Dün dövdüğünüz sağlıkçılar bugün uğrunuza ölüyorlar
Akdeniz insanı olma özelliği, Adana’da ben “Çukurova çocuğuyum” diyerek olur da trafikte kavga ederim gerekçesiyle arabasının kapı cebinde sopa saklayan Türk’ün karısının doktoruna çaktığı yumrukla, Napoli’nin İspanyol mahallesinden olma gururuyla aynı yumruğu karısına çakan İtalyan’da da ortaya çıkıyor örneğin.
Antuan Ilgıt*
Daha korona virüsü salgını yayılmaya başlamadan birkaç ay evvel ailesiyle Napoli’ye ziyaretime gelen can dostumun eşi Didem Türkiye’ye dönmeden hemen önce “İtalyanlar çok cana yakın, sıcak kanlı insanlar, tıpkı bize benziyorlar” demişti. Ben de göğsümü gererek “ne de olsa Akdeniz insanı” diye cevap vermiştim. Nitekim hem İtalyan hem Türk vatandaşı olarak, vaftizleri sünnetlere, Türkiye’deki Şeker ve Kurban bayramlarının neşelerini Noel ve Paskalya Yortularımızın coşkularına karıştırarak yaşadım hep İtalya-Türkiye günlerimi. Düğününde coştuğu kadar cenazesinde de aynı şekilde ağlıyor Akdeniz insanı.
Maalesef Akdeniz insanı olmamızdan kaynaklanan güzel benzerliklerin yanında birtakım kötü alışkanlıklarda da birbirimizden pek farklı değiliz. Ben çok şükür sigara içmiyorum ama İtalyanlar kendi deyimleriyle “Türk gibi sigara içiyorlar” (fumare come un turco) örneğin. Çok acı ama İtalyanlarla bizi birleştiren bir başka benzerlik ise hem kadına hem de sağlık çalışanlarına karşı şiddetin her iki ülkede de endişe verici boyutlarda olması. Akdeniz insanı olma özelliği, Adana’da ben “Çukurova çocuğuyum” diyerek olur da trafikte kavga ederim gerekçesiyle arabasının kapı cebinde sopa saklayan Türk’ün karısının doktoruna çaktığı yumrukla, Napoli’nin İspanyol mahallesinden olma gururuyla aynı yumruğu karısına çakan İtalyan’da da ortaya çıkıyor örneğin.
İtalyan Suç Yönetimi Merkezi'nin sunduğu son verilere göre her ne kadar 2018-2019 iki yıllık döneminde kadına karşı cinsel şiddet oranları geçmişe nazaran yüzde -16,7, aile içi istismar yüzde -2,9, diğer zulüm eylemleri ise yüzde -12,2 oranında bir azalış gösterseler de kadın cinayetlerinin oranı 2018’deki yüzde 37’den Ocak-Ağustos 2019 döneminde yüzde 49 gibi endişe verici oranlara yükselmiş durumda. Türkiye’deki istatistikleri araştırmayı okuyucuya bırakırken İtalyan Emniyet Müdürlüğü'nün kadına karşı şiddete ilişkin başlattığı kampanyanın can alıcı sloganını Türk okuyucu için de not düşmekte yarar görüyorum: “Aşk bu değildir!” (Questo non è amore).
Gerçekte bugün asıl dikkat çekmek istediğim konu sağlık çalışanlarına karşı uygulanan şiddet. Ha, bu korona virüsü günlerinde kadına karşı şiddetin bittiği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Daha geçenlerde Twitter’da gazeteci sayın İsmail Saymaz’ın paylaştığı bir tweet aracılığıyla Rize’nin Cumhuriyet Caddesi'nde bir kadının “iddiaya göre sokak ortasında eski eşi tarafından başından vurularak” öldürülüşünün görüntülerine tanık oldum. Hele hele bu “gönüllü” karantina günlerinde evlerine kapanmak durumunda olan insanlar korkarım bu şiddet sarmalına eskisine nazaran daha bir fazla düşeceklerdir.
Korona virüsü salgınının baş döndürücü bir biçimde yayıldığı ve can kaybının artık on binlere yaklaştığı Avrupa Birliği ülkesi İtalya’da, Sağlık Yüksek Enstitüsü’nün elde ettiği verilere göre 26 Mart 2020 itibarıyla maalesef 6 bin 205 sağlık çalışanı enfekte olmuş durumda; bu sayı toplam enfekte olanların yüzde 9’una tekabül ediyor. Bunlar içinden 51’i maalesef hastalarını kurtarmak için hayatlarını kaybettiler; birçokları aile doktoru, diş hekimi, bulaşıcı hastalıklar ve anestezi uzmanı ya da hemşireydiler.
Aslında böyle sayılar üzerinden konuşmak pek de hoşuma gitmiyor; aynı şeyi İdlib gibi bize ait olmayan bir savaşın sürmekte olduğu Suriye topraklarında ardı ardına toprağa düşen gencecik vatan evlatlarımızın sayıları verilirken de hissediyorum. Bu sayıların ardında ansızın yitip giden hayatlar var. Görevi başında korona virüsüne ilk yenik düşen hekim olan 67 yaşındaki Varese Tabipler Birliği Başkanı Roberto Stella gibi. Corriere della Sera’nın aktardığına göre Dr. Stella’nın kendisine dikkat etmesini söyleyen bir dostuna söylediği son sözler, “kardeşim, biz çalışmak ve savaşmak için buradayız” olmuş. Ya da geride Aldo, Marina ve Manfredi isimli 3 evlat bırakarak emekliye ayrılmasına bir yıl kala korona virüsüne yenik düşen, yine 67 yaşındaki, ilk kadın kurban Dr. Vincenza Amato gibi. Yarın bu isimlere Doktor Ayşe, Tuğçe, Mehmet’lerin, hastabakıcı Mahmut ve Fatma’ların eklenmeyeceğinin garantisini kim verebilir? İstanbul’da özel bir hastanede kayıt görevlisi olarak çalışırken korona virüsüne yenik düşen 33 yaşındaki Dilek Tahtalı belki ilk oldu ama son olacağının henüz hiçbir garantisi yok.
“Yaşatmak için yaşamak istiyoruz” diye seslerini duyurmaya çalışan sağlık çalışanlarımız için tedbir alma zamanı geldi de geçiyor. Öyle ki bu güzel insanlar kendilerini feda etmelerinin yanında burada İtalya’da hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde son nefeslerini veren binlerce hastanın son gördükleri kişi de oluyorlar maalesef. Evlerinde solunum yetersizliği çekip, yer bulmaları durumunda hastaneye yatırılan pek çok hastayla sevdikleri bir daha kolay kolay iletişim kuramıyorlar. Bu durumlarda bu sağlık melekleri onları ellerinden sımsıkı tutarak, cep telefonlarıyla sevdiklerini arıyor ve son sözlerini söylemelerine de yardımcı oluyorlar. 11 Eylül saldırılarında asansörde mahsur kalıp kurtarılan bir kişinin o anda tek isteğinin hayatta tek varlığı kız kardeşine son bir kere “seni seviyorum” diyebilmek olduğunu okumuş, duygulanmıştım yıllar evvel. Bugün korona virüsü bana yine aynı duyguları yaşatıyor.
Bu salgın günlerinde bizler uğruna ölen sağlık çalışanları düne kadar İtalya’da olduğu gibi Türkiye’de de hastane koridorlarında şiddete maruz kalıyorlardı oysa. Bologna’da Ortopedi Cerrahı olarak görev yapan Dr. Mirka Cocconcelli 2019’da İtalya'da sağlık çalışanlarına yönelik günde üç saldırı ve yaklaşık bin 200 şikâyet gerçekleştirildiğini söylüyor ve ekliyor: “Bilhassa acil servislerde görevli sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olgusu artık sosyal bir fenomen haline geliyor”. Bu konu hakkında fikrini sorduğum, çok değer verdiğim bir sağlık çalışanına göre herkes kendi önceliği olduğunu düşünüyor, “oysa ki sağlık çalışanları için herkes aynı, ellerinden geleni yapıyorlar. Hizmet aldıkları insanlara karşı biraz sempati, biraz empati duymaları gerekir. Tabi ki her zaman haksız değiller. Zaten hasta sahibi veya hasta olarak hastaneler hakkında genel geçer bir fikirle, stresli bir şekilde geliyorlar ve bunun acısını da sağlıkçılardan çıkarıyorlar. Oysa onların hastaları gibi birçok hasta var ve hepsi ilgiye muhtaçlar. Bunun bilincinde olmak herkes için kolay değil tabii ki”.
Geçen sene Edirne’de, Sultan 1’inci Murat Devlet Hastanesi'nde tedavi gören babalarının yaşamını yitirmesinin ardından Uzm. Dr. Tuba Çıkmaz’a saldıran ve ardından kifayetsizce “hiç pişman değiliz” diyebilen Z.Ü. ve ablası S.Ü.’nün, bugün bütün Türkiye’de her akşam saat 21.00’de balkonlarından sağlık personelini alkışlayan, hatta aralarına AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan ile eşinin de katıldığı vatandaşlarımızın korosuna katılıyor olmalarını diliyorum bütün kalbimle.
Ama yetmez. Bu virüsü ne döverek ne de pazu kaslarını göstererek yenmek mümkün değil! Bu itibarla “Koron avirüsü ile mücadelede pek çok ülkeden erken davrandık… şimdi de yine pek çok ülkeden daha hızlı ve güçlü şekilde hareket ediyoruz” demek suretiyle mücadele güçlü kılınmıyor maalesef. Lafla peynir gemisi yürüseydi, siyasilerin her daim süregelen vaatleriyle Türkiye bugün adeta bir cennet bahçesi olmaz mıydı Allah aşkına? Bir rahip olarak, bir işe girişmeden evvel, İncil-i Şerif’te geçen bir ayeti hep kendime rehber alırım: “Aranızdan biri bir kule yapmak isterse, bunu tamamlayacak kadar parası var mı yok mu diye önce oturup yapacağı masrafı hesap etmez mi? Çünkü temel atıp da işi bitiremezse, durumu gören herkes, ‘Bu adam inşaata başladı, ama bitiremedi’ diyerek onunla eğlenmeye başlar. Ya da hangi kral başka bir kralla savaşa gittiğinde, üzerine yirmi bin askerle yürüyen düşmana on bin askerle karşı koyabilir miyim diye önce oturup bir değerlendirme yapmaz?” (Luka 14:28-31).
Aynı şekilde eğer bu virüse karşı verilen savaşta muzaffer olmak isteniyorsa ilk kuvvetlendireceğimiz ordu sağlık ordusu olmalıdır. Bu ordunun neferlerinin ilk ihtiyaçları maske, eldiven, koruyucu gözlük, el dezenfektanı türünden kişisel koruyucu donanımları değil midir? Aynı şekilde çalışma ortamlarının yetersiz dezenfeksiyonu ve ağır iş yükü gibi konular onların güvenliği hususunda en büyük engeli teşkil etmiyorlar mı? Bütün bunların ivedilikle üstesinden gelinmelidir. Aksi takdirde bu türden bir salgının ön saflarında mücadele eden sağlık çalışanlarının birçok eksiklik sebebiyle virüsün yayılmasını hızlandıracak birer etken haline dönüşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan, ancak bu şekilde Türkiye büyük ve güçlü olduğunu gösterebilecektir.
Bütün diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de korona virüsü ile mücadelesi uzun soluklu bir mücadele olup mücadelenin daha çok başlarındadır ve her ne kadar “güçlü Türkiye” imajı vererek gerekli tedbirleri alıyor edasında olsa da başta İtalya olmak üzere korona virüsüyle mücadelede acı kayıplar üzerinden tecrübe kazanmış birçok gelişmiş ülkenin örneğinden yeterince yararlanmamaktadır. İktidarda ya da muhalefette olsunlar, tüm devlet büyüklerimize acil, ciddi ve etkili projeler üretme ve sağlık çalışanlarıyla halkın sağlığını merkeze koyan cesur kararlar alıp bunları uygulama yükümlülüğü düşmektedir. Bu bağlamda, bazı parti liderlerinin telaffuz ettiği gibi bu mücadelede hayatlarını kaybeden sağlık çalışanlarına şimdiden şehitlik mertebesi bahşetmek zamanlaması hakikaten çok kötü yapılmış bir hamledir. Devlete düşen ilk iş, insanların ölmeden mezarlarını hazırlamaktansa, başta sağlık çalışanları olmak üzere tüm vatandaşlarımızın yaşamasını sağlayacak önlemleri almak, koşulları yaratmaktır. Virüs yenilip yaralar sarılmaya başlandığında elbette böylesine kutsal bir adanmışlıkla hastaları uğruna canlarını verenlere şehitlik de verilir, geride bıraktıkları yakınlarına şehitlere sağlanan haklı kolaylıklar da sağlanır. Aynı şeyi yarın Kilise’nin de yapmasını bütün kalbimle bekliyorum. Ama bugün hasıl olan, ülkenin tüm enerji ve imkanlarının hastalıkla mücadeleye adanmasından başka bir şey değildir.
Papa Hazretleri Francesco, Vatikan’ın meşhur Sen Piyer Meydanında pandeminin son bulması ve salgın yüzünden hayatlarını kaybedenlerle, onların yakınları ve sağlık çalışanları için çok dokunaklı bir dua eda etti. Seçilmiş hiçbir davetlinin olmadığı, sadece hastanelere hiç durmaksızın hasta taşıyan ambulansların kulak tırmalayıcı sirenlerinin işitildiği, ilk defa bomboş gördüğümüz bu meşhur meydanda yankılanan Papa’nın şu sözleri sadece Hıristiyan alemi için değil iyi niyetli her insan için geçerli hiç kuşkusuz: “[…] Doktorlar, hemşireler, süpermarket çalışanları, temizlikçiler, bakıcılar, taşıyıcılar, kolluk kuvvetleri, gönüllüler, rahipler ve daha pek çokları hiç kimsenin tek başına kurtulamayacağını idrak ettik”. Evet bugün korona virüsünün bu dalgalı denizinde İtalyanı, Türkü, Çinlisi, Amerikalısı, İsraillisi, Kürdü “hepimiz aynı gemideyiz” ve hiçbirimizin kendini tek başına kurtarma şansı yok.
İnananlar için en nihayetinde tek Kurtarıcı evrenin yaratıcısı Cenab-ı Allah’tır. Ama inancımız ne olursa olsun, adına Tanrı ya da Allah diyelim, bu Kurtarıcı, bize bahşettiği zekayla, bilimi kullanarak ve geliştirerek sorunlarımıza çare bulmamızı da istemiştir. İşlerine geldiğinde ağızlarından dini ve imanı düşürmeyen mağrur devlet büyüklerimizin, dualarını mütevazi bir yürekle eda ettikten hemen sonra, omuzlarındaki sorumluluğun bilinciyle bir yandan sağlık sistemimizi geliştirmek, sağlık çalışanlarımızın imkanlarını iyileştirmek için hareket etmeleri gerekirken, diğer yandan da virüse karşı aşı ve ilaç geliştirmeye çalışan kurum ve kuruluşlara ayrım gözetmeksizin destek olmaları elzemdir.
Kadına ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetle başladık, bu kanayan yaraya ilişkin toplumda yepyeni bir yara açmak tehlikesi taşıyan bir kanun tasarısı üzerinde etraflıca düşünmeye davet ederek bitirelim. Cezaevlerinde korona virüsü salgını riskine karşı, uzun süredir üzerinde çalışılan infaz düzenlemesi yapılırken kadına ve sağlık çalışanlarına şiddetten hüküm giyenler konusunda çok dikkatli olunmalıdır. Öte yandan yine aynı infaz düzenlemesinde “terör” kelimesinin anlamının adil ve objektif ilkelerle yeniden belirlenmesi gereklidir. Bu bağlamda barış bildirileri ve benzer beyanlarla demokratik haklarından yararlanmak isteyerek fikirlerini ifade etmiş, ardından da KHK’lerle pek çok durumda haksızca görevlerinden edilmiş ülkemizin kıymetli akademisyenlerinin durumu da önem arz etmektedir. Nitekim DW Türkçe de Emine Algan imzasıyla yayınlanan bir haberde uzun süredir acil taleplerini dile getiren sağlık çalışanlarının, “Bir hafta sonra hastalara bakacak doktor kalmayacak” uyarısında bulundukları söyleniyor. KHK’le uzaklaştıran doktor ve sağlık çalışanlarının işlerine dönmesi ülkemiz için artık bir lüks değildir.
Korona virüsünün yarattığı bu bir nevi sürreal durumu göğüslerken yukarıda bahsettiğimiz toplum içerisindeki şiddeti ve diğer pek çok haksızlığı tekrar ele almak suretiyle bu beklenmeyen krizi bir ülkemiz için bir fırsata çevirmek mümkün müdür? Bence mümkündür. Millet ve devlet olarak kucaklaşarak, ayrıştırıcı söylem ve politikalarla artık gitgide sarsılan karşılıklı güveni yeniden tesis ederek, virüse karşı mücadeleyi yeni yaralar açmadan geçmişten gelen yaraları sarma fırsatına dönüştürebilmek hiç kuşkusuz hepimizin elindedir.
Bu yazıda ifade edilen görüşler ve bu görüşlerden doğabilecek sorumluluklar tamamen şahsıma ait olup mensubu olduğum Katolik Kilisesini ve Cizvit Cemaatini hiçbir şekilde bağlamamaktadır.
*Katolik Cizvit Peder, Papalık Güney İtalya Teoloji Fakültesi, Hıristiyan Yaşamı Anabilim Dalı, Ahlak Teolojisi, Biyoetik ve Dinlerarası Diyalog Öğretim Üyesi