Helsinki mektubu
Belirsizliğin yarattığı kaygı, korona virüsünden daha da hızlı yayılıyor. Gerçeküstü bir dünya imgelemi için boş sokaklar, ıssız yerler, boşluk, sessizlik, gece ve korku işlevlerini eksiksizce yerine getiriyorlar. Bunlar büyük resmin adeta tekinsizlik hissini uyandıran uzam-zaman koşullarıdır.
Josef Hasek Kılçıksız
“İnsanda büyük olan şey, insanın amaç değil, köprü olmasıdır. İnsanda sevilebilecek olan şey ise, insanın bir geçiş ve bir batış olmasıdır.” F. Nietzsche
Fin gazeteleri, insan onurunun korunması ve fiziksel bütünlüğünün dokunulmazlığı, herkesin yaşam hakkı ve sağlık sisteminin tıkanması durumunda solunum cihazına bağlanma önceliğinin kime verilmesi gerektiği üzerine yazılarla dolu.
Sağlık krizinde karşılaşılması olası etik sorunsalların konuşulduğu ülkede diğer sorunlar ikincil bir yer kaplıyor. Aslında sağlık sistemi açısından bakıldığında Finlandiya krize en hazır ülkelerden biridir.
Helsinki sokaklarında daha şimdiden karantina sonrası önlemlerden bahsediliyor. Maske takılmasının herkese zorunlu kılınması, hidro alkolik jelin bedava dağıtılması, işyerlerinin fizikî mesafe kurallarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi, operasyonel bir salgın izleme ve gözetim sisteminin oluşturulması da dahil olmak üzere sınır kontrollerinin sıklaştırılması gibi post-karantina önlemlerinden söz ediliyor.
Finlandiya sosyal ilişkiler anlamında oldukça “steril” bir ülke. Olağan zamanlarda bile ülkede intihar oranlarının epey yüksek olduğunu belirtelim. Komşu İsveç tarafından, içine kapanık introvertlerin ülkesi olarak tanımlanıyor. Finliler, salgın dönemi empatiye, dayanışmaya oldukça elverişlidir deyip, birden komşuya günaydın, yabancıya güler yüzlü davranmaya tabii ki başlamadılar.
Aslında Finlandiya hep izolasyon altında yaşayan bir ülkeydi. Soğuk Savaş yılları boyunca ülke Sovyetler Birliği ve dünyanın geri kalan kısmı arasında bir gerilim kavşağındaydı.
Sovyetler Birliği ile sorunlu bir ilişkisi olan Finlandiya “Kış Savaşı” adı verilen çatışmaların (13 Mart 1940) ateşkesle sonuçlanmasından sonra önemli şehirlerinden biri olan Viipuri’yi Sovyetlere kaptırdı.
Eski Sovyetler Birliği bugünkü Rusya Federasyonu ile sınır komşusu olan Finlandiya her an işgal edilme riskine karşı devamlı teyakkuzda oldu. 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada Finlandiya, teyakkuzda olma halini sürdürdü. Ülke, orman içlerinde inşa edilen gizli depolarda, gaz maskesi, yüz maskesi, gıda ve sağlık ürünleri depolamaya devam etti.
Salgının yayılmasıyla birlikte şimdi depoların kapağı yeniden açıldı. Nüfusu 5,5 milyon olan ülkenin depolarında üç yüz bine yakın gaz maskesi ve yüz maskesinin yanı sıra çok sayıda askeri mühimmat, tıbbi ve gıda malzemesi de bulunuyor.
Gerçi bazı maskelerin içler acısı bir durumda olduğu dikkatlerden kaçmadı. Ancak tipik küçük ülke gururu ve kompleksiyle, eskimiş malzemenin sayısı medyada ya konuşulmuyor ya da küçümseniyor. Ülke ihtiyaç gereçlerinin ihracını yasaklamış durumda. Bu yasak, küçük ada Ahvenenmaa’ya ihracatı da kapsıyor.
Jenealoji bir ara buralarda da yaygın bir modaydı. Finliler soy kütüğü çalışmalarını derinleştirdikçe Orta Asya kökenli ve Türklerle uzaktan akraba olduklarına dair verilere ulaşmaya başlamışlardı. Bu verilere ulaşanlar jenealojik araştırmaları aniden sonlandırdılar. Jenealojik araştırmaların aniden sonlandırılması, Finlilik bilinci ve küçük ülke milliyetçiliği hakkında paradoksal tutumları yansıtıyordu. Bu parantezden sonra asıl mevzuya dönelim.
Ahvenenmaa, İsveççe adı Åland olan, koyunları ve patatesiyle meşhur bir ada. İçişlerinde özerk dışişlerinde Finlandiya’ya bağlı olan bu ada Bothnia körfezinde yer alıyor. Ahvenenmaa adasının nüfusunun yüzde doksanını İsveç kökenliler oluşturuyor.
Adada yaşayan edebiyatçı doktor bir arkadaşımdan bir mektup aldım. Aslında kendisi ülkedeki İsveç azınlığına bağlı bir ailenin çocuğu. Finlandiya’daki İsveçli nüfusu yüzde 20’lere yakınken, günümüzde bu oran yüzde 5’lere kadar indi. Ama İsveçliler hâlâ en büyük azınlık olarak varlıklarını koruyorlar. Onlara tanınan haklar arasında İsveççenin ikinci resmi dil olarak tanınması da bulunuyor.
Arkadaşım gibi Finlilerin çoğunluğu geniş bahçeli müstakil evlerde oturuyorlar. Ayrıca hemen hemen her üç Finliden ikisinin ormanın derinliklerinde bir yazlık evi mevcuttur. Hâl hatır faslından sonra mektubuna hızlı bir giriş yapmış:
“Odaların bazılarını yavaş yavaş bir anaokulu sınıfına, okul bahçesine, oyun odasına dönüştürdük.
Karantina gerçekliğinin herkes için aynı olmadığını göz ardı etmiyorum. Havuz ve bahçeye sahip büyük bir evde yaşamak ile altı kişilik bir ailenin çinko çatılı iki odalı bir barakada yaşıyor olmasını kıyaslayamam. Banka hesaplarının giderler eğrisinin eksiye inmesi için herhangi bir salgına ihtiyaç duymayacağı göçmen kökenli kalabalık ailelerden söz ediyorum.
Bazıları ekonomik güvencesizlikleri nedeniyle çaresizken, diğerleri sosyal izolasyonu bir sanat yapıtı haline getirebileceklerini gösteriyorlar. Salgına kadar, resme ve müziğe bu kadar yatkın çocuklarım olduğunu tahmin etmezdim.
Salgınla birlikte ada bir yumruğun sıkılması misali kendi içine kapandı. Virüs, vernikli yüzeyin altında saklanan bir ahtapotun rahatsız olması gibi bizi tüm kollarıyla yakalayıp mürekkebini yüzümüze tükürdü.
Salgınla birlikte Ahvenenmaa’nın yüzünde, ada sözcüğünün mümkün tüm anlamları belirdi. Artık dokunmamıza izin verilmeyen bir yüzdür bu. Ahvenenmaa ada sözcüğünün Latince etimolojisine sadık bir görünüme büründü. Bilirsin, Latincede “insulae” ada demektir ve bu kelime izolasyon anlamına gelir.
Zehirli bir bitki gibi, avını yutar yutmaz, kapanan bir dünyanın kalbinde, izole edilmiş bir adanın salgın ölçeğinde önemi nedir ki?
Salgının ağır yükünü göçmen kökenli hastabakıcılar taşıyor. İyileşmek üzere olan, hafif ırkçı bir hastam, ‘sözüm ona muzaffer neoliberalizmin yıllardır sömürdüğü ve ezdiği herkesten şimdi postu kurtarmamıza yardımcı olmalarını talep edeceğimi düşünmezdim’ dedi. Virüs neredeyse onu sosyalist biri haline getirmiş.
Hastalarımın çoğu ölümden çok, tek başına ve yalnızlık içinde ölmekten, acıyı dindirmek için başka hiçbir ele dokunamadan ölmekten korkuyorlar. Böylesine ölmek ne korkunç bir yazgı değil mi?
Çalıştığım hastanede yoğun bakım ünitelerinin doygunluğunun yaratacağı olası bir tehlikeden söz ediliyor.
Sosyal statülerine, kökenlerine, siyasi düşüncelerine, yaşlarına ve inançlarına bakmaksızın hastalar arasında eşitlik ilkesini ihlal etme cazibesi yaratacak olan ölümcül ikilem durumlarıyla karşılaşmaktan korkuyorum.
Yaşlılar, ahlaken takdire şayan bir kendinden vazgeçme jestine rıza verseler bile, bir insan hayatının değeri ile başka bir yaşamın değerini kıyaslama hakkına sahip değilim. Yaşama ve ölüm hakkına karar verebilen bir yargıç hiç değilim.
Tek kullanımlık her eldiveni değiştirdiğimde kafamda deli çağrışımlar beliriyor. İnsan ilişkileri ve onun fiziksel ifadesi hakkında öğrendiğimiz ve içselleştirdiğimiz her şey, kullanıldıktan sonra çöp kutusuna attığımız kirli bir eldiven görünümünde bize geri döndü. Çünkü bugün başka bir insana yaklaşmak bizi potansiyel suçlular yapmaktadır.
Sanki Covid-19, dünyadaki yıkıcı yolculuğuna başlamadan önce dünyanın dijitalleşmesini beklemiş gibi, çok sayıda teknolojik vekil ruhsuz bir dünyada bizi teselli ediyor. Ancak bunlar ne yazık ki yaratıcı güçlerimizi açığa çıkaran vekiller değildir.
Zamanı doldurmak, hareketsizlik, gizli endişeyi yenmek ve insani değil de sadece fiziksel olan bir sosyal mesafeyi aşabileceğimize kendimizi ikna etmek için tüm ‘bağırsaklarımızı’ eşim ve çocuklarımla birlikte bilgisayar ekranına yığdık.
Asla bu kadar çok insanın, mutfağını, oturma odasını, çocukluk fotoğraflarını, korkularını, acılarını, kısacası “mahrem iç mekanını” mizah veya güvence yanılsaması ile kaplanmış olarak ifşa ettiğini daha önce görmemiştim.
Ahvenenmaa, dört yıldızlı otellerinin karantina merkezleri haline getirildiği, halka açık plajlarında turistler yerine kuzuların dolaşıp deniz yosunu otladıkları, patatesinin muhtemelen toprakta çürüyeceği bir adadır artık.
Nakit paranın her limanında reddedildiği bir ada Ahvenenmaa’ya uyandık.
Soğuk ve karanlık kışımıza dalmadan önce atalarımız Vikinglerin son bir kez içinde yüzmek istedikleri bu deniz, şimdi kruvaziyer Viking Line gemisinin içinde başıboş bir şekilde yalpaladığı, ölü bir Baltık’tır.
İçinde pozitif korona vakaları olduğu gerekçesiyle gemidekilerin karaya çıkmasına izin verilmiyor.
Televizyonlarda tedarik zincirinin halkalarının kopacağına ve ekonominin çökeceğine dair sadece savaşlar sırasında meydana gelen felaket senaryoları konuşuluyor.
Sonunda bugün yeniden açılan büyük bir süpermarkette, palmiye yağında bir kutu konserve sardalyenin fiyatının havyar fiyatı seviyesine yükseleceğini tahmin etmezdim.
Adamızda sosyal ağlar ve radyolar tarafından sıkça dillendirilen gerçek bir “iç savaş” atmosferi yaşanıyor.
Sosyal izolasyona saygı duyanlar ile saygı göstermeyenler, salgının tehlikesini anlayanlar ile bu tehlikeyi küçümseyen ‘Cocovidler’ (Korona ve Covid-19 kelimelerinden türetilmiş alaycı bir birleşik kelime), gerçek vatanseverler ile başkalarını tehlikeye atan benciller arasında bir iç savaş bu.
Kendi derin kuyusunun dibine inip intiharı seçenleri mi dersin, aile yaşamlarını yeniden keşfedip boşanmaya karar verenleri mi yoksa bazı kuş türlerinin geri dönüşünü kutlayanları mı? Sevgili dostum, sahi bir siklon olduğunda ya da rüzgarlar ağaçları kırıp devirdiğinde kuşlar nereye gider?
Kuşaklı kiraz kuşunun ağır ve hacimli bir türü Ahvenenmaa adasının ikonik kuşuydu. Nesillerinin tükenmesini avcıların oburluğuna bağlayanlar olduğu gibi, uçmak için çok ağır ya da çok aptal olmaları yüzünden türünün tükendiğini savlayanlar da var. Değerli dostum, bizim de yaşamlarımız kuşlar misali: Minik, kırılgan, direngen, umutlu, yuvayı özenle ören, kırıntıları seven, parlak ve uçucu bulutlar arasındaki firari uçuşlara aşık.
Kuşların özgür olması ve dünyanın nefes alması için kapandık. Anlaşılan ya kırmızı ya yeşil bir dünyanın dayanılmaz Manicilik’ine (iyi ve kötünün çatışması ilkesi üzerine kurulu Zerdüşt düalizmine dayanan bir din) mahkûm olarak hayatta kalmayı başaracağız.”
Mektubunu duygusal olduğu kadar gerçekçi bir iletiyle sonlandırmış:
“Biz doktorlar virüs hakkında hiçbir şey bilmediğimizi bildiğimizin samimi bilgisiyle hareket etmeliyiz. Sahne, siyasi eylemin belirsizliğe daldığı bulanık ortamın içinde, ancak bilim adamlarının tuttuğu ışık sayesinde birazcık olsun aydınlanmıştır.”
Kitaplığımda geziniyorum. Varoluş labirentinin içerisinde kendine özgü izler bırakan Mallarme’nin ve sevgili hocam İonna Kuçuradi’nin kitapları yan yana duruyor. Zaman ve mekân algısını sarsıp, labirentin boyun eğdirici gücüne, anlamsızlığa ve belirsizliğe karşı yalımlarla süslenmiş bir bilinç ileri sürmüş iki insan.
Mallarmé'nin yirmi iki sayfalık “Bir zar atışı asla şansı ortadan kaldırmaz” adlı şiiri gözüme ilişti. Şiirindeki 707 kelimenin kodlarını matematiksel bir kesinlikle çözmeyi başarmış bir edebiyatçı şu ana kadar çıkmadı.
Mallarme, “ne mutlu ki tamamen ölüyüm” dediği ana dek, kendi batışından yeni bir ben olarak doğmanın hayaliyle ve tutkusuyla yanıp tutuşmuştu. İnsanlık ailesi de bu salgından yeni bir benlik ve kendilik bilinciyle doğmanın kudretine sahiptir.
Belirsizliğin yarattığı kaygı, korona virüsünden daha da hızlı yayılıyor. Gerçeküstü bir dünya imgelemi için boş sokaklar, ıssız yerler, boşluk, sessizlik, gece ve korku işlevlerini eksiksizce yerine getiriyorlar. Bunlar büyük resmin adeta tekinsizlik hissini uyandıran uzam-zaman koşullarıdır.
Ve işte Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı kitabı.
Kitapta anlatıcı, “Bir saati parçalarına ayırınca ne görürüz?” diye sorar. Ardından, “Bir saatin ruhunu parçalarına ayırabilmenin mümkün olmadığını görürüz” diye yanıt verir.
Labirentlerin sırrını ve hiç görünmeyen mimarını açık eden bir ayna olarak korona salgınının, çalışmak için zorunlu olarak yanındakine ihtiyaç duyan bir saatin o küçük parçaları gibi, insanlar arasında ortaklaşmacı bir kolektif dayanışma bilincini uyandırmasını umuyorum. Tabii ki, dayanışma denen şeyin, yalnızca başkentleri “kalp” olanların sermayesi olduğunu unutmadan.