Korona anksiyetesi varoluşa 'temas' ederse
Şimdi iki seçenek var: Ya bu bulantı duygusundan kaçmak için yeni uyuşturucular bulunacak, ihtiyacından fazla yemek yapmak, gereğinden fazla internetle haşır neşir olmak, giderek çoğalan Instagram yayınlarına konuk olmak, alkole yaslanmak gibi ya da bu bulantı duygusu takip edilecek.
Berna Görgülü Çelik*
Anksiyete varolmanın bedelidir. İnsan yavrusu anne rahminden çıkıp dünyanın ortasına düşer düşmez onu sarar, sonra da yaşamı boyunca bırakmaz. Dolayısı ile eser miktarda hissedilen anksiyetenin yaşamın devamlılığı için işlevi büyüktür ve gereklidir. Miktar çoğalırsa denge kaybolur, baskınlaşır. Acı ile ekşi karışımı, az iken güzel fakat çoğaldıkça yemeğin otantik tadını ve kokusunu baskılayan bir hale gelir. Varoluşa hizmet eden anksiyete, dozu çoğaldığında otantik varoluşun üzerini örter. Her yer, her şey anksiyete olur dozu arttıkça. Her bakılan yerde tehlike, her basılan yerde düşman görülmeye başlanır.
Korona virüsü tüm dünyayı içine alan bir anksiyete bombardımanı salınca, ilk etkiler psikolojik olarak yaşanmaya başlandı. Eczanelerde kolonyalar maskeler tükendi, marketlerin rafı boşaldı, evlerin kapısı sıkı sıkıya kapandı. Panik ve anksiyete hayalet gibi kapıların önünde dikilmeye başladı, ne zaman evden dışarı çıkılsa anksiyete ile yüzleşmeye başladı herkes. Normal şartlarda rahat olmak, gevşemek, sakinlik iyi gelen duygularken; bu durumda tetikte, hazırlıklı, savunmada olmak güvende hissettirmeye başladı, sanki bir savaşın içindeymişiz gibi. Konunun tıbbi tarafı ile ilgili bahsetmeyeceğim, uzmanlık alanım değil; ben koronanın ortaya çıkardığı varoluşsal anksiyetenin izleyicisi ve tercümanı olarak buradayım bu yazımda.
Anksiyete çoğalınca göğsün üzerine bir ağırlık yapar, sanki orada kilolarca yük varmış, gitmiyormuş, rahat nefes almaya izin vermeyen bir karabasanmış gibi sıkıştırır. Yumruk darbesi ile değil, üste çöken ağırlığı ile hareketsiz bırakır. Bunaltıcı, sevimsiz, sıkıcı bir atmosferin içine sokar. Yaşamsal faaliyetleri engelleme noktasına çok sık getirmez; fakat yaşamı tehlikelerle dolu bir hale getirir ki, buna yakalanınca kaçmak çok da kolay değildir.
Jean Paul Sartre ‘Bulantı’ isimli romanında ‘varolmak, burada olmaktır’ der. Burada olmak, anda kalmak ve akışta kaybolabilmek demek. Söze dökülünce iki kelime olsa da iş pratiğe gelince en zor şeylerden biri anda olmak, dolayısı ile de var olmak. Çünkü bunun için ilk şart güvende hissedebilmek, dış dünyanın kabullenici, kapsayıcı ve güvenli olduğunu var saymak. Kendi zihninin içinde parmak sallayan bir el, yargılayıcı bir göz, tehdit dolu bir evren, tehlikeli bir dünya varken anda kalma işini, varoluşunu hissetmeyi başarmak oldukça zor. Varoluşunu hissedememenin acısı ise ‘bunaltı’ Sartre’ın işaret ettiği gibi. Sürekli sahibinin izini süren, ne öldüren ne de süründüren; fakat tatsız tuzsuz bırakan bir duygu bunaltı. Böyle bir bunaltı içinde iken keyif verici tek şey ‘uyuşturucular’ . Uyuşturucu derken kast ettiğim beynin ödül merkezini uyaran aktiviteler. Yemek, alışveriş, alkol, sigara, seks, uyuşturucu, hırs, başarı gibi tükettiren alışkanlıklar. Bunların yaşattığı hoşnutluk haz duygusundan ortaya çıkar, kısa sürelidir ve ‘bulantı’ ile yüz yüze gelmemek için, yaşattığı haz duygusu bitince yerine yenisini koymak zorunludur.
Korona ile evlerimize kapanıp, kapı pencereleri kilitleyince dışarıdaki birçok ses sustu haliyle. Artık evin içinde bir ben var bir de benden gelen sesler. Dışarıdayken duyulmuyordu bunlar, dışarıdaki kalabalığın sesi çok baskındı çünkü; fakat o ses kesilince duymaktan başka, yok saydığını görmekten başka çare kalmadı. Anksiyete kanser hücresi gibidir; nerede zayıflık varsa gelir oraya yerleşir, orada köklenir ve filizlenmeye hazırlanır. Dolayısı ile her bireyin anksiyete ile imtihanı farklı yollarda olur. Kiminde psikosomatik semptomlar gelişmeye başlar, kimi ise felaket senaryoları yazmakla meşgul olur geleceğe dair.
Şimdi iki seçenek var sırada; ya bu bulantı duygusundan kaçmak için eldeki sınırlı imkanlarla yeni uyuşturucular bulunacak, ihtiyacından fazla yemek yapmak, gereğinden fazla internetle haşır neşir olmak, giderek çoğalan çılgınca türeyen Instagram canlı yayınlarına konuk olmak, alkole yaslanmak gibi; ya da bu bulantı duygusu takip edilecek ve onu ortaya çıkaranla karşı karşıya gelinecek hazır fırsat varken. Bir önceki yazımda biraz değinmiştim, yabancılaşmak kişinin kendine sırtını dönmesidir diye. Kendi kişisel tarihini, kendi duygularını, arzularını, hayal kırıklarını, başarısızlıklarını görmezden gelmesidir.
Şimdi herkesin kendine yaklaşmak, kendisi ile ilişki kurmak için hiç eline geçmeyecek bir fırsatı var. Anksiyetenin peşinden gidip kendini keşfe çıkmak, anksiyetenin ardındaki temel korku ile tanışmak ve bu korkunun kendi kişisel tarihinde nerelere denk düştüğüne bir göz atmak, hem koronanın ortaya çıkardığı anksiyete bozukluğundan korur, hem de dinlendirir. Sonra da bu korkunun bulaştığı diğer parçalara de bakmak, başka nerelerde kendini gösteriyor, hayatını neye çeviriyor, bununla yüzleşmemek için nelerden vazgeçiyorsun, bu korku olmasaydı hayatına nasıl devam ederdin bunları görmek. Korku ve anksiyete bulaşıcıdır çünkü, hem de virüsten daha hızlı yayılır. Hem yaşayanın içinde farklı parçalara bulaşır, metastaz yapar hem de başkalarına bulaşır. En tehlikeli hastalıktan bile daha tehlikelidir bu sebeple.
Korku ve kaygı ile yoğurulup sürekli korona haberleri takip etmek, ‘burada olmaktan’ uzaklaşıp sürekli ‘koronada’ olmak da bir seçim, bu kaygıların izini sürüp ‘kendilikle’ teması sürdürmek de… Temasa bu kadar hasret kalmışken, kartlar bile temassız, insanlar arasındaki mesafe bir metreden az olamazken, temasa bu kadar ihtiyaç duyup, online temaslarla bunu hafifletmeye çalışırken, kendilikte olan temas, en sahicisinden bir yara bandı olur bu dönemde diye düşünüyorum. 'İç'ten gelen seslere kulak kabartabildiğimiz, beden sağlığımız kadar ruh sağlığımıza da özen gösterdiğimiz günler dileği ile…
*Uzman Klinik Psikolog/Psikoterapist