Covid-19’un düşündürdükleri
Sekiz milyar civarında insanın bu kadar benzer kaygılar yaşadığı ve ayırım gözetmeden tüm insanlığın tehdidi ensesinde hissetmesine yol açan bu ölçekte bir sorun daha önce hiç yaşanmamıştı. Sorun küresellik arz ediyorsa çözümün de küresel olması gerekir.
Mehmet Sena Sönmez*
Dünyanın mutlak egemeni olarak kendisini konumlandıran insanoğlu son birkaç aylık süreçte aslında sahip olduğu ayrıcalıklı konumun ne derece kırılgan bir zemine dayandığını ve ayaklarını yerden kesen bu illüzyonun ne kadar büyük aldatmaca olduğunu yaşayarak görmektedir. Etrafımızdaki çeperin daralması ile çok uzakta olduğunu düşündüğümüz tehlike Uzakdoğu’dan başlayarak insan popülasyonunun yaşadığı tüm alanlara hükmetmiş durumda. Kaçınılmaz olarak bizde de etkisini hissettirmeye başladı. Dışarıda bekleyen ama çıplak gözle göremediğimiz ve bizi evlerimize- odalarımıza hapseden bu tehdit türümüzün yapıp ettikleri hakkında yeniden düşünme ve sorgulamaya davet ediyor bizi. Yerküre'nin her metrekaresini "Babamızın malı" olarak algılama eğilimi ve her hakkı kendinde gören anlayış aslında yerleşik bakış açımızın ne denli kırılgan olduğunu ve asla güçlü argümanlara dayanmadığını anlamamızı sağlıyor. Tabii bu algı ne kadar kalıcı ondan emin değilim. Sorun atlatıldıktan kısa bir süre sonra gündemimizden çıkacak ve alışık olduğumuz şekilde yaşamaya devam edeceğiz.
Uzakdoğu’da halen geçerliliğini korumakta olan animist anlayışların vurguladığı şekliyle yeryüzünü mesken edinmiş tüm canlıların (bu kapsamda hayvan ve bitkilerin tümünü kapsayan) ve her canlının kendi habitatında sorgulanamaz bir hak olarak sahip olması gereken var kalma ve doğal yaşamını sürdürme hakkına yaptığımız saldırının sonuçlarını, hayatlarımızı esaret altına alarak adeta intikam alırcasına yaşamaktayız. Acaba hangi aşamadan itibaren doğaya yabancılaşmaya başladık ve kendimizi ondan yalıtarak fildişi kulelerimize sığındık? Uyumdan vazgeçip egemen olmaya ve dönüştürmeye ne zaman başladık? Farklı türleri avlayınca mı, yoksa bitkileri terbiye edip egemenlik alanımıza dahil ettiğimiz ve tarım devrimi olarak adlandırdığımız yerleşik hayat ile mi? Bunu kestiremiyoruz. Ancak mutabık kalınacak nokta şu olsa gerek: Kendi dışımızdaki tüm canlı formunu dönüştürme ve hizmete alma çabamız ile beraber makasın açıldığını ve yabancılaştığımızı düşünüyorum. Ekosistemin insan eliyle dönüşüme tabi tutulması ve döngünün çarkına çomak sokulması bu tür öncü ya da artçı sarsıntıları tetikliyor olabilir. Tüm canlıların habitatına egemen olma, kendini tanrısal ve diğer canlılara kıyasla hiyerarşik olarak üstte görme eğilimi bu krizin daha da derinleşmesine yol açabilir. Yani bu yaşanan krizi tekil bir örnek gibi algılamaktansa ardı sıra yaşanan bir dizi negatif müdahalenin bir tezahürü olarak algılamak daha doğru bir yargı olsa gerek. Yaşanmakta olan mesele tıbbi alan ile sınırlanamayacak ölçüde derinlikli ve çok katmanlı bir dizi olayın sonucudur. Bilhassa endüstri devrimi sonrası yaşamımıza tamamen egemen olan kapitalist ekonomi ve buna eşlik eden yaşam biçimi, doğa ile aramızda bulunan makasın çok daha fazla açılmasına ve ona ilişkin empatimizin tamamen yok olmasına neden oldu. 'Biz' kavramının yekpare bir çete olarak algılanmasını istemem. Karar alıcıların, muktedirlerin ve emperyal amaçları her şeyin önüne koyan gözü kara oburların bu işteki günahı alelade insanlarla kıyaslanamaz. Zaten doğaya hükmetme arzusu en sonunda insana hükmetme arzusuna evrilmiş duruma geldi. Herhangi bir taşralı ya da küçük kasaba sakini-köylü onaylamasa bile bu durumu sineye çekmek zorunda kalabiliyor.
1766-1834 yılları arasında yaşayan, Cambridge College’de matematik eğitimi alan İngiliz iktisatçı Robert Thomas Malthus "Nüfus İlkeleri Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde nüfus artışı ile besin maddelerinin arasındaki dengeyi tartışmaya açarak dünyada er geç bir açlık sorununun yaşanacağını ve yaşanan bu gelişmenin besinlere ulaşımda en zayıf halka olarak algılanan yoksul kesimin yaşamını etkileyeceğini öne sürmüştür. Bu teoriye göre nüfus artışı geometrik bir artış çizgisi takip ederken besin artışının aritmetik bir sıra izlemesi arz-talep dengesinin bozulmasına ve kaçınılmaz olarak yeryüzündeki kaynakların yetersiz kalmasına neden olacaktır. Yaşanan bu durumun önüne geçilmesi adına doğum oranlarının denetlenmesini ve nüfusun böylece dengeye oturtulmasını önermiştir. Hatta açlığa bağlı yaşanacak ölümlerin dengenin sağlanabilmesi adına yapıcı bir katkı sunacağı savını öne sürmüştür. Bu teorinin insani hassasiyetleri önemsemediği ve fazla gaddar olduğu yönünde eleştirilere maruz kalmasına yol açmıştır. Günümüzden bakılınca bu teorinin sorunlu olduğu söylenebilir. Halihazırda yeryüzünde ikamet etmekte olan sekiz milyara yakın bir nüfus potansiyeline rağmen açlığın sorun teşkil etmediği, aksine kalburüstü ekonomilerde obezite benzeri ölümlerin açlıktan kaynaklı ölümlerden çok daha fazla etkili olduğunu görmekteyiz. Yani insanlar az yemekten değil bu kez çok yemekten ölmeye başladılar. Malthusçu bakış açısı en diptekilerin gözden çıkarılabileceğini öne sürerek egemen ve kaymak tabakanın hassasiyetlerini önceleyen bir tavır takınmaktadır. Açlıktan kaynaklı sorun yaşanmasa da Malthus tarafından öngörülmeyen ekosistemin tahribatı ve canlı habitatının riskler yaşaması ve bu durumun endüstrileşme ile beraber Covid-19 benzeri salgınların yaşanmasına ve bunun insan popülasyonuna ilişkin risk faktörünün gündeme gelmesine yol açtığından bahsedilebilir. Doğada kendiliğinden var olan diyalektiğin hesaba katılmaması ve kâr hırsının, büyüme çılgınlığının tüm hassasiyetlerin önüne geçmesi yaşanan rizikonun bu boyutlara varmasına neden oldu.
Diğer canlıların yaşamında meydana gelen değişimi önemsemiyor olmamız herhangi bir şeyi değiştirmiyor. Bizatihi kendi hayatımız risk altında kalınca kendi pozisyonumuzu korumak ve sürdürmek adına gardımızı alıyoruz. Ancak çözüm repertuvarının çok daha geniş tutulması gerek. Problem bununla sınırlı kalmayacak, gelecekte çok daha yıkıcı başka benzer sorunlarla karşılaşabileceğiz. Gerçek anlamda bir günah çıkarma ve yaşanan küresel ölçekli sorundaki rolümüzü kantara vurmanın zamanı gelmiştir. Türümüz dışındaki canlıların bu işte dahli olmadığına göre yıktığımız gibi yapmasını da bilmeliyiz. Yeşilin korunmasına ilişkin hassasiyetlerin daha üst perdeye çıkarılması, yaban hayatına yönelik müdahalelerin önüne geçilmesi, tüm canlıların yaşamına duyulacak saygı ile beraber yaşanan şerden bir hayır çıkarma şansı yakalanmış olacaktır. Küresel ısınma benzeri gelişmeler, iklimde radikal dönüşümlerin yaşanmasına ve ekosistemde yaşanan savrulmanın bu tarz hastalıkların yaşanmasında başat bir faktör olduğu dikkate alınmalıdır. İklimde yaşanan değişimin insan davranışından ve doğal dengeyi hesaba katmayan bir bakış açısına dayandığını biliyoruz. Sekiz milyar civarında insanın bu kadar benzer kaygılar yaşadığı ve ayırım gözetmeden tüm insanlığın tehdidi ensesinde hissetmesine yol açan bu ölçekte bir sorun daha önce hiç yaşanmamıştı. Sorun küresellik arz ediyorsa çözümün de küresel olması gerekir. Sınırları ve ulusları ortadan kaldıran ortak mücadeleyi kaçınılmaz kılan bir kriz durumu söz konusu. Yakın zamanda siyasi arenada gerilimler yaşayan ABD ve İran gibi bambaşka dinamiklere sahip iki ülkenin aynı riski yaşıyor olmaları sorunun potansiyeli hakkında önemli ipuçları barındırıyor. Devletlerin kendi içlerinde siyasi hesapları bir tarafa bırakarak topyekun bir mücadele alanı oluşturmasının yanı sıra BM, NATO gibi uluslararası oluşumların üzerinden krize yönelik ortak reflekslerin geliştirilmesi elzemdir. Başka ülkelerin yaşadığı sorunlardan ötürü avuç ovuşturmak yerine benzer bir sıkıntının pekala buraya da sirayet edebileceğini hesaba katarak tavır takınmakta fayda var.
*Tarih Öğretmeni