Korona virüsü salgınında din ve popülizm
Bu krizi, popülist söylemlerin dünyanın her yerinde revaçta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla krizi yönetme sürecinde liderlerin söylemleri, hayata geçirilen politikalar bu popülist nosyonları taşıyor ve önlemler gecikiyor. Oysa bu defa önlem almak, hayat memat meselesi.
Elif Sarı Genç*
Geçtiğimiz pazartesi günü Amerika Birleşik Devletleri’nin Florida eyaletinde bir papaz korona virüsü nedeniyle uygulanan sosyal mesafelenme önlemlerine uymayıp pazar ayini düzenlediği gerekçesiyle tutuklandı. Yapılan açıklamada, Papaz Howard-Brown’un uyarıları görmezden gelerek ayine katılan yüzlerce insanın hayatını riske attığı belirtildi. Tutuklanan papaz, kilisenin ülkedeki en steril, en temiz yer, hatta bir nevi ‘virüs öldürme makinası’ olduğunu, buraya gelenlerin her türlü virüsten dakikalar içinde arınacağını ayrıca salgın meselesinin de abartıldığını iddia ediyordu.
Mart ayının ortalarından itibaren dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi ABD’de de -hayli geç kalınarak- korona virüsü salgınına karşı teyakkuza geçildi. Önlem olarak sosyal mesafelenme uygulamaları başladı. Trump Yönetimi’nin son açıklamalarına göre ABD’deki vaka sayılarının önümüzdeki iki hafta içinde en yüksek seviyeye ulaşması bekleniyor, önlemler ise arttırılıyor. Dün Beyaz Saray’dan sosyal mesafelenmeye ek olarak toplumun yaygın olarak maske kullanması önerisi geldi. Trump, krizi değerlendirirken ekonominin darbe almaması için “basit bir grip” diyerek çıktığı yolda, bugün “Korona virüsüne karşı her cephede savaşıyoruz” deme noktasına geldi. Ancak Papaz Howard-Brown gibi kişiler belli ki hala ikna olabilmiş değil. Kim bilir, belki papazın da Trump gibi sıkı önlemler alındığı koşulda zarar göreceğine inandığı vazgeçilmez ‘değerli’leri vardır.
Papazın hem kendi hem de ayine katılanların hayatını tüm uyarılara rağmen neden riske attığı sorusuna yanıt ararken ayinlerde toplanan bağışların kilise gelirlerinin önemli bir bölümünü oluşturduğunu unutmamak gerekiyor. Amerika’da pek çok kilise elektronik ödeme yöntemleri veya posta yoluyla uzaktan bağış toplayabilse de ayinlere katılım arttıkça toplanan bağışların ciddi oranda arttığı biliniyor, çünkü ayinin yarattığı manevi duygular katılımcıların bağış yapmasını kolaylaştırıyor. Görünen o ki, salgının yayılmasını engellemek için uygulanan yasaklar kendisi için bir gelir kaybı anlamına geldiğinden Papaz Howard-Brown, cemaatinin dini hassasiyetlerini suistimal etmekten ve hayatlarını riske atmaktan imtina etmiyor.
ABD’de bunlar olurken, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir bağış kampanyasını başlattı. Kampanya korona virüsüne karşı alınacak önlemlerin finansmanı için halkı bağışta bulunarak dayanışmaya çağırıyor. Erdoğan 7 aylık maaşını kampanyaya bağışladığını duyurarak açılışı bizzat kendisi yapmış oldu. Toplam 500 bin TL civarında olan 7 aylık maaşını bağışlayabildiğine göre ne ile geçindiği sorularını bir yana bırakırsak, Türkiye’nin korona virüsü ile mücadelede sırtını eşitlikçi sosyal devlet politikalarına değil dini motiflerle harmanlanmış dayanışma ağlarına yasladığı görülüyor. Oysa diğer ülkelerde bu destek, olması gerektiği gibi, devlet kaynaklarından karşılanıyor. ABD Başkanı Trump da geçtiğimiz günlerde 2.2 trilyon dolarlık bir destek paketi açıkladı. Paket kapsamında salgından etkilenen sektörlere 500 milyar dolarlık yardım yapılacak. Ayrıca küçük işletmelere 350 milyar dolar kredi sağlanması ve artan işsizlik maaşı taleplerini karşılamak için ek 250 milyar dolar ayrılması planlanıyor. Ek olarak, milyonlarca aileye gelir seviyelerine göre 3 bin doları bulan nakit yardımı yapılması gündemde. Yine İngiltere, Almanya, Fransa gibi Avrupa’nın lider devletleri milyarlarca dolarlık destek paketleri açıkladı. Türkiye de ekonomik önlemler paketi açıklayan ülkeler arasında yerini alıyor, ancak uzmanlar bu önlemlerin durumun ciddiyeti ile örtüşmediği görüşünde. Görünen o ki Türkiye bu açığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın duyurduğu milli dayanışma kampanyası ile kapatmaya çalışıyor. Dayanışmanın tutkalı da son yıllarda ‘millet olarak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz’ her krizde karşımıza çıkan minarelerden yükselen salalar ve iktidarın dindar söylemleri. Peki, neden ‘pozitif bilimlere en çok ihtiyaç duyduğumuz’ bu günlerde dini motifler ve diyanet devrede? Neden Erdoğan’ın söyleminde bolca dualar ve hadisler yer alıyor? Birlik ve beraberliğimizi sağlamada bizi birleştirecek olan temel öge dindaşlığımız mı?
Geçtiğimiz günlerde başlayan camilerden sala okuması uygulamasıyla ilk olarak 15 Temmuz darbe gecesi tanışmıştık. Korona virüsü salgını ile mücadele sürecinde bir kez daha popülist söylemlerin vazgeçilmezi, maneviyat ve millet olma mitinin birlikte kullanıldığını görüyoruz. Bu anlamda Türkiye bir istisna değil elbette. Örneğin, İngiltere başbakanı Boris Johnson Mart ayının ortalarında Brexit'e dair popülist söylemini hatırlatan bir tonda korona virüsü salgınına karşı ‘Avrupa'nın geri kalanından farklı olarak, kendi başlarına ve kendi yöntemleri ile’ mücadele edeceklerini açıklamıştı. Johnson yönetimi daha sonra geri adım atsa da, bu tutum İngiltere'de salgına karşı alınan önlemlerin gecikmesine ve salgının yayılmasına neden oldu. Erdoğan’ın “Biz bize yeteriz Türkiye’m” söylemi de son yıllarda sıkça başvurulan, popülist siyasetin bir başka örneği. Özellikle 15 Temmuz ile başlayan süreçte AKP’nin dini hassasiyetleri milliyetçi duygularla harmanlayarak kurduğu söylem siyasetçilerin kamusal alanda dindar pratikler sergilemesi ile pekiştirilmeye çalışıldı. Öyle ki toplumun ‘icraata’ değil, ikonik siyasi figürlerin sergiledikleri halet-i ruhiyeye, güven değil inanç duyması öncelendi. Bu perspektiften bakıldığında, iktidarın bir virüs salgınının neden olduğu krizi yönetmeye çalışırken de dini unsurları, toplumun iktidara olan inancını güçlendirmeye yönelik bir söylem, politika aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Tepkilere yol açan Saray’daki VIP Cuma namazı, yönetimin muhafazakar popülist söylemi sürdürmek ile kamu sağlığını korumak arasında nasıl çelişik bir hatta seyrettiğinin göstergesi.
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kararı ile camilerde cemaatle cuma namazı kılınması yasaklandı. Yasağın tepkilere yol açmasının ardından Beştepe’de seçkin bir kitlenin katılımı ile gerekli önlemlerin alındığı söylenerek sembolik bir cuma namazı kılındı. Bu durum gösteriyor ki AKP iktidarı dindar seçmeninin hassasiyetlerini korumak ile kamu sağlığını korumak tercihleri arasında sıkışmış durumda. İktidar, bir yandan camilerde toplanmanın engellenmesi ile salgının yayılmasının önünü almaya çalışırken, diğer yandan bu uygulamanın AKP seçmeninde yaratacağı hoşnutsuzluğu, Beştepe’deki VIP cuma namazı ve her akşam verilen salalarla, dindar pratiklere olan bağlılığını sergileyerek gidermeye çalışıyor. Salaları ve Cuma namazını eleştirenlere yöneltilen din düşmanı suçlamaları da aynı popülist söylemin ‘biz’ ve ‘ötekiler’ cepheleştirmesine örnek teşkil ediyor.
Ancak dini hassasiyetler üzerinden kurulan bu popülist söylem ve bu söylemi destekleyen uygulamalar, içinden geçtiğimiz kritik dönemde kamu sağlığı için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Hatırlayacak olursak, Türkiye’de korona virüsünün yayılmasında dönüm noktalarından biri umreden gelenlerin yeterli önlem alınmadan Türkiye’nin dört bir yanına dağılmasına izin verilmesi oldu. Korona virüsü salgınının global bir boyuta ulaşmaya başladığı ilk günlerde pek çok devlet sosyal mesafelenme önlemlerini uygulamaya koyarken, Türkiye umreden gelen ilk kafile için hiçbir karantina önlemi almadı. Yani salgına karşı alınacak önlemler AKP seçmeninin hassasiyetleri ile çeliştiği durumlarda hükümet bocaladı ve alınması gereken önlemler gecikti.
Global olarak bu düzeyde yaşanan bir sağlık krizini insanlık ilk defa tecrübe ediyor. Dünya Sağlık Örgütü, virüse dair her gün yeni bir şey öğrendiğimizi, yani zaman kazanmaya ihtiyacımız olduğunu ısrarla vurgulamayı sürdürüyor. Bu krizi, popülist söylemlerin dünyanın her yerinde revaçta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla krizi yönetme sürecinde liderlerin söylemleri, hayata geçirilen politikalar bu popülist nosyonları taşıyor ve önlemler gecikiyor. Oysa bu defa önlem almak, hayat memat meselesi. Dini değerler veya seçmen hassasiyetleri bahane edilerek kamu sağlığının popülist gerekçelerle riske atılmasının bedeli bu defa çok ağır. Vaka sayısının her geçen gün katlanarak arttığı bu kritik günlerde her bir bireyin popülizmin tuzağına düşmeden kamu sağlığını önceleyen pratikleri geliştirmesi ve yaygınlaştırması gerekiyor. Dayanışma bu defa bir söylem öğesi değil, bir hayati ihtiyaç.
*Portland Devlet Üniversitesi'nde Doktora Öğrencisi