Siyasal bir alegori, mekânsal bir trajedi: Şehir hastaneleri
Şehir hastanesi gibi büyük ölçekli projelerin kentlerin üst ölçekli planlama süreçleriyle birlikte ele alınmaması, ulaşım ana planları ve kentin sosyal, ekonomik faaliyetlerine ve demografik öngörülere içerilmemesi bunun yerine plan değişikliği ya da tadilat şeklinde kolajcı bir anlayışla kent planlarına monte edilmesi de yine oldukça önemli bir sorundur.
Pınar Yurdadön*
Malum Covid-19 salgını, iktidarca iyi yönetildiği varsayılan bir sanrıyla kamuoyunda kendine yer bulurken, paradigmanın iflası da çok gecikmeden gerçekleşti. Üstelik bu gündemi ekonomi politiğin penceresinden açıklama girişimleri, her zamanki “şimdi sırası mı” retoriğiyle çarpışadursun, iktidar bir yandan da doğa koruma alanlarının, korunan alanların yapılaşma kriterlerinin değiştirilmesi gibi hayati konuları da gündeme kurban etmedi (!). Evet, şimdi tam sırası… “Salgın zengin fakir ayırmıyor”, “Evde kal Türkiye” ve olmazsa olmaz milli şiarımız “Hepimiz aynı gemideyiz” yaklaşımının sahiciliği de samimiyeti de tartışılır. O zaman koroya şu soloyla cevap verelim, filler ve karıncalar da aynı ormanda; fakat filler sultanı ‘artık filsiniz’ deyince karıncalar fil olmadı. Karıncalar fil olmadığı gibi sakalını boyayan sarı sakallı karıncalar da kırmızı sakallı… Ve devamla bunların işbirlikçi hüdhüd kuşundan da dost olmadı… Ne ki kırmızı sakallı karıncaların bunu anlamaları için ironi bu ya önce fil olmaları gerekmekteydi.
Meseleyi mikro bir alana sıkıştırarak birey ve çevresinde örgütlü kurumlarla kısıtlamak yurdum insanı için bir miktar self-oryantalist bağlamıyla “yok Almanlar şöyle, İsviçreliler böyle” mottosunun seküler bir tekrarı ya da tersinden yandaşvatandaş sendromunun tezahürü de olsa, sanıldığı kadar zararsız ve tutarsız değil. Siyasal iktidar ve mekanizmalarının “evde kal”manın koşullarını oluşturmadığı, sosyal hizmetlerle -burjuvai olanları bile arar olmuşken- bunu desteklemediği bir ortamda her söylem sloganlaşmaya mahkumdur. Salgın zengin fakir ayırmıyor diyenlere, Hacı Sabancı’nın sosyal medyada epeyce gündem olan kondisyon bisikletli paylaşımına bakmalarını öneririm. CEO’lar, Ar-ge çalışanları, akademisyenler ve hatta küçük memurlar dahi evde çalışma koşullarına sahipken (CEO’ları çıkarırsak diğer sayılanlar bunun sorumlusu olarak görülemezler elbette) fabrika işçileri, madenciler, AVM çalışanları, çağrı merkezi çalışanları, kasiyerler ve benzeri emekçiler sokakta olmak, sokaktan yaşamak zorunda.
Sermaye birikimi, sokakla, semtle, kentle ve nihayetinde mekanla mümkün. İşbu sosyo-mekansal içerimin en billur ifadelerini tarihsel-coğrafi materyalizmin ufuk açıcı bağlamında buluruz. Bir taşınmaz olarak mekân, o meşhur pastoral ve dekoratif çerçeve anlayışında gizil arkaik okumasının aksine gayet de ilişkisel ve devinimsel bir üretim aracı ve üretimdir (product). Böyle bakıldığında toplumsal siyasalar, toplumsal ilişkiler, toplumsal mücadele ve toplumsala dair ne varsa mekânda, mekanla zuhur eder. Devamla, gündemimiz olan toplumsal sağlık da bir toplumsal mekân sorunudur. Sağlık hizmetinin hakça ve adilce verilmesi mekânsal eşitsizliklerden yol almadan ve bu hizmetin yeni eşitsizliklere yol açmadan gerçekleştirilmesiyle de paraleldir. Neoliberal kapitalist devletin bu minvalde aksini eylemesi mümkün olmamakta, tümden de gidilse tüme de varılsa netice değişmemektedir. Haddizatında bu yönde bir gayesi olmayan iktidarın böylesi bir ufkunun olması da beklenmemektedir. Diğer yandan, bu durum yazının eşiğini de oluşturan sağlık hizmetlerinin mekânsallığını tartışmaya herhangi bir engel de teşkil etmemektedir.
Corona salgınıyla birlikte test uygulanan ya da enfekte olanların tedavisinin yapıldığı hastaneler Sağlık Bakanlığı'nca açıklanmakta ve konuya ilişkin güncel bilgiler paylaşılmakta; ancak konunun önemli bir yönünü de iktidarın mega projelerinden olan şehir hastanelerinin bu salgınla mücadeledeki rolü ve bu rol hasebiyle salgın öncesi pozisyonunun da yeniden gündeme gelmesi oluşturmaktadır. Şehir hastaneleri, basitçe ifade edilirse hem bir kentsel politika biçeminin cisme gelmesi hem de ilişkisel bir gözlükle bahse konu politikanın sürdürülebilirlik koşullarının ön safında yer tutması anlamına gelmekte. Dağınık ve kentin farklı yerlerinde bulunan hastanelerin yığılması, dikeyde bütünleşmesi olarak da ifade edilebilecek bu hizmet sunumu, dolayısıyla yeni bir hastane ve yatak imkanından çok bir nevi yer değiştirmeden fazlası değil. Ancak dikeydeki bu bütünleşme sadece şekil ve şemail meselesi olmayıp, aynı zamanda içerikle de örtüşmekte. Modern ve terk edilmiş bir anlayışın ürünü olan böylesi bir formun seçimi, coğrafi tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Merkeziyetçi yerleşme anlayışı, hastanelerin yönetim anlayışıyla karşılıklı beslenmektedir. Hastaneler kamu-özel yatırım ortaklığı ürünü olup, hem Sağlık Bakanlığı'nın atadığı başhekim hem de ilgili firmanın atadığı müdür aracılığıyla yönetilmektedir. Dolayısıyla şehir hastanelerinin kamusal hizmet vasfı tartışılırken şehir planlaması bağlamında yer seçiminin sorunsal haline gelmemesi pek de mümkün görünmemektedir. Hastaneler ya kentin oldukça uzağında (Bursa) ya orman vasıflı arazide (Ankara-Bilkent) ya da askeri alanda (Kocaeli) inşa edilmiş, erişilebilirlik gibi önemli bir ilke hele de söz konusu sağlık hizmeti iken anlaşılmaz biçimde kolayca yadsınmıştır. Üstelik neredeyse hepimizin bildiği o meşhur özel hastaneler, otopark ihtiyacı ya da acil servis giriş çıkışını adeta yerle bir edercesine kent merkezlerinde yükselirken… Sağlık sisteminin özelleştirilmesi, çeşitli holding ve gruplara devredilmesi, metalaştırılıp hastanelerin işletme, hastaların müşteri haline gelmesi bir kentsel siyasa olduğu kadar kentsel mekân meselesidir de.
Başka bir sorun ise corona hastalarının ayrı bir hastanede tedavi edilmesi yerine, karma şehir hastanelerine alınmasına ilişkin. Bu durum hastalığın yayılma riskini arttırırken aynı zamanda farklı sorunlarla hastanelere ulaşmak isteyen insanların salgına maruz kalma riskiyle tedavi süreçlerini ertelemeleri, hastaneye gitmemeleri sonucunu da doğurmakta. Merkezileşmiş hastane sistemi salgının tedavisinde veya önlenmesinde ciddi bir engele dönüşmekte.
Şehir hastanesi gibi büyük ölçekli projelerin kentlerin üst ölçekli planlama süreçleriyle birlikte ele alınmaması, ulaşım ana planları ve kentin sosyal, ekonomik faaliyetlerine ve demografik öngörülere içerilmemesi bunun yerine plan değişikliği ya da tadilat şeklinde kolajcı bir anlayışla kent planlarına monte edilmesi de yine oldukça önemli bir sorundur. Hele ki küresel bir salgınla karşı karşıya gelindiği bu gibi durumlarda mevcut sağlık sisteminin mekânsal organizasyonunun işlevselliği daha yakıcı bir hal almaktadır. Üstelik bu hastanelerin büyükşehirlerde konumlandırıldığı düşünüldüğünde, yerellerde hasta olan ya da hastalık şüphesi taşıyan kişilerin büyükşehirlere davet edilmesi söz konusu olmaktadır. Bu durum ise salgının büyükşehirlere yayılması riskini arttırmaktadır.
Özetle, kâr amacı güden bir şirket gibi çalışan şehir hastaneleri şimdiden Rem Koolhaas’ın “junkspace” olarak ifade ettiği atık mekanlara dönüşme sürecinde. Hastane fonksiyonuyla kamusal (toplumsal anlamıyla) mekân niteliği hiç olmadan neredeyse tüketime odaklanan bu mekân, bu ahvaliyle tartışmasız bir becerisizlik, modernizmin anakronik bir temsili olmasından hareketle de imkânsız bir beceri (?) halini yansıtmaktadır.
*Şehir plancısı