Korona günleri ve 'sivil itaatsizlik'

Ben bu yazıda, camilerin cemaate kapatılmasına yönelik tepkiyi ve 65 yaş üstünün sokağa çıkma yasağının uyandırdığı rahatsızlığı “sivil itaatsizlik” duyarlılığı ile (bugünden yarına ışık tutmak üzere) ele almak istiyorum.

Google Haberlere Abone ol

Halûk Sunat

Korona günleri, tırmanan vaka ve ölü sayısıyla dünyanın dörtbir yanında bir bilinmeze doğru akıp giderken bazı şeyleri yeniden düşünmemize de vesile oluyor.

Mevzu virütik bir salgın olduğunda kamu sağlığı ile ilgili düzenlemelerin yapılması ve önlemler alınması, giderek kamusal yaşantıya ilişkin kısıtlar getirilmesi kaçınılmaz. Bu ise, “devlet” ile “yurttaş”ı “haklar ve özgürlükler” bağlamında karşı karşıya getiriyor. Ben bu yazıda, camilerin cemaate kapatılmasına yönelik tepkiyi ve 65 yaş üstünün sokağa çıkma yasağının uyandırdığı rahatsızlığı “sivil itaatsizlik” duyarlılığı ile (bugünden yarına ışık tutmak üzere) ele almak istiyorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı cuma hutbesi vesilesiyle cami avlusuna kadar dolup taşmış cemaate, “kalabalıklardan uzak durunuz” telkin ve tavsiyesiyle seslenildiğinden az sonra, geçen hafta içinde idi sanırım, —gecikmeli bir kararla— camilerde cemaat hâlinde ibadet yasaklanmıştı. Tanıklığım o sıralar; “liberal” kimliği ile tanıdığımız akademisyen (bir iktisat profesörü), ana-akım dışı bir televizyon kanalında, geçen yakın zamanın değerlendirmesini yaparken, mealen, “Ha,” dedi, “bir de şunu söyleyeyim; evet, bazı tedbirler alınması kaçınılmaz, uyuluyor uyulmuyor, hatta işte bir yerde caminin kapısını kırmış galiba içeride namaz kılmak isteyen cemaat, onda da olumlu bir şey var bana kalırsa, ‘sivil itaatsizlik’ diye bir şey benimsenmiş bu vesileyle”. Sanırım şaka yapmıyordu (belki de, müminin, —nicedir “siyasi İslam”la yoğurulmuş devletine— itaatsizlik eylemi içinde oluşunun yaşattığı tuhaflık/hoşluk duygusuydu paylaştığı); her neyse, işte o kulak misafirliği beni “sivil itaatsizlik” dediğimiz şeyi (ve onun üzerinden vakanın kendisini) bir kez daha düşünmeye davet etti. Sonrasında da, kolonya ve maskede yaşa takılmışlığını sokağa çıkma özgürlüğüne —şimdilik— tahvil edebilmiş 63’lük beni, 65 üstünün “yasaklılık mağduriyeti”ni değerlendirmeye ayarttı, aynı hassasiyetle.

SİVİL İTAATSİZLİK

“Sivil itaatsizlik” kavramını kendisiyle başlattığımız Henry David Thoreau, “Devlete Karşı İtaatsizlik Görevi Üzerine” (“The Resistance to Civil Government”, 1849, Boston) başlıklı yazısına, “En iyi hükümet, en az yöneten hükümettir parolasını kendime düstur edindim” diye başlar.(1) Yazısının bütününe bakılırsa, yöneten hükümet iradesi karşısında “birey” katından konuştuğu görülecektir, Thoreau’nun; “bireye gerçek saygı”. Öncelikle, “uyruk” değil, “insan” olarak saygıyı hak eden; “yasa”yı değil, “adalet”e saygıyı esas alan birey ve onu o değerleriyle yönetimsel iradeye katan, doğrunun ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğa yaslanan gücüyle değil, vicdanı esas alarak karar veren hükümet (iktidar, devlet) ile kurar çerçeveyi Thoreau. Verili olanla yetinmeyen, “ilkeli” davranıp hakkı gözeten ve pratik adımlar atabilen, şeyleri ve ilişkileri değiştirmeyi göze alan (“devrimci” öze bağlı) bireydir Thoreau’nun sahiplendiği. Haksız yasalar varsa, değişinceye kadar (ya da, çoğunluğun yasa değişikliği için ikna olacağı vakti bekleyerek) itaat değil, ihlali üstlenebilen bireydir o: “[Y]asa, doğası gereği seni zorunlu olarak başkasına yönelik haksızlığın aracı durumuna düşürecek yapıdaysa, yasayı çiğne! Yaşamını, makineyi durdurmak için kullan. Her durumda dikkat etmen gereken şey, lanetlediğim kötülüğün aracı olmamaktır.”(2) Bu vurgusu ile, Thoreau’nun, kendisi ile sınırlı hak arayışındaki bireyden değil; “başkasına yapılan haksızlığı” (da) reva görmeyip itiraz ederken “kamu vicdanı”nı gözeten bireyden söz ettiği de açıktır. Sandığa attığı kâğıt parçasıyla yönetim gücünü çoğunluk iktidarına teslim etmekle yetinmeyen; kamu vicdanını esas alarak itiraz eden ve itaatsizlik gösterebilen bireyden. (3) (4)

İşte; kaynağını Thoreau’da bulduğumuz, 1980’li yıllarda Avrupa’da olduğu gibi yakın zamanlarda Türkiye’de de tartışılmış olan “sivil itaatsizlik”, hemen söyleyelim, toplumsal muhalefetin tümüyle susturulduğu ya da denetim altına alındığı “totaliter” ya da demokrasi dışı rejimlerin değil, gelişmeye, öğrenmeye açık ve ehil; son tahlilde çoğunluk kuralına göre işlese de, farklılıkların eşit ve özgürce karşılaşıp birbirlerine seslenebildikleri (“diyaloğa açık/dinlemeye yatkın”) kamusallık ve “insan hakları”nı esas alan demokrasilerin harcıdır. İşte böylesi bir hukuksal düzende, —her ne kadar “yasa”ya dayansa da— “kamusal adalet ve meşruiyet” kabullerini çiğneme (hukuk düzeninin soysuzlaşması, bozulması) tehlikesi taşıyan ya da “kamu vicdanı”nı ihlal eden uygulamalara karşı (bir bakıma, yasal imkânların tükendiği noktada son bir çare olarak) kullanılan, “açık/aleni” ve “barışçıl/şiddetin kullanılmadığı”; yasa dışı ama meşru; toplumsal ilişkiler bütününe (genel hukuk düzenine karşı) değil, tekil haksızlık örneklerine yoğunlaşmış bir eylem tarzıdır sivil itaatsizlik. İdeolojik genel bir örtüşmeye ihtiyaç duymayan, itirazda ya da taleplerde geçici bir ortaklaşma ya da buluşmayla hayat bulan bir eyleyiş.

DEĞERLENDİRME

Aşısı ve klinik düzeyde sağaltıcı ilacı olmayıp pandemik derinlik (tüm gezegeni tutan) kazanmış bir virütik salgında insan kaybını ve toplumsal/iktisadi yıkımı en aza indirmek, salgının yayılma hızını düşürüp uygun bir toplumsal bağışıklık oranını yakalayıncaya (ve dahi etkililiği bilimsel olarak kanıtlanmış ilaç ve nihayetinde aşısı bulununcaya) dek zaman kazanmak için tek yol mümkün mertebe temasları önlemektir. Bunun yöntemi de, —Güney Kore örneğinde olduğu üzere— çok sık, yoğun ve yayılma güzergâhını tespite dönük test uygulaması ile yayılmanın yolunu kesip (yalıtımı/tecriti o noktada uygulayarak) denetimi sağlamak; eğer olanaklar ona el vermiyorsa daha geniş tecrit ya da —gerektiğinde— karantina (Çin’de olduğu üzere) uygulamaktır. Bütün bunların hangi ön koşullarda ve hazırlıkla (halk sağlığına yönelik duyarlık, önlem, yatırım ve hizmete ulaşma imkânları), hangi şeffaflık, dürüstlük ve güven ilişkisi içinde yaşandığı; mağdur olan “insan”a toplumsal desteğin hangi önceliklerle ve ne ölçüde seferber edildiği ayrı ve kaçınılmaz bir sorgulama hattıdır elbet; ancak, vakamıza dönersek söyleyeceğim şudur: Devletin ilgili yasaya dayanarak kamu sağlığına yönelik aldığı tedbirler kapsamında cami içinde cem olmayı yasaklaması adildir, kamu vicdanı ile barışıktır ve meşrudur; cami kapısını kırarak alınan tedbiri boşa çıkarmaksa bencillik ve zorbalıktan ibarettir; “sivil itaatsizlik” gibi anılması fevkalade yanlış ve sakıncalıdır. (5)

Peki; genel sokağa çıkma yasağı kararı alınmadığı halde 65 yaş üstünde olanların sokağa çıkmalarının yasaklanması (ve parasal yaptırıma tâbi oluşu) sivil itaatsizlik mukabelesine açık mıdır? Sokağa çıkma yasağına dönük ihtiyacın ve —yaşlılar dahil— evinde kalmaları telkin ve tavsiye edilenlere hasredilen toplumsal desteğin değerlendirmesini ve karar alma süreçlerinin kamusal demokratik inisiyatif ve katılıma açıklığının sorgulanmasını bir yana koyarsak; anılan yaş kuşağından olanların (istisnaları ihmal edelim), düşük dirençleri (yaşlılığa bağlı özyıkımsal [‘senil degenerative’] zaaflar, [kalp, karaciğer, böbrek temelli] işlevsel organ yetersizlikleri, solunum yolları ve akciğer kaynaklı solunumsal yetersizlikler, metabolik rahatsızlıklar [beyin, kalp, damar, böbrek yansımaları ile birlikte diyabet, vb.], bulaşıcı hastalık etkenlerine yönelik savunu [immün sistem] yetersizliği ve hatta yaşlılığa bağlı demansiyel farkındalık ve özdisiplin zaafları) dolayısıyla bağışıklık geliştiremeden ağır düzeyde hastalanmalarına ve kaybedilmelerine yol açacak temasları önlemekle birlikte, sağlık kurumlarının toplumsal bağışıklığı yükseltecek kazançları temin etme imkânlarını ayakta tutup salgınla mücadelede ihtiyaç duyulan zamanı kazanmak kaygısıyla, anılan yasak kararının, kamu yararı, vicdan ve meşruiyet açısından sorgulanır bir yanı yoktur, bence. Dolayısıyla, gerçekte söz konusu mahsurları taşımayan o yaş kuşağı insanının sokağa çıkmamayı kamusal bir sorumluluk olarak üstlenmek (ve ama temel haklar yönünden mağduriyetlere eleştirel duyarlılığını muhafaza etmek) yerine, karara —hak ihlaline yol açan, yasal ama gayri meşru bir devlet tasarrufu olduğu kabulüyle— ihlalle mukabelesi “sivil itaatsizlik” ruhuyla bağdaşmaz(dı) kanımca. (Yaşlıların kamusal sorumluluğu üstlenme —ve özveride bulunma— ehliyeti kadar, gençlerin hangi anlayış ve edep dahilinde o sorumluluğu beklediklerini de takdir etmek kaydıyla, elbet.) (6)

Toparlarsam; bu yazıda, anılan örnekler bağlamında (ve verili koşullarda) neyin “sivil itaatsizlik” olup olmadığını tartıştım (aşılmış güncellikten geleceğe tutulmuş bir “etik” sorgulama diyelim). Bitirmeden; “sol”dan bakıyorsak, bugünlere hazırlıksızlığımızla (“yurttaş” konumuna ve kamusallığa iltifatsızlığımızla) içinde yol aldığımız ve yanlış yöne gitmekte olduğunu söylediğimiz trende geriye doğru koşturma gayretimizin sadece bir hüsranı yansıttığını söylemeliyim. Dahası; OHAL’in, anayasal sınırlarına tecavüzle yaşanıp sonrasında olağanlaştırıldığı, bilistifade yüz bini aşkın insanın kamu görevinden ihraç ve anayasal yurttaşlık haklarından mahrum bırakılarak “sivil ölü” kılındığı, anayasal hak ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, OHAL koşullarında yaşanan plebisitle (“tek adam”) rejim değişikliğine gidildiği, seçme ve seçilme hakkının gasp edilebildiği, seçilmişlerin yerine —covid-19 günlerinde dahi— kayyım atanabildiği, —hazırlanan kısmi af nitelikli infaz yasa değişikliğine rağmen tutukluluklarının/mahkûmiyetlerinin hapishane koşullarında eksiksiz sürdürüleceği anlaşılan— siyasilerin (“terör suçlusu”!) ayrımcılığa maruz bırakılabildikleri… koşullarda “sivil itaatsizlik” eylemi sorgulamamızın (tarifinden mülhem) tatsız tebessümlere yol açacağı gerçeğini de ihmal etmeyelim elbet. (7) (8)

1. “Kamu Vicdanına Çağrı/ SİVİL İTAATSİZLİK/ H. Arendt, R. Dworkin, J. Habermas, J. Galtung, M. L. King, J. Rawls, H. Saner, H. D. Thoreau, çev. ve önsöz Yakup Coşar, Ayrıntı Y., 2013 [1997].

2. Agy., s. 39.

3. Bu yazı kaleme alındığında, Amerika ile Meksika arasındaki (1846-48) savaş sonlanmış ve Teksas, Kaliforniya, Neveda, Utah, Arizona ve New Mexico toprakları Amerika’nın eline geçmişti. Diyeceğim; Thoreau böyle bir siyasi iradeye karşı söz almaktadır: “Bu halk, halk olarak varlığına bile mal olsa, köleciliğe ve Meksika’da savaş yapmaya son vermelidir”. Ya da, “Başka bir deyişle, kendisini özgürlüğün sığınağı yapan bir milletin nüfusunun altıda biri köleyse ve bütün bir ülke haksız yere bir yabancı ordu tarafından ele geçirilip sıkıyönetim altında yaşatılıyorsa, orada artık onurlu insanların ayağa kalkıp isyan etmelerinin zamanı gelmiştir. Bu ödevi daha da acil hale getiren, istila edilen ülkenin kendi ülkemiz olmaması ama istila edenin bizim ordumuz oluşudur” (s. 34).

4. Bir veya bin onurlu kişinin köle kullanmaya son vermesi, diyelim bin kişinin vergisini ödememesi gibi şiddet dışı itaatsizliklerdi Thoreau’nun önerdiği: “Evet, bu tür durumlarda âdet olduğu üzere, ondan olabildiği ölçüde yararlanmaya çalışsam da devlete kendi tarzıma uygun biçimde, gürültüsüz patırtısız savaş açıyorum,” der (s. 49).

5. Mevcut siyasi iktidar ve iradenin umreye gidiş ve gelişlerdeki tedbirsizlik ya da umursamazlığı, camiler dahil kalabalığın toplanma mekânlarını yasaklamasındaki gecikmeleri, tespit ve karar alışlardaki savsaklama ya da niyetsizlikleri ve sonrasında doğrudan “insan”a yönelik desteğindeki gönülsüzlük ve samimiyetsizliği bu yazının tartışma çerçevesinin dışındadır.

6. Her bakımdan maliyeti ve ileriye dönük tehdidi yüksek salgın karşısında, —nedensellik ilişkileri içinde— gerçeği görmemek ve göstermemek (geleneksel) kolaycılık ve kurnazlığıyla yaşlıların “düşmanlaştırılarak” işaret edilişinin daha sonraya kalabilecek kuşaklar için yapıcı bir miras olmadığını da —geçerken— vurgulamış olalım.

7. Bitirirken geldiğimiz son durumun (26 Mart 2020), “Salgının yayılma hızını kıramazsak sonuçları daha ağır olur ve daha ağır tedbirler almamız gerekir” farkındalığını (artık topyekûn sokağa çıkma yasağının kaçınılmaz olduğu şu ahvalde) cumhuru ile paylaşan siyasi iradede resmedildiği kaydını da buracığa düşmek isterim.

8. Kaynak gösterdiğim kitabın önsözünü yazan Yakup Coşar’ın şu vurgusu kıymetli: “Bu tür [bizimki türünde diyelim] anayasal meşruiyetin söz konusu olmadığı ülkelerde ise, sivil itaatsizliğin esas olarak bu tür bir meşruiyeti yaratıcı yani ‘yapıcı/kurucu’ bir işlevi olabileceğini düşünüyorum”. Ben, artık o raddede, “direniş”in meşru olacağını (Spinoza’ya kadar giderek) ve kurucu edimsel gerçeklik değeri kazanacağını düşünenlerdenim.