Görünmez düşmanın görünür kıldıkları 2: Devlet, toplum ve biyopolitika

Bugün uygulanan katı politikalar şimdiye kadar alınmamış olan önlemleri telafi etme çırpınışıdır. Özveri ve sorumluluk çağrılarını alkışlamadan önce, siyasi iktidarlara “bugüne kadar aklınız neredeydi” diye sormak gerekmez mi?

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Gambetti*

En demokratik ve gelişmiş toplumlarda bile -ki Türkiye kesinlikte bu ligde değil- korona virüsü salgınıyla ilgili dolaşıma sokulan hakim söylemler eşitsizlik ve çelişkileri gizlemeye devam ediyor ne yazık ki. Zira ister liberal, ister muhafazakar, ister İslamcı, ister ulusalcı, ister Çin gibi sözüm ona sosyalist olsun, devletler kollektif yaşama değil, piyasaya hizmet eden aygıtlardır. Ekonomi mi, yaşam mı sorusunda tercih ekonomiden yanadır. Gelişmiş ülkelerde, salgının henüz başındayken yeterince önlem alınmamasının nedeni ekonominin sekteye uğrayacağı kaygısıdır örneğin. Yine bu ülkelerde (özellikle, İtalya, Fransa, İspanya ve ABD’de) kamu sektörünü daraltmaya yönelik neoliberal politikalardan dolayı sağlık sistemi özelleştirilmiş, halk sağlığı mevhumu unutulmuş, devlet hastanelerinde personel ve yatak sayısı azaltılmıştı. İnsan hayatından çok kâr güdüsüyle üretim yapan farmakoloji sektörü ise, salgın önleyici ilaçlar yerine kâr marjı yüksek olan gelişmiş toplum hastalıklarının tedavisine odaklanmıştı. Batı’da salgının bu kadar fazla can kaybına yol açmış olmasının önemli bir sebebi, virüsün öldürme gücünden ziyade halk sağlık sisteminin lağvedilmiş olmasıdır. “Görünmez düşman” olan virüsten daha da görünmez olan budur.

Görünmez düşmanın görünür kıldıkları 1: Hayatı üretenler, hayatı tüketenlerGörünmez düşmanın görünür kıldıkları 1: Hayatı üretenler, hayatı tüketenler

DEVLET KİMİN DEVLETİ? KİMİN YANINDA?

Bunun bir tarihi var: 1980’lerden itibaren dünyanın hemen hemen her ülkesinde toplumsal kaynaklar kamudan özele kaydırılmış, piyasanın politik iradeden daha yetkin bir karar mekanizması olduğu fikri gereğinde zor kullanarak empoze edilmişti. Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle önü açılan, Özal hükümetiyle temelleri atılan ve nihayet AKP’nin toplumsal hayatın en ince kıvrımına kadar soktuğu bu yırtıcı kapitalist itki, devletin özel şirket mantığıyla yönetilmesi ve rant yaratma aracı haline gelmesini dayatıyordu. Önceliğin büyük sermayedara ve finans kurumlarına verilmesini öngören neoliberalizm, sosyal hizmetlere ve emekçi sınıfa ayrılan bütçenin “kemer sıkma” politikaları kisvesi altında daralmasını savunuyordu. Buna rağmen, yıllarca “bütçede sosyal sigorta için ödenek kalmadı” teranesini kamuoyuna dinleten Batı Avrupa hükümetleri, Covid-19 salgını karşısında çökmeye yüz tutan sağlık sistemini kurtarmak için neoliberal bütçe kısıtlarını bir kenara bırakıp milyonlarca Avro peyda edebildiler. 1970’lerin sonunda neoliberal ideolojinin en hırslı savunucularından olan İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in “Alternatif Yoktur” (TINA: There Is No Alternative) sloganının nasıl bir mistifikasyon olduğunu görmek için bu denli feci bir durumla baş başa kalmak mı gerekiyordu diye sorası geliyor insanın. Virüs, piyasa mantığını içselleştirmiş ve doğallaştırmış olanlara bile kapitalizmin her şeyin çözümü olamayacağını, değiştirilemez sanılan piyasa kurallarının kollektif irade sayesinde bal gibi değiştirilebileceğini gösterdi. İrade ve kollektif eylem kapasitesi olduğu sürece daima alternatif vardır oysa ki – korona virüsü salgını bize bunu bir kez daha hatırlatmış oldu.

Batı Avrupa hükümetleri kesenin ağzını açarken, Türkiye’de hükümet ne yaptı? Sendika ve konfederasyonların, meslek odalarının, muhalif siyasi partilerin önerdiği tedbirlerin hiçbirini almadı. İşten çıkarmaları yasaklamadı, tam tersine ücretsiz izni kolaylaştırdı, küçük esnafı destekleyecek adım atmadı, çiftçiye desteği geciktirdi, çalışanlara ücretli izin verilmesini sağlamadı, işsizler için koşulsuz işsizlik maaşı ödenmesini gündeme almadı, tüketici ve konut kredilerini, elektrik, su, doğalgaz ve iletişim faturalarını ertelemedi, özel sağlık kuruluşlarını kamu kontrolüne geçirmedi, geliri olmayan yoksulları, göçmenleri, tutuklu ve hükümlüler koruyacak düzenlemeler yapmadı. Tüm bunların yerine IBAN vererek halktan yardım toplamaya kalktı. Kendi yapmadığı yardımları muhalif belediyelerin üstlenmesine izin vermedi. Sadaka dağıtır gibi kolonya ve ikramiye vadetti. Ve doğayı ve iklimi olumsuz etkileyecek, potansiyel virüslere kapı açacak icraatta bulunmaktan geri durmadı. Koruma altına alınan alanların maden, turizm ve baraj faaliyetlerine açılmasının önünü açan bir yönetmelik çıkardı. Bilim insanlarının uyarılarına rağmen kabul edilen ÇED raporunun ardından Kanal İstanbul Projesi’nin ilk ihalesini yaptı. Tüm birlik ve beraberlik söylemlerine karşın fiiliyatta verdiği mesaj şuydu: Devlet çalışanın değil, büyük sermayenin ve ona yeni rant alanları sağlayacak projelerin yanındadır. Bunu asla unutmamamız gerekir.

BİYOPOLİTİK ÇAĞDA 'BİYO' VE 'POLİTİK'

Toplum mühendisliği, kitlesel denetim uygulamaları ve hareket serbestisinin kısıtlanması iktidar pratikleridir, asla nötr olamazlar. Bu pratiklerin, korona virüsü krizinde halk sağlığı amacıyla kullanılıyor olmaları, eleştirel mesafeyi kaybetmemiz için geçerli bir sebep değil. Birçok meslektaşımın sokağa çıkma yasağını yalnızca teknik bir meseleymiş gibi canhıraş savunmakta olduğunu üzülerek görüyorum. Neredeyse “OHAL ilan edilsin” diye haykıracak olanlar var. İnsanların “doğaları” gereği öz disiplinden yoksun olduklarını, katı kurallar konmadıkça sokakta dolaşmaya devam edeceklerini iddia eden bile oldu. Oysa eleştirel sosyal bilimlerle meşgul olan herkesin bilmesi gerekir ki, devletlerin tekelindeki zor araçları asla eşitlikçi bir biçimde kullanılmaz. Birincisi, daha önce saydığım nedenlerden dolayı, sokağa çıkma yasağı gelse bile asla herkesi aynı biçimde etkilemeyecek. Herkesin evi, güvenceli bir işi, düzenli maaşı, sosyal sigortası, asgari hijyen ve insanca yaşam koşulları olmaksızın (veya devlet bunu garanti etmeksizin) zor yoluyla evde kalmalarını istemek duyarsızlıktır. Böylesi bir tavır, Kraliçe Marie Antoinette’in Fransız Devrimi’nden önce halkın “yiyecek ekmeğimiz yok” çığlığına cevaben “ekmek yoksa pasta yesinler” demesi kadar tuzu kurudur, tabiri caizse.

Ama mesele burada bitmiyor. Bırakın AKP hükümetini, demokratik Batı ülkelerinde bile yöneticiler ekonominin veya devletin bekası uğruna totaliter yöntemler kullanmaktan imtina etmiyorlar. Büyük toplum mühendisliği uygulamaları, insanları sayısal ünitelere indirmeyi gerektirir. Korona virüsü salgını özelinde örnek vermek gerekirse, toplum mühendisliği virüsün yayılma eğrisini zamana yayma amacını güder. Nüfusun tamamının yönetimini hedefleyen bu tür uygulamalar, tekil ve biricik olanla veya somut ilişkilerle ilgilenmezler. Örneğin, hastalık yüzünden oluşan kırılganlığa hastanın kendisinin, ailesinin, yakınlarının, hatta doktor ve hemşirenin bakışı farklıdır; siyasetçi, teknokrat ve uzmanların bakışı farklı. Berikiler açısından kırılganlık, Estelle Ferrarese’nin deyimiyle risk hesabına dönüşmek durumundadır. Risk yönetimi sadece Covid-19 teşhisi konanları değil, henüz hastalığa yakalanmamış olan nüfusu da içerir, nüfusun tamamının denetlenmesinin gerekçesi haline gelir. Burada sinsi olan şudur: Biyolojik kırılganlık, siyasal kırılganlığa davetiye çıkarır. Salgın süresince temel hakların askıya alınması – ve bunun toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabulü – hakların da ne denli kırılgan olduğuna işaret eder. “Güvenlik” söz konusu olunca toplumun çoğunluğu hak kaybından rahatsız olmaz, hatta bunun savunuculuğuna soyunur. Fazlasıyla eleştirel olanları eleştirmeye kalkar.

Fakat bir de şöyle düşünün: İklim değişikliğinin aklımıza hayalimize gelmeyecek felaketlere yol açacağı onlarca yıldır dile getiriliyor ama hükümetler birkaç göstermelik rötuş ile göz boyamaktan başka pek bir şey yapmıyorlar. 2003 yılında Güneydoğu Asya’yı kasıp kavuran SARS ve 2012’de Ortadoğu'dan yayılan MERS gibi virüs salgınlarından beri (hatta besi hayvanlarının endüstriyel gıdayla beslenmesi yüzünden türeyen “deli dana” ve scrapie salgınlarından beri) epidemiyologlar ve diğer uzmanlar hazırlıklı olmaları için hükümetleri uyarıyorlar. Ama bugün anlıyoruz ki, bu uyarılar hiç yapılmamış gibi hastanelerdeki salgın önleme üniteleri azaltılmış ve sağlığa harcanan kamu akçesi asgariye indirilmiş. Şimdi hükümetler elbette gafil avlandılar. Ancak bu şaşkınlık ve el yordamı ile ilerleme durumu bizi yanıltmamalı. Bunun sebebi virüsün aniden ortaya çıkması değil, virüs salgını olacağını bile bile hükümetlerin halk sağlığı alanında değil, başka alanlarda nüfus mühendisliği yapmayı tercih etmiş olmalarıdır. Ne yaptılar örneğin? Tarım ve hayvancılık ürünlerinden azami verim alabilmek için genetiği değiştirilmiş gıda üretimini özendirdiler, bu gıdaların tüketimini yaygınlaştırdılar, bunları teşvik ettiler, risk raporlarını görmezden geldiler. Veya özel sağlık sistemine ağırlık verip nüfus dengelerinin nasıl değişeceğini test etmeye çalıştılar. Kaynakların kısıtlı olduğunu bile bile 3 çocuk politikasında ısrar ettiler, vs. O halde bugün uygulanan katı politikalar şimdiye kadar alınmamış olan önlemleri telafi etme çırpınışıdır. Özveri ve sorumluluk çağrılarını alkışlamadan önce, siyasi iktidarlara “bugüne kadar aklınız neredeydi” diye sormak gerekmez mi?

Zararın neresinden dönülse kârdır diyebilir miyiz? Şimdilik hayır. Burada başka bir sorun beliriyor önümüzde: Biyopolitik çağda yaşıyor olduğumuz gerçeği. İrfan Aktan’ın mükemmel şekilde ifade ettiği üzere, faşizm ile “yaşizm” arasında geçişkenlik olduğu gibi, bazı yaşamların korumaya değer, bazılarının ise kadere ve/veya virüse terk edilmesinin caiz olduğu Covid-19 salgını süresince apaçık gözler önüne seriliyor. Fransa’da yaşlıların barındığı huzurevleri ısrarla gerek istatistiklerin, gerekse koruma önlemlerinin dışında bırakıldı örneğin. Türkiye’de ise 20 yaş altı ve 65 yaş üstü nüfusun evden çıkması resmen yasaklandı. Toplumun bunu güvenlik adına, yaşlılara sevgi-saygı adına kabullendiği yanılgısı çok uzun sürmedi: Bu yaş gruplarına “sakıncalı” kategoriler olarak bakmaya başlayanlar türeyiverdi anında. Toplum mühendisliği uygulamaları işte bu yüzden sakıncalıdır: İnsanları kategorilere ayırır, onları normal/anormal, riskli/risksiz, faydalı/zararlı olarak damgalar. Bu kategoriler her an tersine dönebilir. Koruma hedefiyle evde tutulanlar bir bakarsınız ki gözden çıkarılabilir hale gelir, halk düşmanı ilan edilirler.

Bunu, sokağa çıkmasında iktidar açısından bakıldığında sakınca bulunmayan kesimlere ne olduğunu sormak suretiyle anlatabiliriz. 20 ila 65 yaş aralığı, tam da çalışan aktif nüfusa denk geliyor. Yani, siyasi iktidar ekonomiyi ayakta tutan kesimin virüse maruz kalmasında bir sorun olmadığına karar vermiş durumda. “Karar” sözcüğünün altını çizmek gerek: İktidar, kendi iradesini ve devlet gücünü kullanarak kimin korunacağını, kimin ise koruma dışı bırakılacağını belirlemiştir. Biyolog Emrah Altındiş, Türkiye’nin adını vermeden “sürü bağışıklığı” politikası uyguladığını iddia ediyor örneğin. Bunun yanı sıra bankaların, büyük sermayedar ve holdinglerin oluşacak ekonomik çöküntüden etkilenmemesi, ama çiftçi, esnaf ve ücretlinin desteksiz bırakılmasını öngören ekonomik paketler gösteriyor ki, halkın bir kesimi virüsten korunurken, diğer kesimi feda edilecektir. Denilebilir ki, genel bir sokağa çıkma yasağı ilan etmek nüfusun aç kalması riskini doğuracağı için, siyasi iktidar kimin çalışmaya devam etmesi gerektiği konusunda karar merci olmak zorundadır elbette. Tamam, ama kıtlık ile virüsten ölmek arasında kimin öleceğine, kimin yaşayacağına karar vermek demek, “makbul ölüm” kıstaslarını da belirlemek demektir. Toplum mühendisliği, toplumsal denetim ve kısıtlama pratikleri bu yüzden asla nötr değildir, iktidarların niyet ve niteliklerinden bağımsız olarak değerlendirilemezler.

Kaldı ki, faraza yarın herhangi bir sebepten dolayı Kürtler arasında yeni bir bulaşıcı hastalık ortaya çıksa, “halk sağlığı” ve “güvenlik” uğruna kimin Kürt, kimin Türk olduğunu belirleyen app’ler geliştirilse, Kürtlerle Türklerin birbirinden izole edilmesi, Kürtlerin belirli bölgelere seyahatinin engellenmesi, çalışma haklarının iptal edilmesi söz konusu olsa, Türkiye’de kaç kişinin buna itiraz edeceğini sanıyoruz? Kıssadan hisse: Halkın bir kesimini virüsten korumak, başka bir kesimine virüs muamelesi yapmayı dışlamaz, bunlar eşanlı olarak da gerçekleşebilir. Virüsten korunmak için uygulanan stratejiler ile insanlara virüs muamelesi yapmak için uygulanan stratejiler birçok açıdan benzerlik taşır. Bunu unutup, izolasyon ve sokağa çıkma yasağı gibi uygulamaları salgına karşı alınacak “rasyonel” tavırlar olarak görme hatasına düşerseniz, biyopolitik uygulamaların “biyo”suna fazlaca odaklandığınız için “politik”ini gözden kaçırmış olursunuz.

Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan çıkarılacak ara sonuç şudur: Covid-19 salgını esnasında herkese düşen görev bir süre evde kalmak, evde kalamayanları görmezden gelmek (hatta onları suçlamak) ve sonrasında çılgınca tüketim furyasına geri dönmek olamaz. Yeryüzüne, dünyadaki ekolojik dengelere, üretim ve tüketim kalıplarımıza, sistemin bizde yarattığı arzu ve isteklere, ilişkilerimize, bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunduğumuz eşitsizliklere, dışlanma ve ölüme terk etmelere ve daha birçok sorgulanmamış sorun ve meseleye farklı bir gözle bakmak için çok ciddi mesai harcamak zorundayız. Umarız ki korona virüsü salgını bunun vesilesi olur...