Ölümle damgalanmak ve hafızanın kırımı
Medyadan bize akan estetize edilmiş imgeler, bir yandan sanki bu mekânlarda virüsten önce bir yaşam yokmuşçasına, buralar etkileşimlerin ve kolektif hafızamızın biriktiği yaşayan alanlar değilmişçesine bir algıyı dayatmaktalar. Dahası sanki bundan sonra buralarda sürdürdüğümüz yaşamdan hepten uzak olacağımıza dair bir kaygıyı doğurmaktalar.
Ceren Acun*
Tüm dünyada ülkeler, virüse karşı savaş ilan ederek önlemler aldılar. Peki, bu savaş, sadece virüsün kendisine karşı mı yürütülüyor? Görünen o ki, devletlerin tasarrufunda ilan edilen savaş, yalnızca salgına karşı açılan bir cepheden ibaret değil; şimdiye kadarki gelişmelerden anlayabildiğimiz kadarıyla, insanlığın birçok veçhesinde yıkıcı sonuçlar yaratmaya başlamış cephelerden de yürütülmekte.
Salgını en acı yüzüyle gördüğümüz andan itibaren içine düştüğümüz çaresizlikte, hepimiz, bizi buraya sürükleyenin neo-liberal politikalar olduğu konusunda hemfikiriz. Bunun yanında, gücünün doruklarına ulaşmış insan merkezciliğin doğayı nasıl tahrip ettiğini ve sermaye odaklı bakışın toplumsal yaşamı nasıl çöküntüye uğrattığını tartışıyoruz. Bu yüzden en çok sorguladığımız mesele, tıkanan sistemin ne yönde değişmesi gerektiği ve salgından önce yanlış işleyenleri nasıl onarabileceğimiz.
Çözüm arayışı açısından bu soruları sormak hayati öneme sahipken, öte yandan, siyasi iktidarların “artık bu sistemin değişmesi ve yeni bir dünya düzenine geçilmesi gerektiğine” dair benzer söylemlerine şahit oluyoruz. Ancak, onların değişimden kastettikleri farklı. Zira bu süreçte yeterli derecede alınmayan önlemlerin bize ilk başta anlattığı, mevcut sınıf ayrımlarının virüse maruz bırakılma gerçeğiyle iyice görünür hale geldiği. Üstelik ihmal üstüne ihmal yaşanan ülkemizde olduğu gibi, sırf üretim devam etsin diye insan hayatının göz kırpmadan hiçe sayıldığı şu anlarda. Yaşanan krizin, yönetimler nezdinde bir sistemsel değişimi gerektirdiği ortada; ama sermayenin çıkarları için gerçekleşen bu değişimler, en acımasız şekilde hayatlarımıza yansımaya başlamışken, ölümü de yaşam karşısında güçlendiriyor. Bunun bizde yarattığı his ise sürekli büyüyen bir korku.
Aslen hepimiz, Kessler’ın deyişiyle bir beklentisel yas haline sokulmuş gibiyiz. Gelecekte olacaklara dair belirsizlik yaşandığında ortaya çıkan bu yas hissinin kaynağı, güvenliğin yitirilmesidir. Kişi kendisini gelecekte bir fırtınanın beklediğini hayal ederek kayba uğrayacağı duygusuna kapılır. Odaklanılan tek ihtimal ölümdür. İnsan hayatının kolay harcanır olduğu bu zamanda varını yoğunu seferber etmeyen yönetimlerin tutumları da bizi ölüme terk edilmiş gibi hissettirmekte. Salgın karşısındaki savunmasızlığın ciddi fiziksel neticelerinin yanında, zihinsel olarak yaralanmak ve hayatta olduğumuz sürece “ölümle damgalanmak” gibi ağır neticeleri de söz konusu. Ve böyle hiçe sayılışın, bizden sonraki kuşaklara yetecek kadar travmatik uzantılarının olması da kaçınılmaz görünüyor.
Başlarken söylediğimiz gibi, virüse karşı açıldığı söylenen cephe, tıkanan sistemin önünü açmaya yönelik en sert uygulamalarla genişliyor. Eski düzenin bırakılması yönünde söylemler, bir hafıza kırımı ile de başa baş gidiyor. Unutulmamalı ki radikal sistemsel değişimler, bizi biz yapan belleğimizin ve onu oluşturan imgelerin dönüştürülmesiyle başlar.
Şimdi, pandemi günlerinde yönetimlerin kendi arzuları doğrultusunda toplumsal hafızamızı ve hayatlarımızı yeniden şekillendirme girişimlerine bazı örneklerle bakmaya çalışalım. Öncelikle medya bu tarihyazımı sürecinde yine başrolde. Kuşkusuz, daha önce belki de hiç bomboş görmediğimiz kent mekânlarının şimdiki insansız halleri, ilk bakışta çok ilgi çekici. Hatta bir tür büyülenme yarattıkları kesin. Ancak, medyadan bize akan bu estetize edilmiş imgeler, bir yandan sanki bu mekânlarda virüsten önce bir yaşam yokmuşçasına, buralar etkileşimlerin ve kolektif hafızamızın biriktiği yaşayan alanlar değilmişçesine bir algıyı dayatmaktalar. Dahası sanki bundan sonra buralarda sürdürdüğümüz yaşamdan hepten uzak olacağımıza dair bir kaygıyı doğurmaktalar. Sanki mekânlar, geçici olarak değil, sonsuza dek virüsün gölgesiyle ve getirdiği ölümle damgalanmış gibidir. Ve belki Barthes’ın bahsettiği fotoğrafın nesneleştirici gücü, canlı olanı yadsıyan bir bakışla birleşir bu imgelerde.
Bununla beraber, amaçlanan dönüşümde tek hedef sosyo-mekânsal algımız değil. Süreç içinde olanlar, bazı kimliklerin veya toplumun belli kesimlerinin benzer bir İkonakırıcı harekete maruz kaldığını gösteriyor. Yaşlıların virüsten en çok etkilenen kesim olduğu dile getirildiğinden (sonradan hastalığın gençler için de hayati tehlike içerdiği ortaya çıktı) beri, hükümetlerin sağlık politikaları da çokça tartışılıyor. Hastalığa yakalanmaları halinde tereddütsüz gözden çıkarılmaları, bu tutumun gerisindeki biyopolitik stratejiyi göstermiş oldu. Sözgelimi, Teksas Vali Yardımcısı'nın ağzından çekincesizce dökülen “Yaşlılar ölmeye hazır, bütün ülkeyi feda etmeyelim” sözleri, bu kimlikleri sistemin sırtındaki yük olarak imlemişti.
Ne de olsa sermayenin çıkarları, ekonomiye katkı sunamayacak olanları bünyesinden atmayı gerektirir. Böylesi bir dışarıda bırakılma, yine medyanın desteğiyle, bu yaş grubunu işe yaramazlıkla bir tutan bakışla görmemizi istedi. Türkiye’de peyderpey getirilen önlemlerin ilklerinden olan 65 yaş ve üstü sokağa çıkma yasağı başladığında da, bu ötekileştirici bakışın tezahürlerini türlü örnekleriyle izledik. Toplum nezdinde böyle bir olumsuz imge oluşması ve yaygınlaşması, yeni bir düzene geçmek adına eskiden arta kalanların temizlenmesini isteyenler için mühim. Zira yaşlılığı sistemi tıkayan sorun olarak düşünmek, toplumların belleğini tutan bu kimselerden rahatça kurtulabilmenin yolunu açıyor. Bu nedenle, yük imgesinin kısa ve uzun vadede hayatımıza düşüreceği en derin iz -ölümlerle birlikte zaten başlamış olan- hafıza kırımı olacak. Eski anlatılar ve deneyimler ile buluşmak hepten zorlaşacak, belleğin silinmesiyle geçmişin tanıklarına ulaşmak imkânsızlaşacak.
Öte yandan, ortaya çıkan olumsuz imgeyle özdeşleştirilenler için de toplum dışı bırakılmak, ölümle damgalanmakla aynı anlama gelmekte. Bunlarla bağlantılı olarak, Camus’nün Veba’sının artan bir ilgiyle gündeme gelmesi çok anlamlı. Keza, yazarın kitabın ilk sayfalarında söylediği “Bir şehri tanımanın en iyi yollarından biri orada insanların nasıl yaşadığından çok, nasıl öldüğüne bakmaktır” sözleri çok kıymetli. Ancak, yazıldığından beri geçen sürede büyüyen küresel sistem, her şeyi öyle aynılaştırmış ki, korona zamanlarının gösterdiği gibi dünyanın neredeyse tüm şehirlerinde aynı şekilde hiçe sayılarak ölüyor insanlar.
Son olarak, daha önce 15 Temmuz’da ve İdlip harekâtında karşılaştığımız selâ okuma uygulamasının da hafızayı dönüştürme çabasının bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Giderek bir ritüel haline gelen selâ okumaları, aslen tüm ritüellerle aynı gayeyi taşımakta; kurulmaya çalışılan bir düzeni benimsetmek, kimliği şartlara uygun biçimlendirmek. Alışmamız isteniyor. Alışmamızı istedikleriyse, üstelik bize sürekli her şeyin kontrol altında olduğuna dair telkinlerde bulunsalar da, ölümün kendisi. Yetersizliklerin yarattığı kayıpların ve ileriki haftalarda vahimleşecek vaziyetin önünü alamamanın hazırlığı gibi; mukadderat sözcüğünü daha kolay söyleyebilmenin makul yolu. Oysa, yaşanan toplumsal krizde bu ritüelin yaptığı, beklentisel yas halini sürekli kılarak ölümü hatırlatmak. Sanki her akşam evlerimize düşen ölümün gölgesi, yaşamdan büyük olabilirmişçesine. Sanki şu zamanın öncesinde yaşam olmamış ve ilerisinde de yaşam olmayacakmışçasına hafızalarımızı ölümle damgalamak. Elbette, geçmişte bir yaşam olduğu gibi gelecekte de olacak. Ancak böylesi pratikler, bunu tahayyül etmenin önünü kapatır nitelikte.
Peki, bunlar geride kaldığında bu zamanı nasıl hatırlayacağız? Uzmanların uyarılarına rağmen gerçekleşen ihmâllerin bizi taşımakta olduğu noktada, ihmallerden sorumlu olanlar, olan bitenle yüzleşebilecek mi? İşbirliği çağrılarını ayrıştırıcı söylemlerle reddeden hükümet, derinleşmesi öngörülen krizin sonuçlarıyla yüzleşebilecek mi? Dahası, olması gereken şeffaflıkta bir bilgi akışının olamayışı ve hakikatin üzerinin hamasi hikâyelerle kapatılması, bastırılanlar ortaya çıktığında, bizi başka felâketlere sürüklemeyecek mi?
Dolayısıyla şimdi ihtiyacımız olan, hep dile getirildiği gibi, alternatif dayanışma yolları. Bu hakikat krizinin açtığı yaraların ve belleklerde oluşan travmaların büyümemesi ve sonraki nesilleri ölümle damgalamaktan koruyabilmek adına, sosyal mesafelerin zihinsel ayrışmalara dönüşmesini engelleyecek çözümlere ihtiyacımız var. Yerel dayanışma ağlarından Zizek’in önerdiği pandemiler için kurulması gereken küresel sağlık sistemine kadar insan haklarını gözeten oluşumlara ihtiyacımız var. Aynı zamanda, post-gerçekliğin kaotik bilgi akışını damıtmaya çalışan, hatırlama hakkımıza saygılı medyaya her zamankinden çok gereksinim var.
Aksi takdirde, toplumsal bağlarımızı kaybettiğimizde, bizi biz yapan gerçekliği de kaybetmiş olacağız. Levinasçı yaklaşımla, ötekinden sonsuzca sorumluyuz; kaderlerimiz nihai biçimde birbirine bağlı. Bunu kabullenmemekle sürükleneceğimiz yer ise, bizi boşlukta asılı bırakıp sersemleten fırtınalar olacak her zaman.
Barthes, R. (2000). Camera Lucida. R. Akçakaya (Çev.) İstanbul: Altıkırkbeş.
Camus, A. (1997). Veba. N. T. Öztokat (Çev.) İstanbul: Can.
*Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları Doktora Öğrencisi