İmgenin efsun gücü ve haberin sıfır derecesi

Olanlara bakıp, günlerdir kitle iletişim kanallarından, sosyal medyadan yayılan haberleri anlamadıkları için insanları küçümsemenin de aşağı görüp akıldan yoksun olduklarını söylemenin de hiçbir yararı yok. Sadece kendi kendimize konuşmaya, kendi söylediklerimizi kendimiz dinlemeye devam ederiz eğer böyle yaparsak.

Google Haberlere Abone ol

Nilgün Tutal Cheviron*/[email protected]@gmail.com

İki şeyi anlamaya çalıştıkça yolumuzu yitiriyoruz. Hafta sonu için ilan edilen sokağa çıkma yasağına tepkimiz bunu açıkça görünür kıldı. İlki rasyonalitenin ne olduğunu anlamaya çalıştıkça ürettiğimiz irrasyonel açıklamalar, yorumlar. Bunu Hindistan’da yaşanan bir durumla örnekleyeceğim. İkincisi kitle iletişiminin ne olduğuna dair yanlış kanılarımızla yaptığımız yorumlar ve açıklamaların yanıltıcılığını görmekte zorlanıyor oluşumuz. Buna da Fransız post-yapısalcı düşünür –sosyolog demeye dilim varmıyor, ama öyle bilinen– Jean Baudrillard’ın “Neden hala her şey yok olup gitmedi?” sorusuna verdiği cevaplar üzerinden açıklık getirmeye çalışacağım.

Öncelikle tek bir irrasyonalite tipi yoktur. Genel hatamız insanların belli bir Batılı rasyonalite ile hareket ettiğini düşündüğümüzde sıkça yaptığımız bir hata. 1950’li yıllarda, içinde şu an devindiğimiz küresel dünyanın temelleri atılırken, bir grup Batılı araştırmacı doğum kontrolünün önemini anlatmak için Hindistan’a giderler.

Tıpçılar, antropologlar, jinekologlar içinde kadınların ve erkeklerin olduğu geniş bir halk kesimiyle görüşürler, onlara nüfus planlamasının önemini anlatırlar, bunun için keşfedilmiş mucize ilaçtan söz ederler. Doğum kontrol hapı dedikleri bu ilacın nasıl kullanılacağını, hangi durumlarda etkisiz kalacağını anlatırlar, açıklarlar. Araştırmacılar karşılaştıkları ve konuştukları insanların hoşgörülü, mütevazı, söz dinler halinden memnun ülkelerine dönerler.

Hindistan’daki aşırı nüfus büyümesi için çok önemli adımlar attıklarını, Hintlileri nüfus planlamasının önemine ikna ettiklerini, kadınlar gibi erkeklerin de doğum kontrol hapı kullanma konusunda kendilerine söylenen her şeyi anladıklarını varsayarlar. Bir yıl sonra, istatistiklere bakıp sonucu görene kadar da kendi rasyonalitelerinden emin olarak, yani dünyada nüfus artışının dünyanın doğal dengesine verdiği zararı önlediklerinden, bu artış nedeniyle açlık içinde yaşanan sefil hayatların çoğalmasına karşı devayı bulduklarından şüphe etmeden yaşarlar.

Oysa bir yıl sonrasının verileri durumda hiçbir değişikliğin olmadığını, Hintlilerin doğum hapını kullanmadığını ve üremeye hiç ara vermediğini gösterecektir. Batılının iyi, kaliteli, sağlıklı yaşam koşulu olarak gördüğü, mümkün olma şansını da nüfusun kontrol edilmesine bağladığı rasyonalite, Hindistan’da yaşayanlar için geçerli bir rasyonalite değildir. Hintliler açısından nüfusun planlanmasını, bunun için de bir ilaç kullanılmasını gerektirecek Batılıların sandığı gibi bir “sorun” yoktur ortada.

Çok çocuk, birkaç yıl içinde yetişecek kol emeği, aile bütçesine katkıda bulunacak yeni kızlar ve oğlanlar demektir. Hintliler Batılı uzmanları, kafa sallayarak dinlemiş, söylenenleri hiç tartışmamış, sonra da gidip kendi doğru bildikleri şeyi yapmışlardır. Çocuk doğurmaya, geniş aile olmaya devam etmek. Hangi rasyonalitenin daha değerli olduğunu tartışmaya gerek var mı? Baktığınızda nüfusu gittikçe yaşlanan ve doğum oranları düşen ülkelerin çoğu refahı yerinde olan ülkeler. Fakir ve gelişmekte olan ülkelerde ise nüfus artışı bildiği yolu izlemeye devam ediyor.

Alt sınıf orta ya da üst sınıf gibi çocuklarının eğitimi ve gelişimi için servet harcamıyor, aksine çocuklar kendi karınlarını doyurmayı, hatta aileyi geçindirmeyi çok erken yaşta öğreniyorlar. Buraya kadar söylediklerimle, hafta sonu için ilan edilen sokağa çıkma yasağını duyar duymaz sokağa, alışveriş yapmaya çıkan insanların kendilerine söyleneni anlamadığını, yapılan onca uyarıya karşın marketlerde ve bakkallarda iç içe alışveriş yapacak kadar “cahil” olduklarını söylemeye hala devam edebilir miyiz? Etmesek iyi olur, çünkü gelecek planı yapan da geleceği için yatırım yapan da öngörmeyi bilen de aslında alt-orta sınıf, orta sınıf, üst-orta sınıftır.

Bulduğunu bulduğu gün yiyen, kazandığı parayla kıt kanaat geçinen insan, ertesi günü pek düşünmez. 1950’li yılların başında yaptığı çalışmada Richard Hoggart –İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolü’nün kurucularındandı kendisi– bunu açıkça tespit etmişti. Kitabının İngilizcede The Uses of Literacy olan adı Fransızcaya Fakir Kültürü olarak çevrilmişti, Türkçe çevirisi yapılmadı hiç. Hoggart alt sınıfın, toplumun popüler kesiminin dünyayı da “onlar” ve “biz” olarak iki gruba ayırdığını, her ne olursa olsun onlar dedikleri kesimin istediği dünyayı var etmek için kendilerinden bağımsız olarak kararlar verip, onları da uyguladığını, bu kararlara kendilerinin katılmasının da zaten hiç söz konusu olmadığını hep bildiklerinin altını çizer. Her sınıfın, her cinsin, her farklılığın kendine içkin bir rasyonalitesi olduğunu kabul etmek niye bu kadar zor?

Buradan ikinci soruna geçelim. Kitle iletişiminin ne olduğunu hala niye anlamadık, niye anlamamakta ayak diriyoruz? Kitle iletişimi yüz yüze iletişim, güven, güvenerek ikna etme süreçlerini hepten yok eden bir yapıya sahiptir. 1920’lerden günümüze yapılagelen tüm liberal medya araştırmaları, bakış açılarının sığlığına, teorik açıklama yoksunluklarına rağmen bu sorunu görmüş ve gece gündüz uyumadan kurguladıkları yapay stratejilerle kitle iletişimini yüz yüze karşılıklı ilişkilerin, iletişimin derin ikna gücüyle donatmak için çalışıyorlar. Amaçları kitle iletişim stratejileriyle politik ve ekonomik iktidarı güçlendirmek, amaçlarına erişmede onlara yardımcı olmaktan öteye de gitmiyor. Kitle iletişiminin ikna etme gücü tüm bu arayışlara rağmen karşılıklı iletişimin samimiyetini ve içtenliğini bir türlü yakalayamıyor. Bunun olmaması genel olarak insanoğlunun hem yararına hem de zararına. Neden olduğunu iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve duyulur duyulmaz sokağa ve alışverişe hücum eden insanların sayısının çokluğunda görüyoruz.

Olanlara bakıp, günlerdir kitle iletişim kanallarından, sosyal medyadan yayılan haberleri anlamadıkları için insanları küçümsemenin de aşağı görüp akıldan yoksun olduklarını söylemenin de hiçbir yararı yok. Sadece kendi kendimize konuşmaya, kendi söylediklerimizi kendimiz dinlemeye devam ederiz eğer böyle yaparsak. Kitle iletişimi olay ile temsilin arasında bir yarık açan, temsil edildikçe olayın tüm anlamını, önemini, değerini yok eden bir iletişim biçimidir. Savaşlar hep bizden uzaktır, cinayetlere kurban gidenler bizler değilizdir, tacize uğrayanlar bizim tanıdıklarımız, eşimiz, dostumuz değildir.

Richard Hoggart’ın alt sınıf için tespit ettiği gibi hep “onlardır”. Medyanın kötülüğü, savaşı, şiddeti, mutsuzluğu, salgın hastalık tehlikesini temsil stratejilerindeki yapısal sorunlar nedeniyle gerçek olmaktan çıkardığını, uzağımıza yerleştirdiğini, bize tüm kötülüğü evimizin salonundaki ekrandan güvenceli bir uzaklıktan seyrettirdiğini niye düşünmüyoruz? Bunu dikkate almak bu kadar zor mu?

İnsan yakın çevresindekiler, güvendikleri zarar gördüğünde, ölenler ve hastalananlar ekrandaki görüntüler olmadığında gerçeğin, olayın ne olduğunu, kendinin hangi açıdan bir virüsün tehdidi altında olduğunu, kendi canının tehlikede olduğunu anlıyor ancak. Mezarlığa gittiğimizde ölümle yakınlaşırız, en yakınımızı yitirdiğimizde yas tutarız. Uzaktan bir akraba öldüğünde bile, ölüm haberinin etkisi çabuk kaybolur. Buna bir de çoğalan iletişim araçlarından iş yapan uzmanların, bilgisine başvurdukları uzmanların ne hakkında konuştukları konusunda bazen gerçekten hiçbir fikirlerinin olmamasını ekleyin.

“Onlar konuşuyor yine” deyip geçtiğimiz haberlerin, izlediğimiz tartışma programlarının sayısı gün geçtikte artıyor. Meslek etiğinin hemen her alanda yok sayıldığı, kimsenin yaptığı işin hakkını vermediği veyahut işini iyi yapıp ahlaklı olanların konuşma hakkına sahip olmadığı bir gösteri dünyasında yaşıyoruz.

Jean Baudrillard Neden her şey hala yok olmadı? (1)’da diyor ki: “Zamandan söz ettiğim sırada onun varlığını hissedemiyorum. Bir yerden söz ettiğim sırada o yer ortadan kaybolup gitmiş oluyor. Bir insandan söz ettiğim sırada o insan ölmüş oluyor. Zamandan söz ettiğim sırada akıp geçmiş oluyor” (Baudrillard, 2019, s.13).

Demek istiyor ki, yine kendisinin verdiği örnekle devam edelim: Lewis Carol’un Alice Harikalar Diyarı’nda Cheshire kedisi yok olup gittiğinde bile gülümser, gülümseyen bir kedi zaten yeterince korkutucudur, kendisi gittikten sonra gülümsemesi kalan kedi ise daha da korkunçtur (s.22). Jean Baudrillard’ın derdi gerçeğin varlığı ile yok olma süreciyle ilgili bir soruna işaret etmektir: “Bakılan her imgenin gerisinde kaybolup giden bir şey vardır. Zaten olayın insanı büyüleyen yanı da budur (s.22).”

Korona virüsü var, tehlike gerçek. Ölüm ve yaşam arasında bir mücadele sürüp gidiyor. Ama olay/gerçek korona virüsü imgeye dönüştürüldüğünde, hakkında filmler yapılıp, söylemler üretildiğinde kaybolup giden bir şey var. O da kitle iletişiminin temsil rejiminin bizatihi özünün yok ettiği bir şey. İnsanlara canınız tehlikede diyen medya, bunu temsil ediş ve imgeye dönüştürme biçimiyle virüsün tehdit gücünü hafife aldırıyor.

Ancak başlangıç noktamızı unutmayalım, insanlar varlığını sezdikleri bir tehdide rağmen sokağa çıkıp alışveriş yapıyorsa, orada gerçek bir tehdidi algılama yetisine sahip olduğu için yapıyor bunu. Yarın ne yiyeceğiz, ne içeceğiz…

Çünkü alt sınıf istiflemeyi bilmez. Biriktirmek, tasarruf etmek, öngörülü olmak sınıfsal olarak onların dünyalarında var olan şeyler değildir. Her ne kadar bir ev bir araba sevdası için hepimiz çalışarak ölmeye razı görünüyor olsak bile bu böyledir. Haberin bilginin sıfır derecesine ulaşmasında medyanın yapısal özellikleri her gün yeni bir icatla karşımıza çıkmaya her şeye rağmen devam ediyor: İmge efsunlar. Hayranlık yaratır, yoldan çıkarır. Aldatır, yanıltır.

*Prof. Dr., Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi

1- Çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları.