Berfin Özek ve 'makbul mağdurlar' meselesi
Mağdura (beklentilerden oluşan) tek bir sesten ibaret klişelerle yaklaştığımızda, ona şiddet uygulayan ile ne farkımız kalır? Kadın haklarına sahte bir duyarlılık, beklentiler karşılanmayınca acımasız bir saldırıya dönüşür. Kendini kurtarıcı, saldırıya maruz kalanı da “kurtarılması gereken bir kurban” olarak görme pervasızlığına düşürür.
Hatice Demir*
Berfin Özek ile ilgili sosyal medyadaki haberler bana ‘‘Bülbülü Öldürmek’’ isimli romanı hatırlattı. Harper Lee’nin Amerika'nın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizliği bir çocuk kahramanın gözünden anlattığı romanda ‘‘Bir insanı, meseleyi onun yönünden düşünmeye alışmadıkça anlaman imkansızdır.” ve “Bir insanın ayakkabılarını giyip bir süre onlarla gezinmedikten sonra o insanı tanıyamazsınız.'' der. Berfin’in yaşadıklarını bilmiyoruz ama onu anlamaya çalışmadan sosyal medyada verilen tepkiler linç kültürüne ayna tutuyor. Tarihsel olarak linç kavramı, Amerikan iç savaşından sonra ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddeti tanımlamak üzere kullanılır. Linç ile yapılan şey, kalabalık bir grubun kendinden olmayanı, korumasız olanı cezalandırmak için saldırmasıdır. Linç, kişilerin tek başına yapmaya cesaret edemediği eylemi/davranışı/sözü kalabalıktan aldığı güçle yapması ve söylemesidir. Çünkü linçe katılan kişisel sorumluluk üstlenmez.
Son yıllarda sosyal medyanın gücünün artmasıyla birlikte linç kültürünün etki alanı genişlemiş, linçin hedefe ulaşması hızlanmıştır. Sosyal medya linçinde; fiziksel bir temas olmadan, cezalandırılmak istenen kişi veya kişilerin zayıflatılması, çaresiz bırakılması, susturulması, aşağılanması, küçük düşürülmesi ve karalanması arzulanır. Böylece linçe maruz kalan kişi itibarsızlaştırılarak, kamusal hayattaki varlığı silinir.
Linç kültürünün sosyal ve psikolojik etkileri oldukça geniştir. Çoğu zaman linç, boyun eğdiren ve diz çöktüren boyuta varır. Güce, güçlüye, rüzgârın estiği yöne bir sadakati yaratır. Meşhur Milgram deneylerinde bir otorite tarafından yönlendirilen sıradan insanların nasıl da “ötekileri” cezalandıran kişiler haline geldiklerini hatırlayalım. Bir anda biz de güç uygulayan bir güruhun parçası haline gelebiliriz. Çünkü günümüzde linç, artık tek “tık”tır. Bu anlık tek “tık”ın etkisi düşündüğümüzden daha ağır sonuçlara yol açabilir.
Buradan hareketle Berfin Özek’in yaşadıklarına yeniden bakalım. Hatay İskenderun’da yaşayan Berfin, eski erkek arkadaşının asitli saldırısına maruz kaldı ve bunun sonucunda yüzünde ağır ve kalıcı yanık izleri oluştu. Bir gözünü tamamen diğerini ise yüzde 30 kaybetti. Kamuoyunda ciddi tepkilerin oluşmasından sonra ameliyat olma olanakları yaratıldı. Berfin bir dizi ameliyat geçirdi ancak eski sağlığına kavuşamadı. Fail ise kamuoyunda oluşan baskıya rağmen “öldürmeye teşebbüs” suçundan değil de “kasten yaralama” suçundan 13 yıl 6 ay hapis cezası aldı.9 Nisan'da sosyal medyaya Berfin’in şikâyetinden vazgeçtiği haberleri düşüverdi. Ardından bir linç kampanyası ve bazı örgütlerin desteklerini geri çektiklerine dair açıklaması geldi.
Berfin’in böyle bir dilekçe yazmasına yol açan maddi koşulları ve ruhsal dinamikleri bilmiyoruz. Ancak kadınların deneyimlerinin ortaklığına bakınca biliyoruz ki, şiddete maruz kalan kişiler şiddetle tam anlamıyla baş edene kadar “travmatik yaşantının tekrarı” denilen davranışı tekrarlayabilir. Şiddetin etkisi şiddet anı bitince bir anda buharlaşıp uçuvermez; bu etkinin ortadan kalkması ya da azalması yılları alabilir. Beklenmeyen bir karar alınması durumunda şiddet mağdurunu yargılayıp yalnızlaştırmak ise yeniden şiddet üretir. Şiddet mağduruna başkasının davasının sürdürücüsü olma borcu yüklenemez! Verilen kararın doğru olmadığını düşünebiliriz ancak her koşulda Berfin’in yanında olup kararına saygı göstermek durumundayız.
Şiddete maruz kalan bir kadının haklarını savunmak, onun yerine ve iradesine aykırı bir şekilde söz söyleme veya onu kararlarından dolayı kınama hakkı vermez. Esas alınması gereken şikâyet durumunun (şiddetin travmatik etkilerinin yanı sıra) rızayı çevreleyen koşullar bağlamında kişinin özgür iradesine dayanıp dayanmadığıdır. Suç mağdurunu aldığı karar nedeniyle kınamak onu çaresizliğe, yalnızlığa iterken; kendisini değersiz hissetmesine, korkuya kapılmasına ve umudunu yitirmesine sebep olur. Ayrıca onu başka bir şiddet tehlikesi karşısında yalnızlaşmaya ve yardım isteyememeye iter ki bu daha vahim sonuçlar doğurabilir.
Kadın hakları meselesine duyarlılık ve dayanışma şartlara indirgenemez, koşullu olamaz. Kadınların tarihsel olarak mücadelesinin temeli tam da bu yok sayılmaya, görmezden gelinmeye, haksızlığa, eşitsizliğe, sömürüye karşı bir itiraz değil midir? Her türlü otoriteye karşı eşitlik, özgürlük, adalet talebi ile görülme, bilinme, duyulma, haklar için birlikte mücadele ve dayanışma değil midir?
Mağdura (beklentilerden oluşan) tek bir sesten ibaret klişelerle yaklaştığımızda, ona şiddet uygulayan ile ne farkımız kalır? Kadın haklarına sahte bir duyarlılık, beklentiler karşılanmayınca acımasız bir saldırıya dönüşür. Kendini kurtarıcı, saldırıya maruz kalanı da “kurtarılması gereken bir kurban” olarak görme pervasızlığına düşürür. Bu alanda çalışan kadınlar “kurtarılmış kadınlar” olmadıklarını ve “kimsenin kurtarıcısı” olmadıklarını bilirler. Kadınları yargılayan bakışların, bazılarımızı “makbul kadın” kabul edilip diğerlerimizi kıyas unsuru görmesine de tahammülümüz yok.
Berfin’e sosyal medyada eleştiri yöneltenler yaptıklarının linç kampanyası çerçevesinde değerlendirelemeyeceğini ileri sürebilirler. Kimi zaman linç kültürünün parçası haline gelme hali niyetten bağımsız gelişebilmektedir. Farkından olmadan güruhun parçası haline gelmek istemiyorsak kurduğumuz “dil”e özen göstermeliyiz. Özellikle Berfin’e destek olduğunu iddia eden kişi ve kurumların yargılayan ve yalnızlaştıran bir dil ile olanlara tepki vermesi oldukça vahim. Feminizmin en temel saptamalarından biri de kadınların erkekler tarafından yapılmış bir dil içinde yaşamak zorunda olduklarıdır. Tarihsel olarak kadınların yaşamlarının sınırı erkekler tarafından belirlenmiştir. Bu sınırlar içine doğan kadınlar, erkekler tarafından kurgulanan hayatla birlikte bu kurgunun diline de hapsolmuşlardır. “Dil kurulan bir şey” olduğundan neyi içerip içermediğini de dili kuranlar belirler. Bu nedenle “dil politiktir.” Andrienne Rich’in ifade ettiği gibi; “kadınlar delirtilmişlerdir; yüzyıllar boyunca yalnızca erkek deneyimine değer veren bir kültürde, deneyimlerimizi ve içgüdülerimizi yalanlayarak “yanlış aydınlatılmışlardır”. Bedenlerimizin ve akıllarımızın hakikati bize gizemleştirildi. Bundan dolayı, birbirimize karşı temel bir sorumluluğumuz var; makullük uğruna birbirimizin gerçeklik duygusuna zarar vermemeliyiz, birbirimizi yanlış aydınlatmamalıyız.”
Tam da bu nedenle kadınlar özne haline geldikçe erkeklerin kurgusunda nesne olmak ve erkek diliyle konuşmak yerine kendi gerçeklerinin savunucuları olma cesareti gösterebilecektir. Berfin’in hikâyesine döndüğümüzde, linç kültürünün parçası olmak istemiyorsak ve parmağımızı sallayarak ‘’nankör’’ diyen erkek dilini kullananlardan olmak istemiyorsak “makbul mağdur” arayışından ve beklentisinden vazgeçmeliyiz. Nerede dayanışmaya ve birlikte mücadeleye ihtiyaç duyan bir kadın varsa biz orada olmaya hazırız, demeliyiz. Bu gerçekliğin farkında olan kadınlar, kadın hakları savunucuları, feministler; şiddete maruz kalan, maruz kaldığı şiddeti şikâyet eden ya da etmeyen, hukuki mücadelesini sonuna kadar sürdüren ya da sürdürmeyen bütün kadınların yanında koşulsuz bir şekilde yer alacaktır.
*Avukat, Diyarbakır Barosu