar etmenin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla salgın durumunda hemen hepsi çökecektir.
Virüsün Çin'de ortaya çıktığı andan pandemi ilanına kadar geçen sürede Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) neden daha önceden değil de, yaklaşık dört aylık bir gecikme ile karar almıştır? Bunu DSÖ'nün sorumluluğu olarak ifade etmek istemiyorum ancak küresel ölçekte egemen üretim tarzı olan kapitalizmin bütün kurumları kapitalizm gibi işlerler. Tehlikeyi kriz yaşanana kadar görmek istemezler. Virüse dair yıllardır çalışmalar zaten mevcuttu, bir ölçüde tedavi yöntemleri konusunda artık hepimizin bilmek durumunda kaldığı ilaç tröstleri zamanın gelmesini ve kar oranlarının maksimize olacağı bu salgının oluşmasını beklemişlerdir. Hiçbir şirket bu yayılmanın sorumluluğundan azade değildir, tıpkı o şirketleri ve patent haklarını koruyan devletler gibi. Dolayısıyla az önce sözünü ettiğimiz salgın hastalıkların yayılabileceği hangi hızla yayılabileceği görülebilir bir haldir, Korona tarzı virüslerin özellikleri mutasyona uğrama özellikleri vs. zaten bilinmekteydi. Dolayısıyla "öngörülü" olunabilecek bir sürü parametre mevcuttu.
Ortaya çıkan tablo özetle şöyledir. Türkiye özelinde dünyadaki bütün sağlık sistemi arz talep ilişkisini dikkate alan kapitalist mantığın ürünü olarak dizayn edilip işletilmektedir. Herhangi bir salgın durumunda bu sağlık sistemi çökecektir. Ne yatak kapasiteleri ve ne de personel ve ekipman olarak salgın yükünü taşıyabilir haldedirler. Bu durumdan kaynaklı ekonomik siyasal kriz hallerinde krize verdikleri olağanüstü hal rejimlerini devreye koyarlar. Bugüne kadar ulus devletlerin çözümü bu şekilde olmuştur.
Şimdi devletler evimizde oturmamız gerektiğini söylüyor, kademeli bir biçimde bu sokağa çıkma yasaklarına dönecek. Sokağa çıkma yasağı yönetememe mantığının en önemli göstergesi olsa da, bu kez orta sınıf gıda ve zaruri ihtiyaçlarını haddinden fazla istifleyerek devletten önce devletin kontrol olanaklarını içselleştirmiştir. Salgının dışında egemen sınıflara böyle bir uyum, savaş dahil söz konusu olmamıştır. O halde salgının kapitalist doğasının orta sınıf üzerinde yaptığı tahribatı konuşmak daha doğrudur. Orta sınıf kapitalizm içerisinde yaşar, düşünür ve itiraz eder. Ancak itirazı genelde konforu ile ilgilidir. Konforu bozulduğu andan itibaren itirazının rengi de değişmeye başlar.
Ancak konfor "hayatta kalma stratejisi" ile yer değiştirdiğinde bütünüyle itirazından vazgeçer kendini egemen sınıfların kollarına atar. Çünkü onun "hayatta kalma stratejisi" yoktur. Bu Covid-19'un bize hatırlattığı orta sınıfın gerçekliğidir. Bizler türsel ölüm korkusunun yaşandığı salgın durumlarında ezilenlerin inceliğini yani "dayanışma" duygusunun yerine, egemenlerin kabalığını yani "bencilliği" uygulamakta bir beis görmüyoruz.
"Evinizde kalın!" diskurunu kendine "hayatta kalma stratejisi" olarak görev addeden orta sınıfın, "istifledikleri" birkaç hafta içerisinde bitince çöküşü de gelecektir. Eve kapanmanın yarattığı konforlu travma bahsi geçen birkaç haftanın sonunda, konforundan hiçbir şey bırakmayacak bir biçimde çaresizlik olarak ortaya çıkacaktır. Orta sınıf ezilenlerle hareket etmenin olanağını bir an önce yaratmalıdır. Ezen sınıflar kimin yaşayacağına karar verirken ezilen sınıflar bütün insanlığı ve ekosistemin kurtuluşunu hedefler. Birbirimize geçici olarak değmeyebiliriz ancak birbirimizle dayanışarak salgının ve kapitalizmin üstesinden gelmek, mümkün olan tek "hayatta kalma stratejisidir!"... Çünkü; kapitalizm ve onun türevi bütün devletler insanı, insanlığı ve yaşadığımız ekosistemi öldürür!