Görünmez düşmanın görünür kıldıkları 1: Hayatı üretenler, hayatı tüketenler
Ayrımcı olan virüs değil, eşitsizlikler üzerine kurulu toplumsal düzen ve bu düzeni devam ettiren, ayrımcılıktan imtina etmeyen, bazılarının hayatı eve sığsın diye diğerlerininkini gözden çıkaran devlettir. Covid-19 bunu teşhir edebilirse, daha eşitlikçi bir kollektif yaşam kurmak yolunda önemli bir eşik atlanmış olabilir.
Zeynep Gambetti*
Her kriz toplumun temelindeki yapısal sorunları gözler önüne serer, zira toplumun normal işleyişini duraksatır. Günlük hayatın temposu içerisinde kanıksanan, sorgulanmayan, hatta hiç fark bile edilmeyen birçok kronik sorun varlığını dayatmaya başlar. Covid-19 krizi de aynen bunu yapıyor: Günümüz toplumlarına ayna tutuyor, yaşam tarzımızdaki pek çok yanlış ve eksiği suratımıza çarpıyor. Dahası, salgının küresel olması, sadece ulusal sınırlar içerisindeki çarpıklıkları değil, tüm dünyanın maruz bırakıldığı tahribatı da ifşa ediyor. Nazi döneminin tanığı (ve ne yazık ki kurbanı) olan Alman düşünür Walter Benjamin’in deyimiyle, bizi “emniyet frenini” çekmeye ve sorumsuzca yol alan bu treni durdurmaya davet ediyor. Yeryüzündeki kollektif yaşamımız açısından elzem ve hayati olan ile ikincil, gereksiz, kaçınılabilir, zararlı ve hatta ölümcül olan arasında bir ayrım yapmaya çağırıyor. Hem de hemen şimdi.
Bu çağrıya kulak verenlerin sayısı her gün artsa da, salgının gerek toplum, gerekse siyasiler tarafından tartışılma şekli, krizin görünür kıldıklarını farklı yollardan gizlemeye fazlasıyla yatkın hâlâ. Bu gizleme/açık etme diyalektiğinde en vahim bulduğum birkaç noktanın altını çizmek istiyorum, ama bunu sonu olmayan bir çaba olarak düşünmekte fayda var. Şüphesiz ki, korona virüsünün ritmiyle yaşamaya devam ettiğimiz süreçte toplumsal yapının görünmeyen başka yüzleri de karşımıza çıkacaktır. Bundan sonra artık hiçbir şeyin aynı olmayacağını iddia etmeden önce, salgının neleri değiştirdiğini, virüsün bizi kendimizle nasıl yüzleştirdiğini – veya yüzleştirebileceğini – anlamak hayati önem arz ediyor. Böylesi bir anlama çabası, “bir daha asla” diyebilmenin önkoşuludur.
BU SALGINDAN VİRÜS DEĞİL, BİZ SORUMLUYUZ
İlk olarak, kamusal alanda dolaşıma giren bazı söylemlerin aksine, Covid-19 virüsünün insana bulaşmasının genel geçer anlamda “doğa” ile hemen hemen hiç alakası olmadığını anlamamız gerekir. Başımızdaki felaket insan faaliyetinin – hepimizin ortak faaliyetinin – eseridir. Üretim ve tüketim biçimlerimiz, dev kentlerde üst üste sıkışmış varoluş şeklimiz, gittikçe artan seyahat oranlarımız, durmak bilmeyen kirletme kapasitemiz yüzünden hem iklimi değiştiriyoruz, hem de vahşi hayvanların doğal yaşam alanlarını mutlak biçimde daraltıyoruz. İnsanlarla teması olmayan canlılar artık bizimle iç içe yaşamak zorunda kalıyorlar. Bilim insanlarına göre bu gayri-doğal etkileşim, sadece vahşi hayvanların soyunu tüketmekle kalmıyor, insanlığın da yeni virüslere, hastalıklara, felaketlere maruz kalmasına yol açıyor. Yani insanoğlu hem doğayı, hem de kendini öldürüyor. Ama bu gidişatı “insan doğası” türünden muhafazakar kavramlarla açıklamaya çalışanlar da acz içinde. İnsanı özünde kötü, hırslı, açgözlü olarak betimleyen söylemler, toplumsal yapıların tarih boyunca davranış ve düşünce şekillerini nasıl belirlediğini tamamen göz ardı ederler. Oysa ki çağımızda kitlesel ölümlere yol açan davranış kalıpları; sosyal refah devletini yerle bir eden neoliberal ekonomi ve piyasa mantığıyla, teknolojik gelişmeye körü körüne güven duyulmasıyla, alternatif çözüm talep eden, öneren ve üreten halk hareketlerinin şiddetle bastırılmasıyla yoğuruldu. Covid-19’un öldürücü gücünü sadece biyolojik veya tıbbi çerçeveyle açıklamak çok yetersiz olur: Virüs farklı ülkelerdeki sağlık sisteminin durumuna, siyasi karar alma mekanizmalarının niteliğine, alınan kararların uygulanma hızına, ekonomik gelişme düzeyine, çalışan nüfusun mahiyetine, ve buna benzer pek çok toplumsal ve siyasi faktöre göre öldürüyor. Bunun nedeni, “antroposen” adınız verdiğimiz bu çağda doğa ile insan arasındaki sınırın gittikçe silikleşmesi, insan faaliyetinin doğayı şekillendiren ve etkileyen en önemli faktör haline gelmesidir. Kısacası, virüsler de tıpkı diğer mal ve hizmetler gibi, piyasa ekonomisinin dolaşım yollarını kullanarak yayılıyor; bizimle birlikte, bizim kurduğumuz toplumsal düzenin fay hatlarında serpilip gelişiyorlar.
Bunu görebilirsek, virüsün kendi dışımızdan (Çin’den veya Batı Avrupa’dan, hatta uzaydan veya Tanrı’dan) gelip içimize yerleşmediğini, tam aksine içimizden türediğini anlayabilir ve kendi sorumluluğumuzla yüzleşebiliriz. Korona virüsü salgını, doymak bilmeyen hırsımızın ne kadar tarihsel ve toplumsal olarak üretilmiş olduğunu bizlere gösterebilirse, yaşanan bunca acı ve kaybı ileride telafi etmek mümkün olabilir belki. Bu salgın dindiğinde hiçbir şey olmamış gibi işimize gücümüze dönmek ve her zamanki gibi unutmak yerine, bir daha asla tekrarlanmaması için gereken adımları ancak o zaman atabiliriz.
'TÜKETİYORUM O HALDE VARIM'DAN 'TÜKETİYORUM O HALDE YOK OLUYORUM'A
En mikro, en kişisel alanda atılacak olan adımlardan biri, toplumsal yapıların dayattığı tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak olmalı – hem de hemen şimdi, ihtiyaç ve beklentilerimiz virüs yüzünden asgari düzeye inmek durumda kalmışken. “Asgari” elbette göreceli bir kavram – salgına rağmen online sitelerden kırmızı elbise ısmarlayanlar varmış hâlâ! Ama çoğumuz görmüş olmalıyız ki, sahte tatmin ve güvenlik duygusu veren sayısız ürünle kuşatılmaksızın da yaşanabiliyormuş. Korona virüsü krizi, yiyecek, konut ve sağlığın en hayati değerler olduğunu bastıra bastıra gösteriyor. Kişinin coğrafi konumu, kültür ve dili, etnik kökeni, ait olduğu ekonomik sınıf veya statüsünden bağımsız olarak yaşamın temel ihtiyaçları aynı. Covid-19 bizi bunlarda buluşmaya doğru itiyor.
Peki çoğunluk bunu fark edebildi mi ya da edebilecek mi? Fark edemediyse bunun sebebi, içinde yaşadığımız kapitalist toplumların, ancak piyasa aracılığıyla doyuma ulaşabilen arzular üretiyor olmasıdır. Sistem, en son marka teknolojik aygıtlar, süpermarketten tedarik edilmiş albenili gıdalar, markalı ürünler olmazsa kendimizi doyumsuz ve eksik hissetmemiz için devreye sayısız mekanizma sokuyor, sürekli “tüketin” komutu veriyor. Neyi, nasıl tükettiğimizi sorgulamamıza el vermiyor. “Tüketin” komutunun içselleştirilmesi, tükettiği oranda özgüven geliştiren, değer skalası piyasa tarafından belirlenen, sahip olduklarıyla tanımlanan benlikler türemesine yol açıyor. “Tüketiyorum, o halde varım” mantığı, bireyselciliğin bencillik ile kesiştiği noktadır aslında. Ama yaşamın anlamını bu mantık üzerine kuranların kendilerini “birey” sanması kadar da büyük bir yanılsama olamaz.
Oysa Covid-19 salgını, daha az ve daha bilinçli tüketmenin hem mümkün, hem de gerekli olduğunu çok çarpıcı bir biçimde açığa çıkarıyor. Değişim değerinin (yani piyasa değerinin) altında yatan kullanım değerini görünür kılıyor. Bir örnek vermek gerekirse, insan IPhone’un 7 bin liralık son sürümüne sahip olmadan da yaşayabilir, ama 5 liralık bir maske olmadan ne şu anda, ne de gelecekte karşımıza çıkması kesin olan virüs salgınlarıyla baş edemez. (O maskeyi üretenlere daha sonra geleceğim.) Kendine ve topluma yabancılaşmış özne, IPhone’u değerli, maskeyi ise değersiz bulur, zira değer skalası piyasa tarafından belirlenmiştir. Kriz anı ise, György Lukacs’ın deyimiyle, kapitalizmin merceğinden sıyrılarak dolayımsız bir bakış açısı edinebilme imkanını doğurur. Çoğunluğun buna vakıf olabilmesi için hemen şimdi harekete geçmek ve mikro düzeyde farkındalıkların oluşmasına katkıda bulunmak elzemdir.
Her şey bir yana, kriz sayesinde şunu görebilsek bile kârdır: Son iki aydır dünyada üretim ve tüketimin çok sert bir şekilde düşmüş olması, su, hava ve toprak gibi temel doğal kaynaklar üzerinde diriltici bir etki yarattı. Çin’deki yoğun endüstriyel havzaların uzaydan çekilmiş resimlerinde havadaki nitrojen dioksit oranının çarpıcı bir biçimde düştüğü belli oluyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, dünyada her yıl 7 milyon insan hava kirliliğine bağlı hastalıklardan ölüyor – İspanyol gribi bile bu derece ölümcül olamamıştı, hatırlayalım. Ozon tabakasının yırtılması, okyanuslarda kıta büyüklüğünde plastik birikintilerinin oluşması, su havzalarının kirlenmesi, binlerce kimyasalın toprağa ve insan dahil tüm canlı organizmalara geçmesi, yegane oksijen kaynağımız olan ormanların hızla azalması gibi tahribatlar, tüketim alışkanlıklarımızla birebir ilişkili. Salgın hızını kestikten sonra piyasadan satın alıp tüketeceğimiz her ürünün bunu bize hatırlatması lazım. İklim değişikliği yüzünden eriyen buzulların yepyeni virüsler peyda edebileceği de cabası tabii. Korona virüsü salgını, edinilmiş bencilliği yüzünden tüm bunları görmezden gelen “birey”lerin tüketerek var olmak şöyle dursun, tam tersine yok olduklarını anlamalarını sağlarsa, cümleten çok ciddi bir kazanım elde etmiş oluruz.
HAYAT YOKSULUN EVİNE SIĞAR MI?
Burada durup “biz” olarak hitap ettiğim okuyucunun kim olduğunu sormadan ilerlemek büyük bir eşitsizliğin üstünü örtmek olurdu. Covid-19’un ayrım gözetmeyen bir virüs olduğu sık sık dile geliyor. “Demokratik” olduğu kanısı epey yaygın. Virüse karşı istisnasız hepimizin evde kalıp izole olması, sosyal mesafeyi koruması, günde birkaç kez el yıkaması da öneriliyor. Ancak bu söylemler, kendini izole etme gücünün eşitsizlikler üzerine kurulu bu sistemde yeni bir sınıf göstergesi haline geldiğini görünmez kılıyor.
Daha açıkça belirtmek gerekirse: “Evde hayat” kimin için var? Sadece maddi gücü yeterli olan ve/veya toplumsal yaşam açısından hayati olmayan mesleklerde çalışanlar için. Servan Altıkanat, “Hayat yoksulun evine sığar mı?” diye sorduğunda işte tam da bu eşitsizliğe işaret ediyor. “Beni bu virüs öldürmez, beni senin düzenin öldürür” dediği için gözaltına alınan TIR şoförü Malik Baran Yılmaz açısından bakıldığında, evden çalışabilmek, maaş güvencesine sahip olmak, kıyıda köşede birikmiş parası olmak gibi koşullar sadece azınlığın sahip olduğu bir lüks. Keza Pınar Öğünç tarafından sözleri aktarılan kurye çalışanı, “Ben nasıl evde kalabilirim? İki aktarmayla gidiyordum, sabah 7 buçukta sokaklara baksınlar, insanlar nasıl koşa koşa mesaiye yetişiyor. Metrobüs tıklım tıklım. Bomboş sokaklarda simit, çiçek satmaya çalışan insanlar görüyorum, günlük yevmiyeyle geçinenler… Evde kalanlar da, yüzde 30 mudur o, karantinasında internetten alışveriş yapıyor işte. Sınıfsal ayrım o kadar ortaya çıktı ki, bu bir sağlık meselesi değil artık, sınıf çatışması. Öyle geliyor bana. Bakan konuşuyor, “Gençler evde kalın”mış… Gençler ekmeğinin peşinde! Gençler fabrikada, bankada, kargoda, markette. Gençler ölümü evine taşıyor. Biz ortaya atılmış yemleriz, virüs kapıp ölmesi gerekenleriz. Ölene kadar da ekonomiyi canlı tutacağız ama! Devlet e-ticareti durdurmak istemiyor görüyorsunuz. İndirim bile yaptı,” diye haykırdığında tam da bu çarpıklığa işaret ediyor.
O halde “evde kalıyoruz” derken kullanıverdiğimiz “biz” sözcüğü çok ama çok büyük bir yanılsama. “Biz” toplumun tamamı değil, ücretli kesimin sadece üçte biri. “Biz” evde virüsün yayılma eğrisinin alçalmasını beklerken, elektriği, suyu, havagazını, internet hatlarını, toplu ulaşım sistemini, süpermarketleri, yiyeceğimizin üretildiği tarla ve fabrikaları, kullandığımız bilgisayarları, aldığımız ilaçları, taktığımız maskeyi, okuduğumuz veya seyrettiğimiz haberleri, ve hayatımızı yaşanabilir kılan tüm diğer ürün ve hizmetleri kim üretiyor ve kapımıza kadar getiriyor? Piyasa değeri düşük olan emek yoğun işler olmasaydı, “bizim” evimizde hayat filan olabilir miydi? CEO’lara, pop kültür yıldızlarına, mankenlere, televizyon ve sosyal medya şöhretlerine gözlerimiz parlayarak (ve çokça imrenerek) bakarken, hiç birinin bizi doyuramayacağını, asgari ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamayacağını, bunlardan hiçbirinin bizi virüsten hiç bir surette koruyamayacağını, dolayısıyla kollektif yaşam açısından hiçbirinin vazgeçilemez olmadığını düşünüyor muyuz? İşin aslı şu: “Biz” güvenli bir biçimde evde otururken, “birileri” bizi doyurmak, tedavi etmek ve hayati hizmetleri sürdürmek için evden çıkıp virüse maruz kalmak zorunda. Virüse maruz kalıyorlar, zira toplumsal yaşamı onlar üretiyor. Onlar “bizim” yaşamımızı, salgın sırasında eve sığdırdığımız hayatı üretiyor. Buna rağmen, asgari ücret kazanıyorlar, işveren onların sağlığını koruyacak önlem almıyor, devlet onları koruyan düzenlemeler yapmıyor, medya onları görmezden geliyor...
Dahası var. Bir kesimin durumu bu iken, bir diğer kesim ise dışarı çıkıp virüse maruz kalmak durumunda zira ücretli izin hakkı yok, veya bağımsız çalışıyor, veya gelir güvencesi, iş güvencesi, tasarrufu yok, veya borca girmiş, kredileri ertelenmemiş, borçları salgına rağmen silinmemiş. İşte o “birileri” açısından evde kalmak, korona virüsünden korununayım derken açlıktan ölmekle eşdeğer. Parka, sahile, gezmeye çıkanlara hınçla yüklenen “biz”lerin kör noktası tam da bu. Bu körlüğün de bir adı var: Sınıfsal yabancılaşma. Bir yandan sanıyoruz ki herkes evinde oturabilecek lükse sahip. Diğer taraftan sanıyoruz ki herkes evinde otursa, hepimiz kurtulacağız. Beriki durumda hepimizin aç kalacağını düşünemiyoruz bir türlü. Oysa bal gibi de aç kalırız, zira ekmek alabileceğimiz fırın kalmaz, su ve yiyecek tedarik edeceğimiz market olmaz, gıda üretimi durur, elektrik kesilir ve bir daha gelmez, online alışveriş imkanı bile kalmaz, zira ne siparişi hazırlayacak, ne de evimize taşıyacak kimse olmaz. Bunu anlamak bu kadar zor mudur? Zor ise bunun sebebi, yaşamı üreten sınıf olmayışımız olabilir mi? 21. yüzyılda emek sömürüsü sadece sermayedarın tekelinde değil ne de olsa...
Bitmedi. Evi, yani dışarısı ve içerisi olmayan, sokakta barınan, asgari bedensel hijyeni sağlayamayan, #evdekal hashtag'lerini göremeyen bir kesim de virüse maruz kalmakta. Sokakta serbestçe yürüyebildiğimiz zamanlarda fark etmediğimiz, etsek bile başımızı çevirip yolumuza devam ettiğimiz o evsizler, kimsesizler var ya? Onlar için de “evde hayat var” mı sahiden? Ve son olarak, kapatıldıkları için – yani tam tersine dışarı çıkamadıkları için – virüse maruz kalmak durumunda olanlar var. Tutuklular, hükümlüler ve göçmenler, kalabalık ve sağlıksız koşullarda, çoğu zaman su ve sabundan, dezenfektandan mahrum bir şekilde, sosyal mesafe koruyamadan, gözlerden ırak bir biçimde yaşam savaşı vermeye devam etmektedir. Sorumsuzca kullanıverdiğimiz o “biz” sözcüğüne bu kesimler de dahil edilebilir mi acaba? Onlar hayatı nereye sığdıracaklar acaba?
Velhasıl, buradaki maksat izolasyonun salgınla mücadelede kullanılabilecek yöntemlerden biri olduğunu yadsımak değil. Çoğu bilim insanı izolasyonun virüsün yayılmasını yavaşlattığı konusunda hemfikir. Bilim insanları ve araştırmacılar yeniden (sonunda!) hak ettikleri saygınlığa kavuşmuşken, bunu sorgulamak elbette abesle iştigal olur. Sorun, izolasyon dedikten sonra “ücretli izin” dememek, işten çıkarmaları engelleyen yönetmelik çıkartmamak, devletin tüm kaynaklarını izolasyondan etkilenen ücretli veya esnaf kesimin zararını telafi etmek için kullanmamak, toplumsal yaşam için elzem olan işkollarında azami sağlık önlemlerinin almasını şart koşmamak, ayrımcılık gütmeyen cezaevi düzenlemesi yapmamak, evsizler için çözüm üretmemek, üreticiyi el üstünde tutmamakta. Çok açık bir biçimde belirtmek gerekirse: Ayrımcı olan virüs değil, eşitsizlikler üzerine kurulu toplumsal düzen ve bu düzeni devam ettiren, ayrımcılıktan imtina etmeyen, bazılarının hayatı eve sığsın diye diğerlerininkini gözden çıkaran devlettir. Covid-19 bunu teşhir edebilirse, daha eşitlikçi bir kollektif yaşam kurmak yolunda önemli bir eşik atlanmış olabilir.
*Doç. Dr., Siyaset teorisi