Korona: Çöken bir sistemin anatomisi
Liberallik maskesi altındaki kapitalist sistemin, bu kriz sonucu hemen yok olacağını düşünmek, safdillik olur elbette. Krizin şokunu atlattıktan sonra kavramsal bir karşılık oluşturmak için tüm mekanizmalarını harekete geçirecektir. Ancak sistemin anatomisi göstermiştir ki, bu beden aslında ölüdür. Bir mumyalama işlemi dışında yapabileceği pek de bir şey yoktur.
Mehmet Kazım
Dünyanın tek gündemi haline gelen salgının, sistemin tüm unsurlarının zaafını açığa çıkarttığı gibi, bir tür kabuklaşma içerisinde çürümüş, koflaşmış liberal kapitalist sistemin ne kadar kolay çökebileceğini de ortaya koydu. Sistem, çok uzun bir süredir hoyratça kullandığı doğayı ve insanı tükenme noktasına getirdiği, üretim-tüketim dengesini kollamadığı için, yaşanan krizin içerisinde büyüyen, belki de yakında salgını bile geride bırakacak kaynak yokluğunun altından çıkamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Süper güç olarak tanımlanan ABD’de bile, sağlık sisteminin salgın karşısında nasıl işlevsiz kaldığı görünüyor; keza Avrupa ülkelerinde de. Dünyayı yöneten sistemin yaşlı, emekli, kronik rahatsızlığı olan gibi tanımlamalarla, üretime katkısı olmayan grubu kolayca gözden çıkardığı, (sürü bağışıklığı kavramıyla ki sürü sözcüğünün seçilmesi lapsus olarak düşünülebilir) dahası bunu bir kayıp değil, kaynak israfı olacağı nitelemesiyle, bir kazanç olarak gördüğü de açıktır. Bugüne kadar sağlıklı yaşam başlığı altında dayatılan şeyin, aslında tüketim ekonomisini besleyen bir modelden ibaret olduğu da görüldü.
Beden, sistem içerisinde nesneleştirilirken, Foucault’nun yaklaşımını anımsamakta yarar var: “Beden, biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir. “ Nesneleşen beden, sistemin varlığını sürdürebilmesi amacıyla hem üretim, hem de tüketim için araçsallaştırılmıştır. Salgın bu aracı işlevsiz kılabilecek bir boyuta ulaşınca, kapitalist sistem bir şeyin daha farkına varmak durumunda kaldı: Depo olarak gördüğü, ekonomik ve teknolojik açıdan zayıf ülkeler, depo özelliklerini yitirmişlerdir. Çünkü kendi içlerinde, kırsal alanlardaki topluluklar büyük ölçüde kentlere göç etmiş, üstelik orada da barınamadıkları için, gelişmiş saydıkları ülkelerde yaşama amacıyla sınırları zorlamaya başlamışlardır. Sanal bir değişim sistemiyle var edilen ekonomik model, kaynak olarak tüketilen ve değişen doğa karşısında kalıcı bir çözüm üretemez durumdadır. Sanırım paniğin asıl sebebi de buradadır. Bu yüzden iktidarlar, yönettiklerine sürekli olarak endişe etmemelerini, parasal olarak onları destekleyecek güçlerinin olduğunu vaz’etmektedirler. Oysa asıl mesele kaynak kıtlığının açığa çıkmasıdır; ve elbette ki kıt kaynağın bölüşümü sorunsalıdır. Salgın sürecinde görüleceği üzere, bu tip krizlerin yıkıcı etkisi yoksul kesimlerde olacaktır; tıpkı kaynak yokluğundan doğacak diğer krizler gibi.
Yaşanan bu durumun bireysel olarak karşılığı nedir sorusunu da düşünmek gerek kuşkusuz. Burada iktidarla birey ilişkisine Foucault’cu bakış açısıyla bakmakta yarar görüyorum. İktidar bireyi öncelikle kategorize eder. Sonra onu kendi empoze ettiği bir hakikat algısıyla özneleştirir. Foucault, özneyi yönetilen ve kontrol edilen birey olarak kullanmaktadır. Bunları Hapishanenin Doğuşu ve Cinselliğin Tarihi adlı kitaplarında yetkin bir biçimde saptamıştır. Panoptik biçimde kontrol ettiği bireyi, yarattığı algı modelleriyle yönetmektedir. Şimdi evine girmek zorunda kalan bireyi, enformasyon bombardımanıyla kuşatarak, düşünmeden bu süreci geçirmeye zorlamaktadır. Ancak enformasyonun bir süre sonra tekrara düşmesi, izleyen bireyin bundan sıkılması, sürenin belirsizliği nedeniyle kontrol mekanizması arızalanmıştır. Evindeki birey, izole biçimde sürdürdüğü yaşamının içinde, düşünmeye başlayacaktır ister istemez. Kendisine dayatılan hakikati sorgulayacak, bir başka hakikatin var olabileceğinin kuşkusunu taşımaya başlayacaktır. Özne kendinin farkına varacak, nasıl bir özne sorusunu soracaktır. Artık zaman nasıl bir özne olunduğu değil, nasıl bir özne olunması gerektiğini fark etme zamanıdır.
Öznenin zaman zaman baktığı entelektüel kesimin, geçen süreçteki tavırları da unutulmamalıdır. Sağın yıldızlarından Fukuyama gibi tarihin sona erdiği tezini cilalayanlar, ne yazık ki çürütülemedi. Tersine sol entelektüel kesim, bir azınlık dışında, bu görüş üzerinden sosyalizmi işlevsiz ve geride kalmış bir ideoloji olarak niteledi; kusurlarını, olumsuzluklarını, zaaflarını sayıp döktü. Sistem ütopya fikrinden hoşlanmıyordu. Kitleyi pasifize eden, başta sinema olmak üzere, birçok sanat dalında, distopik bir tasavvuru içeren ürünleri öne çıkarıyordu; alt metinlerle sistemin saldırıya uğraması halinde bu felaketlerin olacağını söyleyerek. Kendi eleştirisini yapar gibi yaparak, özneye seçim ve eleştiri hakkına sahip olduğu yanılsamasını, hakikatmiş gibi benimsetti. Yere göğe konulamayan Joker filmi, bunun iyi bir örneğidir. Dahası ütopya kavramı, gerçekleşmesi mümkün olmayan boş hayaller tanımlamasıyla özdeşleştirildi. Ancak salgınla birlikte, bir umacı olarak gösterilen distopya, bir anda gerçeğe dönüşünce, sistem kavramsal bir boşluğa düştü. Yeniden üretilebilecek bir ütopya tehlikesinin karşısına koyabileceği bir kavram üretemedi henüz. Tam da burada aklıma Jean Paulhan’ın, Andre Gide’in ölümü üzerine söylediği “ bugün ölen bir cesettir “ sözü geliyor.
İktidarın olduğu her yerde, bir de iktidar karşıtlığı olacağı kuşkusuzdur. Liberal iktidarlar, çıkmaza girdikçe milliyet, ırk, din, mezhep kavramlarını abartarak, bunları propaganda malzemesine dönüştürerek faşizme kayarlar; günümüzde de olduğu üzere. Bunun karşısına çıkacak bir ideoloji, siyaset ve modelin soldan gelmesi beklenir doğal olarak. Ancak sol, bugüne kadar bunu gerçekleştirebilecek, kitleselleştirebilecek bir söylem oluşturabilmiş değildir. Şimdi bir imkan doğmuş mudur; bunu cesaretle evet diye yanıtlamak istiyorum. Tuncay Birkan’ın, Geleceksizliğin tarihi ve bugünü üzerine başlığını taşıyan yazısı, bu anlamda ufuk açıcıdır. Yazının sonunda “Aradaki muazzam güç farkından dolayı daha epey bir yaşayacağımız lokal yenilgilerden moralsizlik ve çöküntü hissi değil de gerçek dersler çıkartmayı başarabilirsek; 'hatırlama' işini tiksinti ve kin içinde donup kalmak değil, geleceği hep birlikte inşa etme faaliyetinin ayrılmaz bir parçası olarak, geçmişten bugüne 'kullanılabilir öğeler' çıkartmak, (Benjamin’in tabiriyle) ‘eskiyi yenilemek' amacıyla yaparsak; ortak düşmanlarımızla savaşıp birbirimizle enine boyuna tartışmak yerine onlarla tartışıp birbirimizle savaşmaktan kaçınabilirsek, bir şansımız olabilir pekala." derken biraz pragmatist bir yaklaşımla da olsa, umutlu bir hedef koymaktadır.
Liberallik maskesi altındaki kapitalist sistemin, bu kriz sonucu hemen yok olacağını düşünmek, safdillik olur elbette. Krizin şokunu atlattıktan sonra kavramsal bir karşılık oluşturmak için tüm mekanizmalarını harekete geçirecektir. Ancak sistemin anatomisi göstermiştir ki, bu beden aslında ölüdür. Bir mumyalama işlemi dışında yapabileceği pek de bir şey yoktur. Aslolan bu ölü bedenin karşısına, yaşayan, canlı bir beden koyabilmektir. Sol, buradan bir yaşam pratiği üretebilmelidir. Geçmişi inkar ya da geçmişe saplanıp kalma tuzaklarına düşmeden, bir söylem oluşturmak, sol açısından çok önemlidir. Yeni bir sınıfsal tanımlama gerekiyor belki de. Sınıf bilincini yitirmiş kitlelere, değişen, yeni oluşan, daha önce sınıf olarak kabul edilmeyen grupları da içeren, yepyeni bir söylem. Bunu ummak ve hayata geçirmek; işte bütün mesele bu.