Karantinayı sevmek
Çıkmayın! İçerideyken de dışarıda olabilir insan! Oturduğu yerden de dünyayı gezebilir. Kimseyle yan yana değilken de birlikte olabilir. Belki de zaten asıl sorunla yüz yüze geldik; acaba bunca zaman yan yana olduklarımızla mı birlikte değildik? Sahip olduklarımız ihtiyacımız olan şeyler mi değildi?
Nergis Seli
Dört duvar, kısıt, sınır, engel… Bu sözcükler tutsaklığı çağrıştırıyor. Hapis olmayı. Özgürlüğün kaybolmasını. Halbuki pranga yok, parmaklıklar yok, gardiyanlar yok ama içerideyiz! Nerede olduğumuzun önemi kayboluyor bu sözcük devreye girince.
Çıkamıyoruz.
Peki çıkamadığımız yer neresi? Evlerimiz. Tonla paraya oturduğumuz, satın aldığımız, aman mutfağı da şöyle olsun, aman koltuklarımız leke tutmasın, şu duvara şu tablo, bu duvara fotoğraflar, şuraya şu masa ve etrafına sandalyeler, antika bir tabak sehpa üzerine, şamdanlar, mumlar, renkler, örtüler, tabaklar, çatallar, bardaklar, kadehler… Daha neler? Daha neler?
Ev dediğin; yani yuva, yani çatı, yani ocak. Açıkta olmadığın, soğukta kalmadığın bu yer; şimdi herkese hapishane gibi gelen yer. Bir ağızdan bağırıyoruz; kalamıyoruz, duramıyoruz, çıkmak istiyoruz. Bunu düşünüyorum. Buradaki tutarsızlığı ve belki de en başta yaptığımız yanlışı. Ev dediğin dört duvar ve balkonda çiçeklerden olmamalıydı demek ki! Ev dediğin ağaçtı, topraktı, göz alabildiğince uzanan çayırlar ve ormanlardı. Gökyüzüne uzattığımız beton yığınları ve üzeri sıva değildi! Duvarlara renk verince renklenmiyordu demek ki dünyalarımız! Evlerimiz çıkamadığımız an hapishanelerimiz oldu! Oysa benim içerideyken özgür olanlar aklıma geliyor. Üstelik onlar evlerinde de değillerdi ve bir yandan özgürken hiçbir yerde olamayanlar gözlerimin önünde.
Çıkmayın! İçerideyken de dışarıda olabilir insan! Oturduğu yerden de dünyayı gezebilir. Kimseyle yan yana değilken de birlikte olabilir. Belki de zaten asıl sorunla yüz yüze geldik; acaba bunca zaman yan yana olduklarımızla mı birlikte değildik? Sahip olduklarımız ihtiyacımız olan şeyler mi değildi?
Şu film aklıma gelip duruyor: Room. Bilirsiniz kaçırılan kadın küçücük bir odada yedi yıl kalıyor. Bebeği oluyor, onu büyütüyor. Yaşıyor, var olmaya ve var etmeye devam ediyor. Sonra çıkınca, kadına ne olduğu değil ama çocuğa olanlar insanı düşündürüyor. Çocuk bir anda etrafında durmadan “hadi” diyen insanlar görmeye başlıyor. Her yere geç kalan, hiçbir yere yetişemeyen insanlar. Küçücük bir odada zamanın sahibiyken, dünyaya çıktığı an zaman asla yeterli olmayan bir şeye dönüşüyor. Zamanımız önümüzde uzanıyor ve bize asla yetmiyor!
Okullar tatil olunca hep hayalini kurup asla yapamayacağım bir şeyi tecrübe etme fırsatını yakaladım. Evde eğitim. Şimdi sekiz yaşındaki kızım Kumsal’la ve beş aylık bebeğim Okyanus’la evde yirmi dört saati paylaşma olanağını yaşıyorum. Bir kere bile hadi demedim! Birlikte uzun kahvaltılar ve uzun banyolar ve uzun sohbetler, uzun dedikodular, uzun oyunlar, uzun uzun filmler. (Ve bir yandan da düşünüyorum Kumsal okuldayken sekiz saat evde çarpım tablosunu öğreten yine bendim!) Yatma derdi yok, mızıklayan çocuk yok; kalkma derdi yok, mızıklayan anne yok! Her şey uzadı ve ben çoğaldım! Yapmaya fırsat bulamadığımız şeyler, izlemeye fırsat bulamadığımız filmler, okumaya fırsat bulamadığımız kitaplar. Şimdi hepsine yetecek zamanımız var ama bir yandan da kapitalist dünyanın dayattığı gerçeklerin korkusu içimizde.
İşsiz, güçsüz ve parasız kalabiliriz. Ama neyse ki bizimle beraber dünyanın çoğunluğunun da kaderi aynı. O halde gerçekten korkmamız gerekir mi?
Belki de dünya artık başka bir var olma biçiminin yolunu arıyor. Belki de insanlık artık kendi yaratmadığı savaşla ölünce -en azından bir kez daha- öldürmekten vaz geçer!
Belki de şimdi biraz durmanın ve anlamanın zamanıdır. UNDERSTAND! İngilizcedeki, anlamak anlamına gelen bu sözcüğe bir baksanıza. Under: altında. Stand: durmak.
Anlamak için gerçekten durmaya ihtiyacımız var ve şimdi mecburen durmuşken “hadi” biraz anlamaya çalışalım! Hiçbir şeyi olmasa da kendimizi…