Turnusol kağıdı: Korona ve varoluşsal kaygılar
İnsanın kendisiyle baş başa kalması neden ve ne kadar zor ki baş başa kalmamak adına yapılabilecekleri sıralar dururuz?
İlke Tarhan*
Önceleri bizden çok uzaktaydı her şey, 4.5 yaşındaki kızımın deyişiyle Çin’deki hastalıktı… Sonra yavaş yavaş küresel dünyada sınırlarımızın ne kadar iç içe geçmiş olduğu ve bugün yaşamakta olduğumuz hız çağıyla birlikte, toplumsal olarak belki de tüm insanlık olarak uzağın ne kadar yakın olabileceği ve yakının ne kadar uzakta kalabileceği gerçeğiyle karşı karşıya geldik. Bu yazının konusu korona virüsüne karşı dik durmanın, izolasyonda sıkılmamanın, bunalmamanın yüz yolu değil, aksine temel varoluşsal kaygıları (ölüm, yalıtılmışlık, özgürlük, anlamsızlık), krizleri ve çelişkileri korona virüsünün sağladığı gerçeklikle birlikte ele almaya çalışacağım.
Korona virüsü salgını, insanlar olarak her daim bilincimizin belki dışında belki kıyısında taşımakta olduğumuz ölümlülüğe, yalıtılmışlığa, diğerlerine göre kaygı yaratması ilk bakışta tuhaf karşılanan özgürlüğe ve nihayetinde hayatımızın, eylemlerimizin ve en temelde varlığımızın anlamsızlığına dair kaygıların, bilincin tam ortasına yerleşmesi tehdidini beraberinde getirdi.
Gerek varoluşçu psikoterapi yaklaşımlarında gerekse de psikodinamik psikoterapi ekollerinde ölüm, anksiyetenin en eski sebebi ve bu haliyle psikopatolojilerin en eski, en arkaik kaynağı olarak ele alınmaktadır. Hayatta olunan her an esasen hayatın sonuna doğru atılan bir adım olmaktadır. İşin kaygıyı katmerlendiren kısmı ise, ölüm ve ölümlülüğün mutlak gerçekliğine karşı bu mutlak gerçekliğin karşısında duran ‘yaşam’ kısmının belirsizliğidir. İnsanı en çok yoran koşullardan biri belirsizlik olmalı ki insanlık tarihi boyunca evrile evrile, yaşam tarzını, moderniteyi evrilte evrilte belirsizliğe inat zamanın çoğunu nasıl yaşayacağımıza dair mühendislik hesapları zaman içerisinde oldukça ilerleten bir insanlık profili oluşmuş. Bugün korona virüsünün ülkemize gelmesi ve hatta gelmesinden çok öncesinden beri ya gelirse düşüncesiyle uykuları kaçan bir grup insanı, kolonya ve market kuyruklarında gördüğümüz bir grup insanı, sosyal medyayı, haber kanallarını sürekli kontrol eden insanları ve bunların tam karşısında gibi görünen bana bir şey olmaz diyen insanları, ölüm anksiyetesini dışa vurarak ya da inkâr ederek de olsa yoğun yaşayan insanlar olarak belki ortak bir zeminde görmek mümkün olabilir. Buraya kadar olan kısım korona virüsünün taşıdığı yaşam tehdidinin görünümü ile ilintili kısım. Diğer taraftan biraz önce bahsetmiş olduğum, hadi abartayım biraz, hayatı noktası virgülüne kadar tasarlayarak belirsizliğin karşısında durmaya çalışan türümüz için, nereden geleceği, kime, nasıl geleceği belli olmayan bir tehdidin ve bu belirsizliğin saf gerçekliği karşısında ne yazık ve bir o kadar gerçek ki tüm ihtimaller hesaplanabilir değil. Hesaplanamayan ve kontrolden çıkan bir yaşam, tahmin edilebilir ki o eski, arkaik kaygıları alevlendirmeye gebe.
Korona virüsü salgınının insanı karşı karşıya bıraktığı en büyük tehdit şüphesiz kaygıların en büyüğü, en eskisi ve en güçlüsü ölüm kaygısı, bununla ilgili söylenebilecek daha çok söz var ancak özellikle içerisinden geçtiğimiz şu günlerde çokça okuduğumuz, uygulanması tavsiye edilen, salgının bu boyutlara varmasında ihmal edilmesinin etkisi olduğu söylenen 'sosyal mesafelendirme’ kavramı, ikinci temel varoluşsal kaygı olan yalnızlık/yalıtılmışlık konusunu öne çıkarıyor. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki varoluşsal bir kaygı olarak yalıtılmışlıktan söz edildiğinde, asosyal, ilişkisiz bir insan tanımlanmıyordur. Burada söz edilen yaşama yalnız geldiğimiz, hatta Heidegger’in tabiriyle dünyaya fırlatıldığımız ve dünyadan yalnız ayrılacak olduğumuz gerçeğidir. Diğer taraftan yalnızlık ve yalıtılmışlık sözcük olarak dahi diğer insanları referans alan, diğer insanlara göre olunan konumu işaret eden bir sözcük. Bu anlamda varoluşsal açıdan yalnızlığa olduğumuz kadar ilişkilere de mahkûm olma durumundayız. Temel bir varoluşsal durum ve kaygı olan yalnızlık/yalıtılmışlık kaygısı, hayatın normal akışında arka planda kendisini farklı sıklık ve yoğunluklarda ilişki problemleri, yalnızlığa tahammül edememe, ilişkilerde manipülasyon, uyumlanma, ilişkilere dair dalgalı seyirli duygular halinde göstermekte iken; önerilen sosyal mesafelendirme, eşle dostla görüşmeme, evde kalma ile bu kaygının arka plan olmaktan çıkıp çıplak bir gerçeklik halini aldığı söylenebilir.
Zannımca sosyal medyada, WhatsApp gruplarında evde sıkılmamak için yapılabileceklere dair çokça paylaşımın olması ve bu paylaşımların ortak temasının zamanı doldurmak ile ilgili olması, dolmayan zamanda kendi gerçekliğimizle, önemli ölçüde yalnız olduğumuz gerçeğiyle, karşı karşıya gelmenin yarattığı dehşetten uzaklaşma çabasıyla ilgili olabilmektedir. Daha basit ifade edecek olursam, ‘zamanı doldurmakla ne yapmaya çalışıyorum?’.
Zaman dolmadığında, günlük rutinler oluşturulmadığında, sosyal araçlar vasıtasıyla insanlarla irtibatımızı nasıl sağlayacağımız günde on defa WhatsApp mesajları, sosyal medya paylaşımları tarafından hatırlatılmadığında, sıkılmamak için yapılacakları bulamayıp sıkılma hali ile kaldığımızda, bütün bu belirlemelerle doldurulan zaman ve zihin boş kaldığında bu boşluk nasıl bir hisse, kaygıya gebe? Tersten sorarsak, insanın kendisiyle baş başa kalması neden ve ne kadar zor ki baş başa kalmamak adına yapılabilecekleri sıralar dururuz?
O vakit tam da özgürlük ve anlamlılık/anlamsızlık noktalarına selam gönderen şöyle bir soru belki de gerçeklik çıkıyor: Oluşturulan rutinler, tasarlanan ve planlanan bir hayat, bir noktada belirsizliği azaltmak için harcanan çaba ve gösterilen gayret ile kontrol içerisinde yaşanan hayatın ne kadarı iradi tercihler, eylemler; ne kadarı belirsizliğin akıntısına kapılmamak için tutunulan ancak ironik biçimde yine belirsizliği referans alan bir yaşam?
Korona virüsü, yaşam tehdidi kanalıyla, sosyal yalıtılmışlık kanalıyla ve tüm bunların karşısında yaşamın anlamsızlığı, hayatımızın ne kadarının bize ne kadarının belirsizliğe ve kaygılara karşı aldığımız önlemlere ait olduğunu ters yüz etme kanalıyla tutunduklarımızı elimizden alıp bizleri bu kaygılarla birer birer baş başa bırakıyor.
İnsan belirsizlikle olan savaşını halihazırda doğasında barındırmakta iken modernitenin üzerine bir kat daha cila çektiği belirlenimcilik ihtiyacının bizlere biçtiği yaşam alışkanlıklarının korona virüsü nedeniyle bir anda değişmesiyle, ne yapacağımızı bilmez şekilde günü geçirme reçetelerini takip eder ve birbirimizle paylaşır halde bulduk kendimizi. Çünkü sıkılmamalıyız, boş durmamalıyız, kültürlenmeye devam etmeliyiz. Çocuklar da sıkılmamalı, onların her sıkıntısına ebeveynler çare olmalı vb. bu liste uzayıp gider. Ancak en temeldeki çünkü, yukarıda bahsettiğim üzere kendimizle baş başa kalmanın varoluşla baş başa kalmak anlamına gelmesi.
Benim farklı bir noktadan bakmaya çalıştığım şey ise hazır kaygılarla karşılaşmamak adına kurulan ortak sistem bu kadar çökmüş iken hayatın şimdiye kadar ne ölçüde kaygıların ve onlardan kaçmak, onları inkar etmek üzere yaşandığı üzerine düşünmek, bu anlamda kaygılar şekillendirmeseydi ve farkında olarak, onlardan kaçmak üzere değil onlara rağmen ve en iyisi onlarla birlikte yaşanan hayat nasıl bir tarzda yaşanırdı buna odaklanmak. Buna bir anlamda kişinin kendisiyle tanışması, kendini keşfetmesi denilebilir.
Ve son olarak korona virüsünü kendi varoluşsal kaygılarımıza bakmak için bir turnosol kâğıdı olarak kullanmayı öneriyorum. Çünkü bizler kendi varoluşumuza baksak da bakmasak da ölümlülük, varoluşsal yalıtılmışlık, seçimlerimizin bize ait olduğu gerçeği ve hayatın anlamına dair sorgulamalar, hayatımızı belki az belki çok şekillendiriyor. Ancak bakmakla bakmamak arasında şöyle bir farktan söz edilebilir: Varoluşçu psikoterapi yaklaşımları ruhsal sıkıntıların kaynağını uzun süreyle ve ısrarla bakılması reddedilen deneyimler olarak tanımlamaktadır. Bu anlamda var olduğu halde bakılmayanlar yok saymakla, bakılanlar var olmakla eşdeğer. Unutmamalı ki terapilerin çoğu farkındalık ve deneyimleme üzerinedir. Belki bu fırsatı kendimizden esirgememek gerekir!
*Klinik Psikolog/Psikoterapist