Korona virüsü günlerinde de-growth’u düşünmek
Çoğu kişi resesyon ve de-growth’u benzer anlamlarda kullansa da, bu yeni kavram, ekonominin, gezegenin biyofiziksel sınırlılıkları içerisinde sürdürülemez faaliyetlerine karşı alternatif uygulamaları ifade ediyor. Şimdi yaşadığımız gibi krizlerle gelen ekonomik durgunluklar/küçülmeler, çevresel ve sosyal krizleri, var olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktansa, daha derinleştiren bir tsunami etkisi yaratırken; planlı küçülme/ büyümeme marjinal bir söylemden, iklim krizi ve diğer ekolojik, sosyal ve ekonomik krizlerin reçetesi olma yolunda ilerliyor.
Gökçe Yeniev*- Fikret Adaman**
İçinde yaşadığımız korona virüsü günleri, sağlık krizinin peşi sıra başta ekonomik olmak üzere birçok başka sorunu beraberinde getiriyor. Virüs, insanların yaşamını paranteze alarak kırılganlıklarını arttıran neoliberal sistemin böylesine bir dışsal darbeye ne kadar hazırlıksız olduğunu da ortaya çıkardı. (1) Önümüzde radikal anlamda farklı yönlere giden iki muhtemel yol var. Eğer kriz öncesindeki gibi devam edeceksek, kriz öncesi dönemde yaşamakta olduğumuz ağır koşulların daha da ağırlaşarak devam etmesi söz konusu. Kültürel olarak tektipleşmiş ve tüketim odaklı; emek perspektifinden adaletsiz ve acımasız bir tempo ile; yönetişimsel olarak otoriter rejimlerin gücünü daha da hissederek devam edeceğiz. Çevre adaletsizlikleri ve doğaya yüklediğimiz yük artarak çoğalacak—üretim, tüketim ve emisyonların bugünlerde aşağı doğru seyredişi de sadece kısa dönem için geçerli anılar olarak kalacak.
Diğer yol, maddi ve daha derin insani ihtiyaçlarımızı, sahip olduğumuz tek gezegeni besleyecek şekilde karşılamak için adil bir şekilde ekonominin seyrini yavaşlatmak, ölçek küçültmek ve hem etrafımızdakiler hem de ekolojik unsurlar ile derin bağlantıyı görünür kılıp güçlendirmektir. Böylesine bir yola çıkmak, hem gelebilecek olan diğer krizlere karşı bizi hazırlıklı kılar hem de var olan adaletsizlikleri gidermede bir başlangıç görevi görür.
Bu yazı, içinde bulunduğumuz korona günlerini, sağlık krizini merkeze alarak değil, şimdiden kendini göstermeye başlamış olan ekonomik ve sosyal krize odaklanarak ele alıyor. Böylesine ani, plansız ve kaotik bir küçülmenin, Türkiye gibi adaletsizliklerin, eşitsizliğin ve yoksulluğun yoğun olarak tecrübe edildiği bir ülkede ne anlama geldiğini kısaca irdeledikten sonra, büyümeme/planlı küçülme (de-growth) (2) ile nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz sorusunu tartışmaya açacak. Tabii bu cevapta, nasıl bir dünyada yaşıyor olsaydık, bugünün krizlerini daha kolay atlatırdık sorusuna dair de çıkarımlar yapmak mümkün.
BUGÜNÜN ŞARTLARINDA SALGINI NASIL YEN(EM)İYORUZ?
Korona virüsü; önümüzü zar zor görerek ilerlediğimiz günlere şaşkınlık verici, distopik bir boyut da ekleyerek, birbirleriyle ilintili iki eksenli bir problemi tüm çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koydu: Adalet ve demokrasi yoksunluğu. İçinde yaşamakta olduğumuz salgın, sınıf farkı dinlemeden herkesi etkiliyor. Ancak, mevcut sosyo-ekonomik düzenin sağlık hizmetlerini, sosyal güvenlik ağlarını yok ettiği ve güvencesiz iş gücü yarattığı bir bağlamda, virüsün etkilerinin sosyal ve ekonomik maliyetlerinin var olan kırılganlıklara eklemlenerek ortaya çıktığını görüyoruz. “Hayat eve sığar” çağrısının yapıldığı noktada kimin evde kalma ayrıcalığının olduğu; özellikle kayıt dışı çalışanları düşünecek olursak, kimin hangi koşulda olursa olsun işyerine/fabrikaya giderek çalışmaya devam etmek zorunda olduğu, kimin evini home office’e çevirebildiği, kimin ise bu süreçte işinden olacağı, cevapları aşikâr olan önemli sorular. Her evin, evde kalanların tümü için güvenli olduğunu söylemek de maalesef mümkün değil. Ekonomik kriz dönemlerinde kadına yönelik şiddetin arttığını göz önüne alacak olursak, evler, kapalı alanda kadınları ve çocukları istismara daha açık hale getiriyor. Diğer taraftan, temel gıda, barınma gibi haklardan mahrum, sudan ve hijyenik bir ortamda yaşamaktan uzak mülteciler ve evsizler, halk sağlığını koruma dendiğinde “halk” kapsamına alınmayan, çoğunlukla ilk harcanan kesimler. Bunun yanında, koronavirüs testi olabilmek adına sıralarda, sedyelerde bekleyen binlerce kişi ile nasıl oluyorsa testi hemen alabilen ünlüler arasındaki asimetrik durum ortada. Tüm bunların yanında, farklı sektörlerin, coğrafyaların ve ülkelerin bu süreçten aynı şekilde etkilenmiyor olduğu da aşikâr. Devletlerin işbirliklerine girmedeki isteksizliği, İtalya’nın bu süreçte neredeyse yalnız bırakılması, Venezüella ve İran’a geçmişten beri uygulanan ambargo, toplumların diğer toplumları ötekileştirmesi, “yabancı (Çin) virüsü” vurgusu adaletsizlikleri dolaylı olarak daha da derinleştirmekte.
İkinci bir saptama da, farklı paydaşların ortak olduğu, hesap verilebilir karar alma mekanizmalarından, doğrudan ve/veya ilkeli demokrasiden yoksunluk ve hatta çoğu yerde otoriter yapıların mevcudiyeti, salgın noktasında yönetişimsel anlamda isabetli ve icra edilebilir politikaları seçememe sorununu beraberinde getirmekte olduğu. Her ne kadar salgın hastalık dönemlerinde önlemlerin hızlıca alınması ve uygulanması gerekse de, uzun soluklu dönemlerde alınan kararların ne derece ve kimler tarafından uygulanabilir olduğu ve bu kararların toplumun farklı kesimlerini nasıl etkilediği sürece yayılarak tartışılmalı. İçinde yaşadığımız demokrasilerin yetersizliği, ani alınması gereken birçok kararın bu konularda çalışan kişileri ve bu kararlardan etkilenecek kesimleri içermeden modifikasyon ve adaptasyona kapalı şekilde yürütülmeye devam etmesine sebep oluyor. Ayrıca, hesap verilebilir ve müzakereye açık şekilde alınmayan kararların, hükümetlerin bu süreçte elde ettikleri gücü ve yürürlüğe koydukları yeni mevzuatları suiistimal etmeyecekleri anlamına da gelmiyor. Virüs günlerinde ve sonrasında daha otoriter ve demokrasiden uzaklaşan yapıların bizleri beklemekte olduğu kaygısı etrafımızda sıkça dile getirilmiyor değil.
Bu iki noktanın altını çizdikten sonra, bizim üzerinde durmak istediğimiz; yapay olarak ivmelenen ve aşırı tüketimden beslenen sosyo-ekonomik düzenin, virüs nedeniyle zorunlu olarak, kaotik ve hazırlıksız bir ortamda, adaletsizliklere yeni adaletsizlikler ekleyerek yavaşlıyor/küçülüyor olmasını farklı bir şekilde kurgulamak mümkün mü sorusu. Akıllara gelmesi muhtemel “Ne yani, ekonomi küçülsün; orada çalışan milyonlarca kişi işsiz mi kalsın?” sorusunu duymuyor değiliz. Planlı ve kontrollü bir küçülme ile, ekonomiyi ve yaşamı güvenli yollarla yeniden kurgulamak mümkün. Adalet ve demokrasi kavramlarının altını da doldurup, yaşamı bu ve benzeri krizlere daha dirençli kılarak tünelin sonundaki ışığı yakalayabiliriz.
DE-GROWTH ÜZERİNE
İçinde bulunduğumuz salgın günlerinde, ekonominin küçülmesi (resesyon) birçok kesim tarafından büyüme merkezli bir yaklaşımla değerlendiriliyor ve tekrar ne zaman büyümenin başlayabileceği sorgulanıyor. Ancak bu arada unutmayalım ki, krizlerde üretimin ve birçok faaliyetin durma noktasına gelmesi, piyasanın güçlü aktörlerini etkilemekten çok, toplumun en kırılgan kesimlerini vurmakta. Diğer taraftan, kriz zamanlarında, toplumdaki kırılganlıkların gözle görülür olması, daha eşitlikçi, demokratik ve yatay düzenlerin temennisi ve mücadelesine de ivme kazandırıyor. Planlı küçülme/ büyümeme, özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra ön plana çıkan, farklı disiplinlerden akademisyenlerin ve aktivistlerin bir araya gelerek büyümenin getirdiği adaletsizlikleri ve çevresel etkilere karşı oluşan bir hareket. Toplumları ekonomik genişleme dogmasından kurtarmayı ve toplumu büyük ölçüde daha basit, daha az enerji harcayan çizgilerle yeniden kurmayı amaçlıyor. Çoğu kişi resesyon ve de-growth’u benzer anlamlarda kullansa da, bu yeni kavram, ekonominin, gezegenin biyofiziksel sınırlılıkları içerisinde sürdürülemez faaliyetlerine karşı alternatif uygulamaları ifade ediyor. Şimdi yaşadığımız gibi krizlerle gelen ekonomik durgunluklar/küçülmeler, çevresel ve sosyal krizleri, var olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktansa, daha derinleştiren bir tsunami etkisi yaratırken; planlı küçülme/ büyümeme marjinal bir söylemden, iklim krizi ve diğer ekolojik, sosyal ve ekonomik krizlerin reçetesi olma yolunda ilerliyor.
Burada, ekonomiyi çeşitlendirip, ev içi üretim ve bakım emeğini merkeze alan, iktisadi yaklaşımların ve işgücünün eril yanlı sınırlılıklarını ortaya koyan, uzmanlaşmayı merkeze almayan yeni bir yaklaşım söz konusu. Gelir ve servet dağılımının adil yapılması durumunda, ekonomik anlamda kırılganlıkların büyük ölçüde ortadan kalkacağını ifade ediyor bu yaklaşım. Böyle ele alırsak, hem birilerinin temel haklarından yoksun olduğu ve dolayısıyla kriz anlarında iyice kırılganlaşacağı ortamların yaratılmaması hem de kimi ekonomik faaliyetlerin azaltılması ve yavaşlatılması aynı anda desteklenebilir. Türkiye’de ve dünyanın daha birçok yerinde görülen adaletsiz büyümenin (bunun içine spekülatif kazançların getirdiği baskıları da koyalım) er ya da geç krizlerle karşılaşacağı aşikâr. Kuşkusuz bunun, çoğunlukla işçi sınıfına vuracak şekilde, kazara ve aniden değil, ekonomik çeşitlendirme biçiminde kararlaştırılmış ve programlanmış bir şekilde gerçekleşmesi tercih edilmelidir. Emsallerinin olmaması nedeniyle, bu süreçlerin nasıl işleyeceğine karar vermek kolay değil; ancak, söylenebilecek olan, toplumun en kırılgan kesimlerinin seslerini de içeren yatay bir düzlemde, katılımcı yapıların, sürecin planlanması ve yönetiminde geniş kesimlerinin çıkarlarının önceleneceği.
Öte yandan, günümüzde varsıl kesimin evde çalışmaya geçmesinin yanı sıra tüketimlerini epey bir kısmak zorunda kalması, yani ihtiyaç dışında etrafa gösteriş için yapılan (ünlü iktisatçı Veblen’in ifadesiyle) “şaşaalı harcamalar”ını yapamıyor olması tam da bu noktada bu şaşaalı harcamaların gereği var mı sorusunu daha dikkatli düşünmemize ve buradan yeni bir patikaya geçebilir miyiz noktasına kafa yormamıza vesile olabilir. Bu süreç, kalkınmanın itici gücü olarak ekonomik büyümeye sürekli vurgu, ekolojik limitlerinin ötesine geçilmesi ve tüketim ile pompalanan yaşam ritminin yarattığı kırılganlıkları, yaşamı durma noktasına getirerek yüzümüze çarptı. Planlı küçülme/büyümeme ile gelebilecek olan, aşırı tüketimin olumsuz sonuçlarını (psikolojik stres, uzun çalışma saatleri, statü peşinde koşma vd.) ve tutumlu yaşam tarzlarının sosyal ve ekolojik faydalarını düşünmeye başlamak için iyi bir fırsat. De-growth’u temel aldığımız bir dünyada, kendini tüketim çılgınlığı ile değil; sanat, ilişkiler, şenlikli bir toplum için mücadele üzerinden kurgulayan bir toplumsallıktan bahsediyoruz. Büyük alışveriş merkezleri, katlı otoparklar, yüksek rezidanslar, güvenlikli siteler, daha büyük evler ve arabalardansa, barınma hakkına yönelik ortak konutlar, gıda kooperatifleri, toplu taşıma –ezcümle müştereklerimizin çoğaltılması ve zenginleştirilmesi— hem ekolojik hem de sosyal anlamda daha sürdürülebilir, aynı zamanda krizlere daha dayanıklı bir dünyayı bize işaret ediyor (3).
Virüs sebebiyle ortaya çıkabilecek tüm distopik hikayelere rağmen, alternatif bir dünya için iyi bir geçiş dönemi yakalanabilir. Sadece hayal etmeye başlamalı, büyümesini görmek için o hikayenin tohumlarını ekmeye başlamalıyız. Örneğin, salgın zamanında çeşitli biçimlerde (belediyelerin kira ve fatura ödemelerini ötelemesi, açıklanan destek paketleri gibi) ekonomik olarak desteklenen insanların, salgın sona erdiğinde de evrensel bir temel gelir talep etmeye başlayabileceğini düşünebiliriz. Bu süreç, devletlerin gerçekten böyle bir geliri destekleyebileceğini, ekonomik planlamalarını tüm yurttaşlarından yana da kullanabileceğini kısmen de olsa göstermekte. Öte yandan, bu virüs bizlere, hangi işlerin kıtalararası uçmadan da yapılabileceğini, 3-5 gün için başka ülkelere yapılan kısa tatillerin hayatımızda o kadar da kritik bir noktada bulunmadığını tecrübe etmemizi sağladı. Belki de insanlar bu dönemde daha az tüketerek, yeni bir yaşam tarzı için yeni bir tat da geliştirmiş olacaklar. Caddenin karşısındaki komşularıyla yeni ilişkiler, problemler karşısında yeni bir dayanışma, bakım, itina ve sevinç ruhu geliştirecekler. De-growth, ihtiyaçlarımızı, enerji, gıda ve finans kaynakları üstünde baskı kurmayarak azaltacak ve aramızdaki ilişkileri uyumlulaştıracak ortak bir mütevazı yaşam tarzına geçiş için mahallelerden köylere ve bölgelere kadar farklı seviyelerde birbirimizi dinlemeye, çevremizi hissetmeye, ayrılıkları, kutuplaşmayı ve mesafeleri azaltmaya, kendimizi yeniden üretmeye ve kendi kendimizi yönetmeye imkan açıyor. Bu açıdan bakarsak, içinde bulunduğumuz karanlık günler ile de-growth’un tahayyül ettiği günler, yalnızca doğanın üstünden kaldırdığımız baskı noktasında ortak. De-growth vites düşürürken toplumunun neşeli ve adil dönüşümünü kuvvetle savunuyor.
Korona günlerini, hem öğrenmek hem de içinde yaşadığımız korkunun üstesinden gelmek için kullanabiliriz. Toplumsal kırılganlıkların gün yüzüne çıktığı bu günler, bizi, umarız, bugünlere nasıl geldiğimizi ve nasıl bir gelecek istediğimizi düşüneceğimiz, bunu yaparken dayanışmaları arttıracağımız bir mantık sıçramasına götürür.
(1) Ayşe Buğra’nın “Korona Küresel Piyasa Ekonomisinin Sonunu Getirebilir” söyleşisi tam da bu noktayı aydınlatmakta.
(2) Gayrı safi yurtiçi hasılayı temel gösterge alan büyüme ekonomisini ve büyüme ideolojisini eleştiren ve Türkçeye “büyümeme/planlı küçülme” olarak çevrilen de-growth hareketinin genel çerçevesi için Serge Latouche’un Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru: Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar kitabını (İstanbul: İletişim, 2018, çeviren: Tahir Karakaş) öneririz. Bu yaklaşım temelde zengin ülkelerde üretim ve tüketimin (temel ihtiyaçların karşılanmasını garantileyecek bir kısıt altında) azaltılmasını ve kaynakların hem küresel ölçekte hem ülkeler temelinde daha adil ve demokratik bir şekilde paylaşılmasını öngörmekte; zengin olmayan ülkeler içinse varsa aşırı tüketimin aşağıya çekilmesini savunmaktadır.
(3) Müşterekler kavramı, temelde, herkesin hak temelli alması gereken kaynak ve servislerin herkese sunulabilmesi anlamına gelmekte; sağlığın da bu kapsamda değerlendirilmesi pek mümkündür. Beyond İstanbul’un “Mekanda Adalet ve Müşterekler” derlemesi, kavramın içinin doldurulmasında önemli bir çalışmadır.
*Bağımsız Araştırmacı
**Ekonomi Bölümü, Boğaziçi Üniversitesi