Salgından sonra
Yaşamın kırılganlığı ve kısa olduğunun fark edilmesi insanları yeni arayışlara yöneltebilecek. Hayatın gerçek öncelikleri, en azından bir süreliğine daha insanca bir yaşam için kitleleri harekete geçirir mi? Salgından sonra dünya yeni bir hale bürünecek. Bunun nasıl bir tablo olacağı henüz netleşmese de yepyeni boyutta sorunların, taleplerin ve çözüm arayışlarının olacağı artık ortada.
Can Ertuna*
Bugün uzak gözükebilir ancak “salgın sonrası” günün birinde gelecek. Yarattığı, yaratacağı dramatik dönüşümlerle birlikte zamanın bölüneceği bir eşik olması muhtemel (sosyal bilimler literatüründe bu yeni dönemin, salgın ya da pandemi sonrası dönem, “post-pandemic” olarak anılması olasılık dahilinde). Peki Covid-19’un birbiri ardına canlar alması engellendikten sonra bizi nasıl bir dünya bekliyor? Buna, bir kısmı aceleci kehanetler barındıran, bazı yanıtlar üretilmeye başlandı bile. Kimilerine göre, bildiğimiz anlamda küreselleşmenin, hatta kapitalizmin sonu geldi. Kimilerine göre, kapitalizm her badireyi atlatabildiği gibi bunu da atlatacak; hatta egemen sınıflar daha bile avantajlı çıkacak bu distopyadan. Bu yazı, genelleyici bir kehanette bulunmayı amaçlamıyor. Daha çok bu sürecin küresel güç ilişkilerine, ekonomik dengeye, kültüre, hatta insan ilişkilerine ne tür etkileri olabileceği üzerine dünyada yazılan ve konuşulanları derleme niyeti taşıyor. Buradaki niyet, peşin yanıtlardan çok, doğru soruları sorabilmek...
Endüstri 4.0, yapay zeka, 5G teknolojisi, nesnelerin interneti konuşurken, bir anda, küresel ölçekte en değerli meta basit bir ameliyat maskesi oldu. Bu bile yaşanan küresel kırılmanın boyutunu gösteriyor. Televizyon ekranlarının köşeleri, ölüm sayaçlarına dönüşmüş halde. İnsanlar gergin, tedirgin ve hüzünlü. Küresel kentlerde hiç tükenmez sanılan stoklar tükeniyor; Londra’daki marketlerde un ve tuvalet kağıdı bulanan tüketici evine mutlu dönüyor. Tüketim malzemelerinin sınırsız sanılan tedariğinin aslında ne kadar kırılgan bir sisteme dayandığı ortaya çıkıyor.
Küresel ölçekte eğitim faaliyetleri aksadı. Uçaklar yerde, oteller boş ya da kapalı, restoran, bar ve eğlence mekanlarının kapılarına kilit vurulmuş durumda. Virüs yayıldıkça, sırtını tüketime dayayan kapitalizmin krizi de derinleşmekte. Marksist düşünür David Harvey’e göre büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkacağı bu dönemde canlanan yegâne tüketim alanı, eve kapananların arka arkaya dizi ve filmleri sıralayarak iştahla katıldıkları “Netflix ekonomisi”. Harvey, hükümetlerin işsizlik oranlarını da gözeterek tüketimi canlı tutabilmek için sürece müdahil olmasının gerekebileceğini, Trump’ın ABD’de “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganına sığınarak aslında Bernie Sanders’ın önerdiğinden daha “sol” politikaları uygulamak ve kurtarma paketleri devreye sokmak zorunda kalabileceğini belirtiyor.
İspanyol sosyolog Manuel Castells, “herkesin dünya vatandaşı olarak tanımlandığı liberal düzen, belki de bu salgının ilk kurbanıdır” diyor. Herkesin birbirine bağlı hale geldiği iletişim teknolojileri üzerinden “ağ toplumu” tanımını geliştiren Castells yaşanacak olan kırılmaya dikkat çekiyor. La Vanguardia Gazetesi’ne “Virüs Zamanı”nı yazan Castells, küreselleşmenin salt ekonominin lokomotifi olmadığını; salgınlar, terörizm ve çevre sorunlarının da taşıyıcı zemini olduğunu hatırlatıyor.
Küreselleşmeci liberal ütopyanın sorgulandığını belirten bir diğer isim, siyaset bilimci Ivan Krastev. New Statesman dergisine yazan ve Covid-19’u “küreselleşme karşıtı bir virüs” olarak nitelendiren Krastev’e göre, sınırlar artık ortadan kalktı efsanesi, herkesin kendi vatandaşları için sınırları kapatmasıyla büyük oranda yok oldu. Erozyona uğrayan sadece bu ideal değil, aynı zamanda her şeyin piyasaya havale edildiği dizginsiz neoliberal anlayış. Krastev, salgının, insanların devlete olan ihtiyaçlarını hatırlamalarına yol açtığı, ve kitlelerin sadece virüsten korunmak için değil, batan ekonominin kurtarılması için de yüzlerini hükümetlere döneceklerini düşünüyor. Neve Gordon ve Catherine Rottenberg Al Jazeera için kaleme aldıkları yazıda yaşanacak olan ekonomik kırılmaya dikkat çekiyor ve ABD’de 1930’lardaki büyük buhran sonrası uygulamaya konan ve yoksul kesimlerle işsizlerin kollanmasını amaçlayan “yeni düzen” politikalarına benzer ve çevreci bir “yeni düzen” öneriyorlar. Bu iki isim ayrıca, dijital gözetimin de virüsle mücadele sürecinde yeni bir evreye ulaşmış olabileceğine dikkat çekiyorlar. Çin ve İsrail’in cep telefonlarına yüklenen bir uygulamayla vatandaşlarının nerede olduğunu takip etmesini, normalde bireysel hak ve özgürlükler açısından tehdit olabilecekken bu dönemde normalleşen uç örnekler olarak anıyorlar. Birleşik Krallık’ta yerel seçimlerin ertelenmesi, polise virüs taşıma şüphesi olanları gözaltına alma yetkisi verilmesi ve bir çok ülkede protesto ve gösterilerin yasaklanmasının yarattığı iktidar konforunun salgın sonrası dönemde de kalıcı olup olmayacağı sorgulanıyor.
Sistemin böylesi kökten değişimlere gebe olmadığı yönünde görüşler de var. Daniel Drezner, Washington Post’taki yazısında ABD’nin aslında, sağlık malzemesi gibi birçok alanda yaşadığı tedarik sorununun Çin ile rekabet nedeniyle içe kapanmasının sonucu olduğunu ifade ediyor. Drezner’a göre popülist milliyetçilik, küresel mal tedarikinde yaşanan sorunların politik altyapısını oluşturuyor ve suçlanması gereken küreselleşme değil ancak gümrük vergileriyle ithalatın budanması ve yetersiz kalan stoklar. Ancak Drezner’in yazısında yaşanacak olan ekonomik çöküntü sonrası nasıl bir toparlanma sürecine gidilebileceği sorusu yanıtsız kalıyor.
Karantina, sosyal mesafelenme (ya da fiziksel mesafe) ve temassızlık yeni bir kültüre, insanlar arasında yeni bir ilişki biçiminin yerleşmesine de yol açıyor. Krastev, dayanışmanın yeni tanımının, ironik olarak, sosyal mesafeyi koruma olduğuna dikkat çekiyor. Haaretz Gazetesi’ne yazan David Grossman’a göre ise insanlar çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği, iş yerlerinin kapandığı bir dönemin sonunda, kapandıkları evlerinden değişmiş olarak çıkacaklar. İlişkilerini, hayattaki önceliklerini, iş ve kariyer tercihlerini hatta çocuk yapıp yapmama kararlarını gözden geçirecekler. Yaşamın kırılganlığı ve kısa olduğunun fark edilmesi insanları yeni arayışlara yöneltebilecek. Hayatın gerçek öncelikleri, en azından bir süreliğine daha insanca bir yaşam için kitleleri harekete geçirir mi? Grossman bu soruya yanıt arıyor ve gündelik politikalar çerçevesinde düşmanlığı körükleyen anlayışların da birçokları için önemsiz kalabileceği umudunu dile getiriyor. Castells de bu süreçte insanların da sistem gibi kırılganlıklarını keşfedeceği bir noktaya evrilip evrilemeyeceğini sorguluyor. İnsanların bir izolasyon süreci sonrası, hayatın anlamının yeniden keşfedilebilmesi ve başka (doğal) felaketlere yol açacak yıkıcı rekabetten vazgeçmesi için bir fırsat sağlaması yönündeki umudu dillendiriyor.
Salgın devam ettiği sürece toplumsal ve ekonomik krizin boyutu derinleşiyor. “Herkes aynı şekilde etkileniyor” ifadesinin ne kadar yanlış olduğu, ön cephede yer alan sağlık çalışanları kadar, hizmet sektörünün düşük ücretli çalışanlarının temel gereksinimlerin karşılanması için seferber edilmesiyle her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Dünyanın dört bir yanında çok farklı sektörlerde iş yerlerinin kapılarına bir daha açılmamak üzere kilitler vurulurken yeni işsiz orduları ortaya çıkıyor. Ev-ofis ve uzaktan çalışma pratikleri zamanından çok daha önce geniş bir esnek çalışanlar ordusu yaratıyor. Tüm bunlar olurken insanlar sağlıklarını korumak, sevdiklerini yitirmemek için dayanışma ağlarını daha da sıklaştırma arayışına giriyorlar. Bu noktada yöneticilerini de sorguluyorlar, sorgulayacaklar. Salgından sonra dünya yeni bir hale bürünecek. Bunun nasıl bir tablo olacağı henüz netleşmese de yepyeni boyutta sorunların, taleplerin ve çözüm arayışlarının olacağı artık ortada.
* Doktor Öğretim Üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Bölümü