Korona krizi ve siyasal bir strateji olarak 'tıbbileştirme'
Tıp ile siyaset arasındaki girift ilişkiyi biraz daha açmamız önemli. Çünkü sorunun da çözümün de tıbbileştirilmesi, yani tıbbi söylemler yoluyla özellikle Avrupa’da sağlık, sosyal güvenlik ve üretim alanındaki çöküşün meşrulaştırılması söz konusu olabilir. Ayrıca bu tür bir inceleme bize rejimlerin mantığını çözmemizde yardımcı olabilir.
Betül Yarar*
Hemen her hükümet korona salgınıyla mücadele stratejilerini tıbbi temeller üzerine inşa ettiğini ileri sürüyor. Buna Türkiye’deki de dahil. Her hükümetin birlikte çalıştığı bir tıp kurumu var. Örneğin Türkiye Sağlık Bakanlığı içinde kurulan tıp kurumunu, Almaya Robert Koch Enstitüsü'nü, İngiltere Londra Kraliyet Akademisi'ni baz alıyor. Bu kurumlar böylece kendilerini kamusal olarak da kanıtlama fırsatı yakalamış durumdalar. Ancak elbette siyasetle kurdukları bu yakın ilişkinin onlara bir prestij kazandırma kadar prestij kabettirme riski de var. Bazı doktorların verilerinin hasır altı edilmesi ve tıp kurumları üzerine kurulacak olası baskı ve sansür gibi tehlikeler de var ancak riskler çok daha katmanlı. Bu kurumlar çeşitli raporlar yayınlıyor ve hükümet temsilcileri ekranlara çıkıp soğukkanlılıkla ve gerçekçi olmak adına sürecin olası olumsuz sonuçlarını bu raporlara referans vererek bildiriyorlar. Elbette bunu herkes Trump ya da Johnson kadar fütursuzca yapmasa da son kertede tıbbileştirme bu koşullarda siyasetin önemli bir uzvu haline gelip, bizim gündelik yaşamımıza ve gerçeklik algımıza olağanüstü düzeyde sızıyor. Ölüm ve vaka sayılarına ait rakamlar, olasılıklarla ilgili istatistiklerlerle güne başlayıp, yine onlarla yastığa başımızı koyuyoruz.
Sorunun tıbbi bir boyutu olduğu açık ve elbette virüsle ilgili bilimsel bilgiler ve veriler önemli. Ancak bu tıbbi söylemler yaşananlar açısından mevcut sosyo-ekonomik ve politik dinamiklerin etkisini doğallaştırma tehlikesini de içinde barındırıyor. Kısaca sorun kadar çözümün de tıbbileştirilmesi yoluyla siyasi müdahale ve düzenlemelerin normalleştirilmesi riskini tartışmamız ve görünür kılmamız önemli. Bu taktik Türkiye gibi devlet kapasitesinin yeterli olmadığı ülkelerde pek de yenilir yutulur olmayabilir çoğumuz için. Hakeza İngiltere’de neoliberalizmin en çıplak hallerini sürdürmeyi teşvik eden Boris Johnson hükümeti de ölüm rakamları arttıkça tıbbi vasat üzerinden geliştirilmiş “sürü bağışıklığı” tezine dayandırdığı “bırakınız ölsünler” anlamına gelebilecek... tavrından geri adım atmak zorunda kalmış durumda. Bu örneklerin bir düzeyde farkında olmamıza rağmen, içinden geçmekte olduğumuz çöküşün algısına sahip olmamız çeşitli nedenlerle zor görünüyor. Tam da bu nedenle tıp ile siyaset arasındaki girift ilişkiyi biraz daha açmamız önemli. Çünkü sorunun da çözümün de tıbbileştirilmesi, yani tıbbi söylemler yoluyla özellikle Avrupa’da sağlık, sosyal güvenlik ve üretim alanındaki çöküşün meşrulaştırılması söz konusu olabilir. Ayrıca bu tür bir inceleme bize rejimlerin mantığını çözmemizde yardımcı olabilir.
Yakından bakıldığında pek çok farklı yazıda da belirtildiği gibi, Avrupa ülkelerinin pek çoğunda uygulanan önlemler politikasına yön veren temel tez, mikrobiyolojiden devşirilmiş “sürü bağışıklığı” tezi. Bu tezin hangi siyasalarla birlikte yürürlüğe sokulduğuna, yani onun ne tür siyasalarla eklemlendiğine bakıldığında, tıbbi tez değişmese dahi uygulamlarda kimi farklılıklar görülüyor. Boris Johnson hükümetinin açıkça dillendirerek sürü bağışıklığı tezinin arkasından gittiklerini ve bu temelde hükümetin pek fazla önlem almayacağını (örneğin okulların kapatılmayacağını) açıklaması çarpıcı bir örnek. Benzer tarihlerde Alman hükümet başkanı Angela Merkel'in ise virüsün yayılma hızı ile sosyal sistem arasındaki ilişkiyi baz alarak, sağlık sisteminin kapasitesini zorlayacağı açık olan virüsün yayılma hızını kontrol altına almayı hedeflediklerini, ama esasen nüfusun enfekte olmasının kaçınılmaz olduğunu çok uygun bir dille halka anlatması da çarpıcı. Merkel olası enfekte olma ve ölüm oranlarını yine aynı tıbbi ilke yani sürü bağışıklığı tezi temelinde açıklarken, asıl hedeflerinin enfekte olma veya virüsün yayılma hızını yavaşlatmak olduğunun altını çizer ve okulların kapatılması kararını ve diğer önlemleri görece daha hızlı bir biçimde yürürlüğe sokar. Bu sürü bağışıklığı tezinden sapmayı değil, ama onun siyasa ile nasıl buluştuğuna dair ciddiye alınabilir farklılıkların olduğunu gösteren bir diğer örnek. Burada etkili bir faktörün de testler olduğu ve bu yolla virüsün kontrol altına alındığı Almanya için sıkça kullanılan bir açıklama. Avrupa’da da görüldüğü gibi tıbbi tezler ile siyasi yaklaşımların eklemlenme biçimleri, tez aynı olsa bile bazı farklar gösteriyor.
Ancak bu tartışma kafamızı bulandırmasın. Avrupa’nın önemli ülkeleri de krizin içinde. Krizin siyasi ve iktisadi dinamiklerle iç içe geçmiş olumsuz sonuçları sadece Türkiye’ye özgü değil. O istatistikleri ülkelerin neoliberalleşme dinamikleriyle birlikte ele alırsanız aslında ortaya açıkça iki parallel eğri çıkıyor. Böyle bakıldığında iki önemli verinin yani tıbbi verilerle politik-ekonomik veriler arasındaki uyumu siyasi açıdan yorumlamak mümkün hale geliyor. Yani, baktığımızda ülkelerin neoliberalleşme düzey ve biçimlerine ve neoliberalizmin devletin kapasitesi üzerindeki olumsuz etkilerine oranla bu virüsle mücadelede gösterilen başarı da düşüyor. Virüsün adeta bir barometre gibi bu ilişkiyi görünür kılması çok ilginç. Biliyorsunuz virüse karşı alınan önlemler Almanya gibi federatif devletlerde bile ağırlıkla ulusal ölçekte. Bu nedenle virüs ulusal devlet kapasitelerinin genetik kodu üzerinden neredeyse işliyor. Devlet kapasitesi biyolojik olarak nüfusun yeniden üretiminin, güvenliğinin ve refahının sağlanmasını mümkün kılan tüm mekanizmaları tasvir eder. Evren Balta devlet kapasitesi kavramını işlediği kafa açıcı söyleşisinde, iktidara olan güven ve destek, sağlık sisteminin alt yapısı, ekonomik güç, gelir dağılımındaki adalet, liderlik tarzı, devlet-toplum ilişkisi, devlet-sermaye ilişkisi gibi pek çok faktörle ilişkili olduğunu belirtir.
Neoliberalizm pek çok ülkede otoriterleşme ile iç içe geçerek işlerlik kazanıyor, bunun bir çok sebebi var. Her şeyden önce neoliberalizm basit bir ekonomik strateji değil, bir akıl yürütme biçimi veya bir yönetim zihniyeti. Bu biçimiyle liberalizmden farklı olarak anti-demokratik söylemler, pratiklerle eklemlenme gücü çok daha yüksek. Bu eklektik yapısını burada uzun uzun tartışmayacağım. Neoliberalizme içkin anti-politik ve anti-demokratik eğilimler bu yönetim zihniyetinin yaygın olduğu dönemlerde otoriter güçleri de olağanüstü düzeyde canlandırıyor veya onların güçlenmesine zemin hazırlıyor. Bu neoliberal akıl yürütme biçiminin hegemonyasının ve onun kurumsal dinamiklerinin girdiği krizlerden yaygın çıkış yolu olabildiği gibi, otoriterleşmenin hakimiyet kazanması da hep bir olasılık olarak mevcut. Ama otoriterleşme ne yazık ki her devletin kapasitesini arttırmıyor. Hatta Türkiye örneğinde olduğu gibi, devlet güçlerinin bir kişi elinde tekelleşmesi ve onun etrafında oluşan çok daha kırılgan çıkar gruplarından örülmüş ağlar üzerinden işlemesi söz konusu. Bu da devletin korona ile mücadele kapasitesini daha da felce uğratabiliyor ve böylesi bilinmezlikler ve risklerle dolu bir salgın felaketine karşı gösterilemeyen refleksler daha da açığa çıkıyor. Böylece virüsün ölümcül etkileri ve öldürme olasılığı politik ve ekonomik zafiyetlere paralellik içinde göreli olarak artıyor ya da azalıyor.
Evet hükümetler devlet kapasitelerini kendi rejim biçimlerine göre icra ederek ve stratejiler geliştirerek mücadele etmeye çalışıyorlar. Kimi kısmileşmiş de olsa var olan sosyal hizmetleri içeren önlemlerle hafif bir kontrol uygulamasını yürürlüğe sokarken, Fransa özellikle Paris’te daha fazla askeri ve otoriter güçleri ileri sürüyor. Türkiye’deki siyasal ve sosyal tepkileri bastırmak için otoriter, iktisadi açıdan ise tamamen neoliberal bir perspektiften hareket ettiği için, OHAL koşullarını aratmayan siyasi kurumsallaşmaya ve uygulamalara rağmen, sokağa çıkma yasağını devlete getireceği maliyet ve sermaye kesimine vereceği zarar adına gerçekleştiremiyor. Bu bağlamda sokağa çıkma yasağına otoriter demek ve üstünü çizmek hiç kolay olmadığı gibi, aşağıdan gelen bir talep. Ancak elbette uygulamaya sokulduğunda uzun vadede ne tür sonuçları olacağı da belirsiz. Ancak Türkiye zaten zımni bi OHAL tarzında yönetildiği için bu tür bir endişe belki de anlamsız. Daha çok kapasitesi düşük bir devletin halk sağlığı temelinde alması gereken kaçınılmaz bir önlem gibi görünüyor bu uygulama öevcut koşullarda. Nitekim rejimin siyasi otoriteyi sağlamak yerine, halk sağlığı adına bu yöntemi kullanmaktaki gönülsüzlüğünden de benzer bir sonuca varmak mümkün. Öte yandan şimdiye kadar devletin girdiği inanılmaz otoriter uygulamalara ses çıkarmayan sermaye kesimi, şimdi halk sağlığını hiçe sayarak sokağa çıkma yasağına karşı devletin üzerinde baskı kurmayı ihmal etmiyor. Sermaye kesimini koruyan hükümet ise işi halkı korumak adına halktan bağış isteyecek kadar kötü bir noktaya getirmiş ve kendi “verici”, “baba” devlet algısına zarara uğratmış görünüyor. Bu bir dayanışma stratejisi olarak sembolik anlamda kullanılmak istenmiş olsa bile, asıl olarak devletin kapasitesizliğinin gösterenine dönüşüyor mevcut koşullarda.
Peki bu farklar bir yana, Avrupa topyekün nasıl bir krizin içine sürüklenmiş durumda ve geleceği bilinen (hükümetleri uyaran ve salgını ön gören rapolar olduğu biliniyor) bu salgına karşı neoliberalizm nasıl ülkeleri felç edip apatikleştiriyor? Tıp camiasında konunun uzmanı hekimlerin mikrobiyolagların önermelerinin ötesinde söyledikleri basit bir gerçek var. Elbette bu virüs öldürücü güce sahip. Ama buna rağmen virüsten korunma mümkün, virüsün yayılımı kontrol altına alabilir, ve son aşamada virüsten enfekte olmuş olan hastalar tedavi edebilirler. Kısaca Covid-19 kontrol altına alınabilir, öldürücü, ama tedavisi mümkün bir hastalık! Mikrobiyologların tezlerinin aksine, medikal tedavi hizmetlerinin yapabileceklerini test edebilmiş değiliz, çünkü İtalya örneğinde de olduğu gibi, pek çok hasta tedavi aşamasına getirilemeden ölüme terk edildi. Yani içlerinde bulundukları sosyal sistemlerin yetersizliği sonucunda hastaların pek çoğu sağlık hizmetiyle buluşturulamadan kaybedildi.
Aslında hükümetlerin neden tıbbi tedavi alanında yapılabilecekleri değil de mikrobiyoloji literatüründen mütasyona uğrayrak türeyen “sürü bağışıklığı” tezini öne çıkarıyor oldukları sorusunu getiriyor bu durum akla. Sürü bağışıklığı tezi asıl olarak aşının etkisini ölçmek için geliştirilmiş bir tez olan biyolojik bağışıklık tezinin, SARS gibi virüslerle ilgili deneyimlerimiz sonucunda genişletilmiş halidir.
Mikrobiyologlar tarafından virüsten enfekte olmanın bir sürü bağışıklığı yaratma etkisine uyarlanmıştır ve bu niteliğiyle bizzat dönemin ruhunu taşır. Yani kurumsal kapasiteler ve kollektif çözümler yerine, toplumların kendi kendine bir bağışıklık kazanması önermesine dayanır. Böylece aşı olarak tedavi edilen birey yerine sürü kavramını yerleştirir. Elbette Prof. Dr. Claude Le Pen’in de belirttiği gibi neden sürü bağışıklığı tezi sorusunun cevabı her şeye rağmen zor ve muhtemelen birkaç faktörün karışımına dayanmakta. Onun da altını çizdiği en önemli nokta, “bireylerin herhangi bir şekilde değerlendirilmesinden önce sistematik olarak efsanevi bir ‘kolektif çıkar’ yaratan faydacı doktrinlere bağlılık önemlidir. Elbette bu faydacı doktrin kendisini en güçlü biçimde ulus devletlerde bulur. Sürü hangi topluluğu imler veya hangi topluluğun iyiliği adına savunulur diye sorulduğunda, salgınla baş etme mekanizmalarının kurulduğu ölçek olduğunda, ulaşılan tanım küresel değil ulusal olmaktadır. Ama yine de kavramın küresel açılımlar da içermesi muhtemeldir. Burada sürü bağışıklığı tezinin, biyolojik bağışıklıkta olduğundan farklı olarak, ölçeği bireyden muğlak bir kitleye kaydırdığına ve bunun da son kertede etnik ve ulusal olarak maddilik kazandığına işaret eden Ahmet Murat Aytaç’ın yazısına da gönderme yapalım..
Claude Le Pen'in nihayetinde, hayat kurtaran, ancak devlet tarafından keyfi olarak belirlenen yıllık yaşam maliyeti eşiğini aştığı için yasakladığı etkili bir ilaçla tedaviyle, aynı eşiği aştığı halde teşvik ettikleri "sürü bağışıklığı” tezi arasındaki fark nedir diye sorar ve bu soruya felsefi olarak herhangi bir farkın olmadığı yanıtını verir. Elbette yukarıda belirttiğimiz gibi burada sürü bağışıklığı tezinin muğlak bir kollektif yaratma ve belirsizlikleri yönetilebilir kılma kapasitesine gönderme yapmak mümkündür. Ama bir diğer mesele her ne pahasına olursa olsun yaşam verimliliği arayışının, yani virüsün yayılması yoluyla ulaşılan bağışıklık ile ölüm oranı arasındaki maksimal dengenin sınırları olduğudur ve bu noktada ulusal olanın içinde de sürü dışına itilecekler gündeme gelecektir ve gelmiştir. Bunlara milli açıdan makbul olan ancak neoliberal değerler temelinde verimsiz olduğu için vazgeçilebilen ve viral tehdite dönüşmesi yüksek olasılık taşıyan yaşlılar, emeklerine duyulan ihtiyaçları yaşam haklarından önde tutulacak olan işçiler gibi gruplar örnek verilebilir. Ayrıca Avrupa’da hemen tüm liderler İkinci Dünya Savaşı'na, Türkiye’de ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Kurtuluş Savaşı'na gönderme yaparak, virüsle mücadeleyi savaşa karşı verilen ulusal mücadeleyle özdeşleştirdiklerinden ve sıklıkla vatandaşlarını ulusal dayanışmaya çağırdıklarından, ulusal savaş konsepti etrafında cepheye gönderilen sağlık ekipleri de kendini feda etmek üzere gözden çıkarılan askerler gibi görülmektedirler. Bu anlamda onların da şehit olmaları normalleşir. Enkefte olma yoluyla bağışıklık yaratma tezinden yola çıkılarak geliştirilen rakamlara göre dahi öleceklerin sayısı bir toplumsal sistemin kaldırabileceğinin üstündeyken, pek çok ülkede oranlar bunun çok daha fazla üzerine çıkmıştır. Gerek virüsü tanımıyor olmamız nedeniyle, gerekse varsayılan risk gruplarına kadar uzanan bir dizi bilinmezlik sonucunda ölüm oranları artmakta ve risk gruplarının dışında ölümler de çoğalmaktadır. Nitekim sürü bağışıklığı tezinden yola çıkılarak ilk açıklanan yüzde 1’ler civarındaki tahmini oranların çok üstüne çıkılmış ve oranlar yüzde 4’leri bulmuş ve hatta geçmiştir. Birçok ülkede ana risk grubu olarak adlandırılan hastaların dışında genç ve orta yaşlı ölümlere rastlanmıştır. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, virüsle ulusal ölçekte maliyetsiz baş etme ve yönetme olanağı sunduğu için güçlendiği ileri sürülebilecek sürü bağışıklığı tezinin, pek çok bilinmezlik ve risk alanı yarattığını eklemeliyiz. Dolayısıyla “sürü bağışıklığı tezi”nin yukarıda açıklamaya çalıştığım geniş risklerini alan ülkelere dönük asıl söylenmesi gereken “eeee Çin gibi insanları bu demokratik ülkelerde kapatamazlar” olmamalı (ki önemli ölçüde evlere, şehirlerle, eyaletlere, uluslara kapatılmıştır bu nüfuslar), onun yerine hastalığın tedavisine ve kontrolüne yönelik tıbbi çözümlerin ve sağlık sistemilerinin neden şimdiye kadar güçlendirilmediği ve nasıl güçlendirileceği sorusu olmalıdır. Küreselleşmenin bu hızı içinde, neden şimdiye kadar ulusal ölçeğin ötesinde dayanışma mekanizmaları üretilmediği ve nasıl üretilebileceği sorusu sorulmalıdır. Ayrıca çalışma yaşamlarımızın ve sosyal ilişkilerimizin yeniden daha insani biçimde nasıl inşa edilebileceği sorusu sorulmalıdır. Küresel kapitalizm zemininde gelişen küresel felaketler olasılıkları ürkütücü bir çeşitlilik kazanırken iktidardakilerin bunları sadece otoriter veya neoliberal rejimlerle nereye kadar çözebilecekleri sorulmlıdır. İşte “sürü bağışıklığı” tezinin bir adım ötesine gidilip, sağlık sistemlerinin ve yönetimlerin bu tür salgınlarda verebileceği olumlu çözümlere odaklanıldığında, Avrupa’daki çöküş görünür hale gelebilir ve yeni bir siyasal ve sosyal yaşam talebine ve tahayyülüne olan ihtiyacımız belirginleşebilir. Uzun süredir küresel ölçekte düşünmeyi AB örneğinde olduğu gibi terk etmeye doğru güçlü hamleler atan Avrupa yeniden küresel dayanışmayı ve sosyal rejimleri geliştirecek coğrafya olmaya ancak bu yolla aday olabilir.
*Prof. Dr. Bremen Üniversitesi, Almanya