Dünya ve Türkiye'nin korona ile imtihanı!
Virüs din, dil, etnik kimlik, inanç ve cebindeki paraya bakmıyor ama, bu herkesin eşit olduğu ya da eşit bir şekilde bu soruna maruz kaldığı, maruz kaldığında ise eşit bir şekilde tedavi hizmetlerine ulaşacağı anlamına da gelmiyor. İşverenlere krediler, işçilere dezenfektan ve kolonya! Onlar da şimdi bulunamıyor!
Necat Keskin*
Herkesin, hepimizin tek gündemi korona (Covid-19) virüsü ve sebep olduğu salgın. Onunla yatıp, onunla kalkıyoruz. Aklımızda, sohbetlerimizde hep korona var. Örneğin sokakta bir kadın yanındakine "bu mutasyona uğramış"; bir başkası "bu kesinlikle Amerika'nın işi, Çin'i bitirmek için yaptılar" diyor.
Tüm dünyanın da -neredeyse- tek gündem maddesi Covid-19. Suriye iç savaşı, İdlib, sınırdaki binlerce mülteci- sahi ne oldu onlara? Herkes kendi evine çekilirken, onlar hangi 'ev'e sığındılar?- Bir anda görünmez oldular!
Sorun küresel ama çözüme yönelik adımları nedense tek tek devletler kendi meşrebince atıyorlar. BM Güvenlik Konseyi daha toplanmamış, büyük ihtimalle orada da daimi üyelerden birisi "veto" eder...
Bu salgında belki de içgüdüsel olarak kendi 'sınır'larımıza çekildik tek tek bireyler olarak. Önce kendimizi, sonrasında ailemiz ve yakın çevremizi düşünmeye ve korumaya almaya çalışıyoruz. Ama sanki bireylerden farklı olması beklenen devletler de aynı içgüdü ile hareket ediyor gibi!
Ortaklıklar, birlikler bir anda görünmez oldu! çok övünülen - son yıllardaki pratikleri ile değil de, fikir, bir ideal olarak övünülmesi de gereken aslında- Avrupa Birliği, birden bire "Birlik'ini unuttu gibi!... Bir anda herkes kendi "ulusal" sınırlarına çekilip kapattı sınırlarını... Mülteciler konusunda kötü bir sınav veren Birlik, görünen o ki, bu sınavdan da bütünlemeye kaldı kalacak gibi... Sanki herkes kendi gemisini kurtarmanın peşinde, ama herkes aynı gemide, farkında mı değiliz, yoksa çok mu duygusal ve içgüdüsel hareket ediyoruz acaba?
Kısacası, distopik bir bilim-kurgu filminin içinde yaşıyoruz (gibi)! Şu aralar çok izlenilenler arasında yer alan benzer konulu bilimkurgu filmlerinde insanlığın kurtarıcı öncülüğünü yapan Amerika Birleşik Devletleri ise bu filmde Trump'ın başkanlığında kötü bir oyunculuk sergiliyor; mütemadiyen virüsü "etnisize" ederek... Avrupa Birliği ile birlikte düşünüldüğünde acaba bu "modern dünya"nın çöküşü mü sorusu geliyor insanın aklına... Eskinin çöküşü ise yenisi nasıl ortaya çıkacak? Hangi temeller üzerine kurulacak?
Devletlerin ve birliklerin böylesi davranışlarının temelinde işin "maliyet"i yatıyor gibi... Sokaktaki bizler için, kendimizin, ailemizin, çevremizin, aynı "kimlik"e sahip olduklarımızın sağlığı ön planda; insani bir içgüdü diyelim buna. Devletler için ise bu "insan"ların hastalanmasının yaratacağı maliyet... Dünya nüfusuna oranla hasta olanların sayısı-son istatistiklere göre (Karşılaştırma için bkz.) devede kulak; bunların büyük bir kısmı da, hastalığı çok şiddetli geçirmeyecek, buna rağmen hastalığın yayılma hızı ve şiddetli geçirecek bu sayılar bile ülkelerin sağlık sitemlerine altından kalkamayacağı bir yük yüklemek için yeter. Gelişmiş ekonomiye sahip ülkeler bile bu maliyetin altından kalkamaz böyle giderse. Diğer yandan bu bir küresel salgın, insanın doğayla mücadelesinde doğaya verdiği zararın bir sonucu meydana gelen bir salgın ve ilk olmadığı gibi, son da olmayacak. Bu gidişle daha yıkıcı olanlarına da maruz kalacak insanlık. Dolayısıyla yeni ve ortaklaşmaya dönük bir yaklaşım gerekli. Ona da sanki biraz daha zaman ya da benzeri musibetler gerekli! Hep beraber göreceğiz ya da yaşayacağız!
Dünya bu haldeyken, bizler ne alemdeyiz?
Bazılarımız, her an enfekte olduk mu, oluyoruz mu, aman yakınımızdaki birisine bulaştırdık mı, bulaştıracak mıyız korku ve endişesi ile hareket ediyoruz. Rüyalarımıza giriyor, kabusumuz oluyor; depresif bir ruh haliyle evin içinde dolanıyoruz. Toplumsal bir travmanın tam ortasındayız aslında! Farkında olalım veya olmayalım... Söz konusu depresif halin dışına çıkmanın bir yolu da yazmak oluyor bazen...
Bazılarımız ise "Yahu, ne olacak, grip işte" rahatlığında... Özellikle de tüm uyarılara rağmen, en önemli risk altındaki belli yaş üzeri grubun tavırları, çocukça inatları ve rahatlıkları kızdırıyor bizi... Parktaki bankların kaldırılmasına bir vatandaş sinirlenip "N'apıcaz biz, nereye oturacağız", bir diğeri "Sıkılıyoruz evde", durumun farkında olan birisi de "Gerekirse kalkarız, ben hastalanıp, başkasına hastalık bulaştıracaksam oturmam bu banka" diyor.
Zaman durmuş, bütün sorunlar dondurulmuş sanki bir süreliğine, şu korona salgını geçene kadar. Bir süreliğine tek faaliyetimiz korona üzerine düşünmek olacak sanki. Örneğin Türkiye'de Kürt sorunu nereye evriliyor? HDP'nin son kongresi, yeni yönetimi, söylemi nasıl yorumlanır? Korona sonrasına...
Kürtler son 30 yılda belki de ilk defa kendi istekleriyle Newroz'u kutlamak için alanlara inmediler mesela... ama gece balkonlardan havai fişek gösterisi ve alkışlarla... Peki bu salgın acaba Türkiye'deki Kürtler arasındaki "devlet" algısını etkiledi mi? Nasıl? Bu da herhalde korona sonrası üzerinde biraz düşünülmesi gereken bir konu gibi geliyor bana...
Virüs din, dil, etnik kimlik, inanç ve cebindeki paraya bakmıyor ama, bu herkesin eşit olduğu ya da eşit bir şekilde bu soruna maruz kaldığı, maruz kaldığında ise eşit bir şekilde tedavi hizmetlerine ulaşacağı anlamına da gelmiyor. İşverenlere krediler, işçilere dezenfektan ve kolonya! Onlar da şimdi bulunamıyor! AVM'ler hâlâ açık, çalışanları ve oraya gidenler de risk altında! Bazı firmalar işyerlerini kapatıp, işçilerini ücretsiz izne çıkarma eğiliminde ya da pratiğinde, ama bu çalışanlara yönelik paketin bir diyeceği yok. Bazıları da, örneğin Migros, çalışanlarının maske takmasını yasaklamış...
Virüs etnik kimlik, inanç ayırmıyor belki ama, görünen o ki bazı belediyeler bunu tam anlayamamış. Örneğin kayyım yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi sadece camileri dezenfekte ederken, kilise ve cemevine 'karışmıyor'! Diğer yandan iktidar yanlısı basının hedefi de her zamanki gibi muhalefet ve belediyeleri... Bunlardan bir tanesi İBB'nin işten çıkardığı sağlık çalışanlarını ve onların "bu süreçte hizmet etme isteklerini" ön plana çıkarırken, örneğin KHK ile işlerinden edilmiş binlerce sağlık emekçisinin bu kritik süreçte işlerine döndürülmeleri konusundaki talepleri ise görmeyebiliyor!
Burada bir parantez. Eğer şu anki durum virüs ile mücadele ise, öncelikle sağlık altyapısını hazırlanması, sağlık çalışanlarının istihdam edilmesi ve sağlık emekçilerinin korunması gerekiyor. En büyük risk grubunu onlar oluşturuyor ama sanki en korunmasız da onlar gibi...
Milyar dolarlık, hasta (müşteri) garantili şehir hastaneleri yapılmış, ama bir çok taşra hastanesinde çalışanların kullanması için yeterli dezenfektan, maske ve eldiven olmadığına yönelik haberler çıkıyor...
Alınan birçok yerinde tedbirlere rağmen, devlet ve yönetsel kurumlarının güvenilirliği, al(a)madığı tedbirler yüzünden, vatandaş nezdinde yok gibi. Öyle görünüyor çünkü, Diyanet'in açıklamasına rağmen Cuma namazını camilerde kılmaya çalışanlar; Sağlık Bakanı'nın açıklamalarına rağmen özellikle sosyal medya üzerinden yayılan vaka sayılarına ilişkin söylentiler; tüm uyarılara rağmen risk grubundaki vatandaşların dışarıda dolaşması sanki devlet ve kurumları ile ilgili bir güvensizlikten kaynaklanıyor. Tabii bu güvensizliğin de, bu davranış ve söylentilerin kaynağı da bizzat devlet ve yetkili kurumların tavır ve söylemlerinde ve yapmadıklarında yatıyor. Konu ile ilgili uzmanların görüşleri ve diğer ülkelerin tecrübelerine rağmen, vaka sayıları ve bulundukları yerlerle ilgili bilgilendirmenin şeffaf bir şekilde paylaşılmadığı inancı bir yandan güvensizliği yeniden üretiyor, diğer yandan da söylentileri ve aksi tutumları beraberinde getiriyor.
Oysa, şimdiye kadar yaşanan tecrübeler gösteriyor ki salgının kontrol altına alınmasındaki en etkili yaklaşım konu hakkında şeffaf ve aynı zamanda tedbirlerde sıkı ve ciddi olmak. Bu yaklaşımın uygulanmadığı her gün biraz daha gecikme anlamına gelmektedir. Dolayısıyla devletin yetkili organlarının geç olmadan vaka sayılarını, bulundukları yerleri paylaşması- ki orada yaşayanlarda ciddiye alabilsinler- ve Çin Kızılhaç yetkilisinin İtalya'da ifade ettiği "zamanı durdurmak" dahil olmak üzere sıkı tedbirleri ve hayata geçirmesi gerekir, aksi takdirde hepimiz için çok geç olacaktır. Vatandaş olarak da bizlere ve STK'lara düşen görev de -İzmir'de STK'ların yaptığı gibi- devleti ve yetkili organlarını bu konuda uyarmaktır...
Hem yönetimler, hem de insanlık bu felaketlerde bir sınavdan geçiyor aslında, ve her sınav gibi bir sonrakine tecrübe olarak biriktiriyor heybesine... Önemli olan bu tecrübeleri iyi bir şekilde değerlendirmek... Yeni bir güne, Newroz'a uyanmak dileğiyle...
*Akademisyen/Barış Bildirisi İmzacısı